Forum

Bela Tarr

11 Gönderi
7 Üyeler
0 Reactions
6,674 Görüntüleme
(@anonymous)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Yine bir Satantango'dan sonra forumda aratayım dedim ve başlığı olmadığını gördüm.

Nedense sinema sevdalılarının pek ilgisini çekmeyen, benim bir deha olarak gördüğüm, Tarkovsy ile kıyaslanan ama "Tarkovsky tanrıdan, ben hiçlikten besleniyorum, nasıl benzeyebiliriz?" diyen,

Jübilesini yaptığı iki buçuk saatlik Turin Horse'u otuz planda çekmeyi tercih eden,

Sinemayı bıraktığını açıklarken, "filmlerimin dünyayı değiştireceğini sanıyordum, hiçbir işe yaramadılar" diyen, Nietzsche'ye tuhaf bir hayranlığı olan bir yönetmen.

Başlığı da bulunsun burada.

 
Gönderildi : 27/03/2015 1:38 pm
(@fulgura)
Gönderi: 5141
 

Zor ama güzel adamdır.

Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.

Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.

 
Gönderildi : 27/03/2015 3:42 pm
(@orhan)
Gönderi: 66
 

Siz iyi ki baslatmisiniz (Gecen haftaki Aksanat soylesisinde de adi epey anildi)

Ben de simdi topladiklarimi hemen eklemek istiyorum)
Bela Tarr Röportajı
Filmin başında Nietzsche'ye yapılan atıf ile Torino Atı, sizin doğrudan en felsefi filminiz. Nietzsche'nin düşüncesi ile sizin filminiz arasındaki ilişkiyi, daha ziyade, başyapıtınız ile Nietzsche'nin düşüncesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz?

Felsefe ve sinema iki farklı dil. Felsefe, sinema dışında bir alanla çalışır. Torino Atı'nı felsefi bir film olarak adlandırmayı sevmiyorum. Çünkü her ikisi de birbirinden oldukça uzak. Sadece bir film. Benim için asıl soru, atın akıbeti. 1985'te Laszlo Krasznahorkai bu soruyu sormuştu ve buna bir cevap getirebilmek için 30 yıl gibi bir süre bekledik. Bu film, bu soruya bir cevap sadece.

Atın kaderi, insanın kaderini mi tasvir ediyor?

Denebilir ama, sembolik düzeyde çok güç, daha çok fiziksel olarak: tamamiyle birbirine bağlı olan üç tane canlı var, biri olmadan diğeri yaşayamıyor. Kendi dairelerindeler. Geriye kalansa az anlatım ve ehemmiyet. Esas olan, yaşamla mücadele.

Ziyaretçinin Niçevâri bir karakter olduğunu söylememiz mümkün mü?

Tam olarak değil. Palinka’sı bittiği için yenisini almaya gelen sıradan bir komşu. Şişeyi masaya koyduğunda düşüncesini söylüyor. Konuşuyor, çünkü palavra atmayı seviyor… Benden sofistike bir yorum alamayacaksınız, denemenize gerek yok. (gülüşmeler)

Her şeyin en basit hâliyle söylenmesini istiyorum. Film yapmanın ileri derecede çıkarcı bir iş olduğunu düşünüyorum. Başka bir düşünceye sahipsek, film yapmanın zihinsel bir cesaret işi olduğunu varsayarsak şayet, insanların kaderini artık dikkate almıyoruzdur. Bana göre, bir sinemacı birkaç karakterinin hâlini anlayabilmeli, hayatına onları yerleştirebilmeli, ve gerçek yaşamda da onların günlük yaşantılarını sunmayı başarabilmeli. Filmimde entelektüel zevkleri bulabiliyorsanız, bu beni ziyadesiyle memnun eder. Ama yine söylüyorum, bu filmim, entelektüel bir çalışmanın ürünü değildi.

Torino Atı’nda dünyanın sonu ile ilgili bir atmosfer buluyoruz ama burada, siz bundan çok uzaktasınız. Torino Atı, dünyanın sonuyla ilgili görüşünüzü açıklıyor olabilir mi?

Bana göre, dünya kendi küreselliğinde asla bir sona sahip olmayacak. Devinim sürekli olarak devam edecek. Buna karşılık, bu dünyayı birçok küçük canlı oluşturuyor. Bir tek canlının yok olması ya da sonu bile, dünyanın bir kısmının sonudur. Söz konusu durum, atın ölümü ile benzer, bu da bir dünyanın sonu. Filmdeki bu sekans, yani atın ölümü bu karakterlerin dünyalarının ve yaşamlarının bir sonunu yansıtıyor.

Werckmeister Harmoniak’taki Balina da aynı şekilde bu dünyanın bozulmasını mı anlatıyor?

Birkaç şekilde… Yine de kavram olarak bundan dünyanın sonunu çıkarabileceğimize pek inanmıyorum. Buna karşılık, yaşayan her canlının değerine inanıyorum. Her insan, her canlı bir onura sahiptir. Bizim görevimiz, bu onuru korumak.

İlk zamanlarınıza dönelim: sinemaya nasıl başladınız ve sizi buna teşvik eden neydi?

Gençken aklıma tam olarak gelen bir istek değildi. Bu, gördüğüm dünyanın çirkinliğinden doğan bir istekti daha çok. Ayrıca, sinemaya gitmeyi çok seviyordum ama izlediklerim çok da tatmin etmiyordu. İzlediğim filmler beni giderek bunaltıyordu. Bu düşünceye karşı gelmek ve direnmek için filmler yapmaya başladım. “Farklı filmler de yapılıyor”u göstermek istiyordum.

Sinema kariyerinizi sonlandırdığınıza göre, günümüz filmlerinden memnun olduğunuzu söylememiz mümkün mü bu durumda?

Hayır, bugünün dünyasından hiç memnun değilim. Filmlerle yeniden söylenecek bir şeylere sahip olmayı düşünmüyorum artık, aksi hâlde kendimi yinelemiş olurum. Filmlerim, benden değil diğer her şeyden bahseder.

Sosyal Gerçekçi dönemizdeki ilk filmlerinizi nasıl yorumluyorsunuz?

Gençlik filmlerim bir sürecin ilk adımlarıydı. İlk filmim “Csaladi Tüzfézsek” (1977)’te toplumun – özür dilerim - sadece bir pislik olduğunu ve değişmesini gerektiğini anlatmak istedim. Her şey değişebilir, toplum değişebilir, işte o zaman kurtulabiliriz. Filmim bir dramdı ve çok geçmeden anladım ki fikir değiştirmem gerekiyordu. Başka unsurlarla, başka bakış açılarıyla daha çok epik filmler yapmaya yöneldim. Böylece, ikinci filmim “Szabadgyalog” (1979) ortaya çıktı. Fazlasıyla epik bir film. Bir yapı inşası gibi, gerçeklik unsurlarının bir bir işlendiği yapım özelliği taşıyor. Sonradan her film, bir sonrakini üretmeye başladı. Her filmde yeni sorular soruldu. İlk başta düşündüğüm, ontolojik sorulardı ama çok geçmeden anladım ki beni asıl ilgilendiren, evren ve onun derinliğiyle ilgili sorulardı.

1979 yılı yapımı ikinci filminiz Szabadgyalog’dan itibaren, plan sekansa daha çok yönelmeye başladığınızı görüyoruz. Zamanla gelişiyor ve sizin film yapma şekliniz oluyor. Sizin için plan sekans nasıl bir önem taşıyor? Filmlerinizde giderek bir düzen ve tutku olan bu plan sekansları nasıl çalışıyorsunuz?

Szabadgyalog’da plan sekans önemli değil. Bu daha çok uzun monologlar için. Csaladi Tüzfézsek’te bu görülebilir mesela. Zamanla tecrübe ettim: plan sekansın olması gerekirdi. Bir plan sekans ne kadar uzun olursa, şiddeti, gerilimi, titreşimi, derinliği o derece hissedebilirsiniz. Plan sekansla, kadrajdan kaçma şansı neredeyse bulunmayan oyuncuyu tutabilirsiniz. O orada kalır, ta ki kamera bir başka yere dönünceye dek.

1988 yılı yapımı Damnation filminiz sizin tarzınıza dönüşünüzün işareti. Yazar Laszlo Krasznahorkai ile birlikte çalışmalarınız var. Nasıl karşılaştınız? Bu karşılaşmanın sizin çalışmalarınızdaki önemi nedir?

Laszlo Krasznahorkai ile 1985’te karşılaştım. Ortak arkadaşlarımızın evine davet edilmiştik, o akşam Laszlo Krasznahorkai okumam için “Satantango” kitabını bana uzattı. Agnes (Agnes Hranitzky – Béla Tarr’ın eşi ve birlikte çalışıyorlar) ve ben kitabı okur okumaz çok beğendik. Laszlo ile tekrar görüştük ve bunun üzerine çok tartıştık. Agnes ve ben, Satantango filmini çekmek istediğimizden oldukça emindik. Bunu o zamanlar gerçekleştiremedik, yerine Damnation’ı çektik.

İşbirliğimiz o tanışmamızdan son filme dek sürdü. Oldukça verimliydi, onun hep edebi yeteneğine ve hassas duygularına başvurdum. O ve yaptıkları olmasa, tamamiyle bambaşka bir şey ortaya koyardım. Gerek Mihaly Vig (filmlerinde müzikleri besteleyen kişi) ‘in katılımı, gerekse Agnes’in desteğiyle filmlerimin doğal temeli oluştu. Bu gerçeklikten hareketle, her filmimde, jenerikte her isim yer alsın istedim. Filmlerimin jeneriklerini asla okumayacaksınız, biliyorum. Benim filmim ! Hayır, hepimizin filmi !

Şunu da belirtmek isterim; Mihaly Vig ve Gyula Pauer ile önceden çalışmış olmama rağmen, Damnation’dan itibaren ekip birbiriyle kaynaştı ve bir birliktelik ortaya çıktı.

Filmleriniz çok karanlık, ama biri biraz farklı. Werckmeister Harmoniak, sizin en iyimser filminiz mi?

Benim bütün filmlerim iyimser ! Yanlış anlaşılma olmasın ! Kim gerçekten kötümserdir? Ölmek için bir merdivene tırmanan ya da bir ağaca çıkan ve oradan kendisini atan kişidir ! Gerçek bir kötümser, sabahın 4’ünde yağmur altında, soğukta malzeme taşımak için uyanmaz. Benim her filmim iyimser. Hatta şöyle de diyebilirim size, -canınız sıkılmasın- benim bütün filmlerim komedidir ! (gülüşmeler) Onlara gülünebilir, bazen acı bir gülüş... Hayatın kendisi böyle değil mi zaten?

2007 yapımı A Londoni férfi filminizin yapımcısı Humbert Balsan ile ilişkinizi açıklayabilir misiniz? Ölümü projeyi nasıl etkiledi? A Londoni férfi neredeyse durma noktasına gelmişti.

O ve ben aynı neslin çocuklarıyız. Benden bir yıl önce doğmuştu, bilmiyorum ama biz arkadaş olmuştuk. A Londoni férfi’yi çekme düşüncesi için gelmişti yanıma. Bu filmi yapmak için tutkusu, öfkesi, çabası hâlâ aklımdadır. Ne acıdır ki her şeyin tam ortasındayken intihar etti. Ölümü iki şekilde etkiledi. Birincisi, gerçek bir dostu kaybettik, ikincisi çekmek üzere olduğum filmin yapımcısını kaybettim. Soğuk duş etkisi oldu. İşler o an gerçekten içinden çıkılmayacak bir hâl almıştı.

Humbert Balsan’ın hayatından esinlenen Mia Hansen-Love’un Çocuklarımın Babası (Le Père de mes enfants) filmini izlediniz mi?

Evet, izledim.

Ne düşündünüz? Onunla görüştünüz mü?

Evet. Kendisi bana filmin DVD’sini yollamıştı ve tanışmıştım. Teşekkür ettim ve filmi hakkında ne düşündüğümü kendisine söyledim. Hepsi bu.

Geçtiğimiz Şubat ayında, çoğu sinemacı dostunuzla birlikte Macar Sineması’nın geleceğinden endişe duyduğunuzu ifade eden bir bildiri yayınlamıştınız. Sizin gibi bir sinemacı için bir film yapmak giderek zorlaşıyor mu?

Bu bildiriyi kendim düzenlemiştim. Şubattan beri, durumlar aynı, sıfır kilometre yol aldık. En kötü duygu bu belki de. Ben ve arkadaşlarım giderek faturalarımızı ödemekte zorlanıyoruz. Hâlâ bu bildirinin arkasındayız ve asla savaşı terk etmeyeceğiz.

Kendinize yakın hissettiğiniz ya da sevdiğiniz sinemacılar var mı? Werckmeister Harmoniak’da ilham perisi Hanna Schygulla’ya yönelerek Cassavetes ya da Fassbinder etkilerini görmemiz mümkün mü?

Hem evet, hem hayır. Her zaman sessiz ve sakin şeylere karşı çok hassas olmuşumdur, özellikle plastik sanatlara. Resimlere bakmayı çok severim.

Torino Atı’nın son filminiz olduğunu açıkladınız. Laszlo Krasznahorkai yeni bir roman yazsa, bunun filmini çekmek ister miydiniz?

Hayır, sanmıyorum.

Film yapmayı bıraktınız. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

Uzun bir süre Budapeşte’deki Sinema Atölyemi işleteceğim. Bu işle uğraşıp, maddi ve manevi destek imkanı bulunmayan sinemacılara çalışma imkanı vereceğim. Diğer yandan, başka bir projem var. Split’te (Hırvatistan) bir sinema okulu açmak istiyorum.

Neden Hırvatistan?

Çünkü Dalmaçya çok ilginç bir yer ve Split tarihi bir şehir…

Fransızcadan Çev.: Ali Hasar

[Ekim 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]

==============================================================

Béla Tarr
Vikipedi

Béla Tarr Sarajevo Film Festivali'nde A Londoni férfi filminin gösteriminde (2007)
Genel bilgiler
Doğum 21 Temmuz 1955 (59 yaşında)
Pécs, Macaristan
Evlilik(ler)i Ágnes Hranitzky
Etkin yıllar 1971 – günümüz

Béla Tarr (d. 21 Temmuz 1955, Pécs, Macaristan), Macar sinema yönetmeni, yapımcısı ve senarist.

Önceki hayatı
Béla Tarr, Macaristan'ın güneyindeki Pécs şehrinde doğdu fakat Budapeşte'de büyüdü. Hem annesi hem de babası tiyatro ve sinemayla yakından ilgiliydi. Babası sahne tasarımcısıydı. Annesi ise 50 seneden daha fazla tiyatrolarda suflör olarak çalıştı. Annesi, Tarr 10 yaşındayken onu, Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü adlı eserinin televizyon filmi uyarlaması için Macaristan Ulusal Televizyonu'nda yapılacak seçmelere götürdü ve Tarr burada bir rol kaptı. Tarr, Miklós Jancsó'nun filmi "Szörnyek évadja" dışında bir daha aktörlük yapmayı denemedi.[1] 16 yaşında çektiği amatör filmlerle, sinemaya olan ilgisini farketmeye başladı.[2] Yaptığı amatör filmler belgesel olmak üzere çoğunlukla Macaristan'daki işçilerin veya fakir insanların hayatlarını konu ederdi. Her zaman felsefe ile uğraşmak istediğini söyledi ve film yapmayı bir çeşit hobi olarak gördü. Ancak, çektiği 8 mm'lik kısa filmlerinden sonra, Macaristan Hükümeti üniversiteye devam etmesine izin vermedi ve Tarr film üretmeyi sürdürmeyi seçti.

Kariyeri
İlk uzun metrajlı filmi Családi tűzfészek'i 1977 yılında 22 yaşındayken çekti. Filmdeki oyuncu kadrosunu, yerel halktan seçilen ve profesyonel aktör olmayan insanlar oluşturdu. Filme sadece "dostluk" için katıldılar ve hiçbiri film için ücret almadı. Tarr filmi toplam 6 günde çekti.[1] Eleştirmenler filmde John Cassavetes'in yönetmenliğinden etkiler bulduğunu söyleseler de,[3] Tarr Családi tűzfészek filmini çekmeden önce Cassavetes'in hiçbir filmini izlemediğini söyledi. Film 1979 yılında yayınlandı. Ufak tefek değişiklikler dışında tarzını aynen devam ettirerek Szabadgyalog ve Panelkapcsolat filmlerini çekti. Panelkapcsolat, başrollerinde profesyonel oyuncuların oynadığı ilk filmidir.1982'de çektiği William Shakespeare'in Macbeth adlı eserinden uyarladığı televizyon filmi Macbeth sadece iki sahneden oluşmuştur. Birincisi giriş kısmı olarak 5 dakika, ikincisi ise 67 dakikadır.
İlk dört uzun metrajlı filminin senaryosunu kendisi yazan Tarr, Őszi almanach filminden sonra, Macar yazar László Krasznahorkai'yle birlikte Kárhozat filminin senaryosunu yazdı. Krasznahorkai'nın Sátántangó romanının sinema filmine uyarlama tasarısı 7 seneyi aşkın bir süre sonucunda gerçekleşti. 450 dakikalık film 1994'te beğenilere sunuldu. Susan Sontag Tarr için, modern sinemanın kurtarıcılarından biri demiştir ve her sene bir kez Sátántangó'yu izlemekten memnun olduğu dile getirmiştir. Sátántangó'dan sonra 1995'te 35 dakikalık Utazás az Alföldön adlı filmini bitirdi. 5 senelik bir sessizlikten sonra 2000 senesinde Werckmeister Harmóniák filmini çekti. Zaman zaman zor şartlar altında çekilen film, eleştirmenler tarafından gayet sıcak karşılandı. Daha sonra Georges Simenon'un aynı adlı romanından uyarladığı A Londoni férfi'yi yaptı. Filmin 2005'in Mayıs ayında Cannes Film Festivali'nde gösterilmesine karar verildi fakat filmin yapımcılarından biri olan Humbert Balsan'ın 10 Şubat 2005 tarihinde intihar etmesi sebebiyle bundan vazgeçilmişti ve bu olay filmin diğer yapımcıları arasında, filmin finansmanını etkileyeceği nedeniyle tartışmalar yarattı.

Filmin galası 2007 Cannes Film Festivali'nde yapıldı ve 2008'de dünyaya yayımlandı.
Bundan sonra Tarr, kendisinin son filmi olacağını söylediği A torinói ló isimli film projesinin üzerinde çalışacağını açıkladı.[7][8] Film 15 Şubat 2011'de Almanya'da Berlin Uluslararası Film Festivali'nde gösterildi ve daha sonra birçok festivalde daha gösterilerek diğer ülkelerde yayımlandı.[9] Tarr, bu filmle 2011 Berlin Uluslararası Film Festivali'nde biri Jüri Büyük Ödülü olmak üzere tam 2 ödül aldı.

Filmlerinin müzikleri genellikle (toplamda 9 tanesi) Mihály Vig tarafından bestelenmiştir. Vig'le birçok alanda işbirliği yaptığı gibi, Sátántangó dahil birkaç filminde başrollerde oynatmıştır.

Etkileri
Gus Van Sant devamlı Tarr'ın, (ilk önce, Gerry adlı filminde çekmeye başladığı uzun kesintisiz sahneler üzerinde) kendisinin son filmleri üzerindeki etkisinden bahseder. Tarr, ve özellikle filmi Sátántangó, remodernist film akımının öncülerinden kabul edilir.

Filmografisi

Uzun metrajlı filmleri
A Torinói ló (2011)
A Londoni férfi (2007)
Werckmeister harmóniák (2000)
Sátántangó (1994)
Kárhozat (1988)
Öszi almanach (1984)
Panelkapcsolat (1982)
Szabadgyalog (1981)
Családi tüzfészek (1979)[14]
Televizyon filmleri
Macbeth (1982)[14]
Belgeselleri
City Life (1990)[14]
Kısa filmleri
Visions of Europe (2004)
Utazás az Alföldön (1995)
Utolsó hajó (1990)
Hotel Magnezit (1978)[14]
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Sinema, direniş ve Bela Tarr
Alin TAŞÇIYAN
22.02.2011

Sinemayı bırakacakmış Bela Tarr... Peki sinema Bela Tarr’ı bırakabilir mi?

Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ve FIPRESCI ödüllerini kazanan filmi “A Torinoi Lo” (Torino Atı) son filmiymiş Macar ustanın... Nietzsche’nin sahibinin kırbaçladığını görünce korumak için boynuna sarıldığı, o anda düşüp hastalandığı at üzerinden

yaptığı bu filmi İstanbul Film Festivali’nde izleyeceğiz.

Daha önce İstanbul Film Festivali ve Gezici Festival’e konuk olan Tarr, kararlı ve inatçıdır. Öyle dediyse bırakacaktır sinemayı... Fakat sinema sanatı Bela Tarr misali hiçbir kalıba sığmayan, sıradana, vasata, alışılmışa, konvansiyonele, konformiste tahammülü olmayan, ödün vermeyen yaratıcılar olmasa ne hale gelir?

Bela Tarr önden yürüyüp cesaretlendiren, yol gösteren, esin veren bir yönetmendir. Senaryoyu yapımcılar ve dağıtımcılar için yazdığını çekimde hiç bakmadığını söyler. Storyboard çizmeyi gereksiz bulur. Hayat arkadaşı, asistanı ve kurgucusu Agnes Hranitzky, yazar Laszlo Krasznahorkai, müzisyen Mihail Vig, görüntü yönetmeni Fred Kelemen ile birlikte çalışır ve hep birinci çoğul şahısı özne olarak kullanır filmlerden söz ederken. Bizim filmlerimiz der!

Tüketim toplumu bizi Hollywood gişe hitlerinin ya da onlardan yerli malzemeyle imal edilen formül filmlerinin oynadığı çok salonlu sinemalara mahkum etti. Hayallerimizi kapitalizmin işine gelecek şekilde değiştirip bize geri satan sisteme karşı bir direniş odağıdır yedinci sanat dediğimiz. Bela Tarr da bir direnişçidir. İzleyiciyi sarsıp uyandıran bir sinemadır onun yaptığı! Eğlence sineması uyutur! Hem de en gürültülü efektlerle, en hızlı kurguyla! Güçlü erkekler, seksi kadınlar, ajandan, polisten kahramanlar, fiyonk atılmış aileler, inanırsan üstesinden gelirsin teraneleri, markalı giysiler, şık mekanlar, lüks otomobiller, hüngürt şakırt melodramlar, düğün pastası kremasına bulanmış aşk masalları, milyon dolarlık soygunlar, çılgın takipler, silahlı çatışmalar, patlama ve canavar efektleri... Bunlardan ibarettir her şey!

Bela Tarr sinemasında ise anaakım sinemanın izleyiciye kendini iyi hissettiren havası yerine rahatsız edici, tekinsiz bir ortam, başımıza yıkılmakta olan bir dünya vardır. Upuzun planlardan oluşan upuzun filmler... Uçsuz bucaksız Macar ovasında çamurlu patikalar, ıssız çiftlikler, sıvaları dökülen köy meyhanleri, yüzleri derin çizgilerle kaplı yalnız ve ağzını bıçak açmayan insanlar... Bir katastrofun eşiğindeki dünya... Dizeler ve düşünceler... Müzik ve sessizlik... İnsan ve yabancılaşma... Yabancı ve içindeki boşluk... Boşluk ve karanlığı kozmosun... Karanlık ve kaos...

Eski Ahit’ten bu yana yeni bir öykü anlatılmadığına inandığı için öykü anlatmakla ilgilenmez Bela Tarr. Varoluşçu yaklaşımla insanı sorumlu tutar her şeyden ve onu didikler. Kariyerinin ilk yıllarında insanın maddi ve cinsel ihtiyaçlarıyla içine sıkıştığı ev içi hallerinde aile ve evlilik kurumlarına dair sorunları, çocuk sahibi olma sorumluluğunu, toplumsal rolleri sorgulayan Bela Tarr tarzını olgunlaştırdığı yıllarda kendine bir edebiyatçı yoldaş bulmuştur: Laszlo Krasznahorkai. Onun romanlarını filme dönüştürmeye başlar.

Öykünün zaman, ritim ve sesler gibi sadece bir parçası olduğu, önceden herhangi bir kuram çerçevesinde ele almadan, özellikle bir anlam inşa etmeye çalışmadan sadece imgelerin ve hareketin peşinden giderek yarattığı biçemi Krasznahorkai’dan yaptığı uyarlamalarda birer başyapıta dönüşür. Susan Sontag bir tango gibi 12 bölümden oluşan 7.5 saatlik Şeytan Tangosu için her yıl bir kere izlemek isteyeceğini söyler! Direnişin Melankolisi romanından bir bölüm başlığı olan Karanlık Armoniler ise insanın kozmostaki küçüklüğünü gösterir.

Artık film yapmayacaksa Bela Tarr direnişten çok melankoli yer edecektir yüreklerimizde...

 
Gönderildi : 27/03/2015 6:59 pm
(@anonymous)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

burada da bela turin horse'dan bir sahne çekiyor. meğerse kadrajın kenarında minik bir helikopter varmış.
https://vimeo.com/76164896

 
Gönderildi : 10/04/2015 3:12 am
(@maver)
Gönderi: 19
 

kendisi saraybosna'da ders veriyor şimdilerde. cafe meetingpoint'te takılırsanız kendisine de denk gelebilirsiniz. 😉

 
Gönderildi : 10/04/2015 4:55 am
(@anonymous)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Geçenlerde erol mintaş ödül almıştı kendilerinin elinden. Kendisine denk gelsek de pek sohbet edemeyiz. Sizin yorumdan sonra yine bulaştım bu herife. şurada güzel, kısa bir röportajı daha var
Sanki, “Ah çocuğum, hiçbir şey bilmiyorsun” gibi başlayıp, “Dur dur tamam, anlatmaya çalışayım” diye devam ediyor bakışları. Festivalin, alkolün ve cehaletimin imkânı olduğunu bildiğim halde, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, birlikte sigara tüttürebilmemize fazlasıyla şaşkın, “Tarkovsky’yi iyi niyetli bulmanızın sebebi, onun tanrısal olana imanından kaynaklanıyor olabilir mi? Halbuki Hölderlin der ki, Tanrısal olana yalnızca kendisi de öyle olanlar inanır. Bunun nesi fena?” filan diyebiliyorum. Yüzüme bakıp hafifçe gülümsüyor, sigarasından derin bir nefes alıyor, “Tanrı öldü ve ben yorgunum. Otele gitmem gerekiyor” diyor. “Yarın sabah görüşürüz.”
Macar yönetmen Béla Tarr, İstanbul Film Festivali’nin Onur Ödülü’nü almak üzere İstanbul’daydı. Son filmi A Torinói Ló/Torino Atı’nın gösteriminin de yapıldığı festival programına bir de sinema dersiyle katılan Tarr’la açılış partisinden kaldığı otelin lobisine uzanan, benim kasedi nerede açıp kapattığımı pek de hatırlayamadığım bir söyleşi gerçekleştirdik.
Béla Tarr, filmlerinden de anlaşılacağı gibi, ‘belagatin gücü’ne inanan bir insan değil. Hatta hemen her şeyi, ‘al işte gözümüzün önünde, apaçık duruyor’ hissiyatında algıladığı için neredeyse hiç konuşmuyor. Kendine has jestleri var. Mesela sıkılınca başını “Ben bunu daha fazla taşıyamayacağım” der gibi sağa sağa eğiyor ya da ürkmüş bir kaplumbağa gibi içine içine çekmeye çalışıyor. Görünen şeyler hakkında konuşmayı sevmiyor. Nezakete inanmıyor. “Otele kadar eşlik edeyim size” diyenlere, “Bu gerçekten gereksiz olur. Çünkü oteli neredeyse görüyorum ve yüz metre ilerdeki, üstelik dümdüz istikametteki bir yere gitmek için refakatçiye ihtiyacı olan biri değilim. Teşekkür ederim” diye cevap veriyor.

‘Yönetmenleri kurtaracağım’
“Neden bıraktınız film yapmayı?” diyorum. “Yapımcılık yapacağım. Gönlüm, yönetmenleri paragöz yapımcıların eline bırakmaya razı gelmiyor. Sinema maalesef kapitalizmin sevdiği alanlardan biri. Bu vahşi ortamda yönetmenleri, en azından bazılarını korumak istiyorum” diyor. “Sizinle çalışmak zor olabilir. Ben yönetmen olsaydım sizden korkar ve yapımcım olmanızı istemezdim.” deyince, “Burada şu sınırı net olarak çizdiğimi söylemem gerekiyor: Ben yapımcılık yaparken, filmin benim filmim olmadığı bilgisiyle hareket ederim. Film yönetmenindir, dolayısıyla müdahale etmem söz konusu olmaz. O yüzden korkmayın, benim yapımcısı olduğum filmin yönetmeni benim o filmin yapımcısı olduğumu olumsuz anlamda hissetmez” diye cevaplıyor.

Sembol yok, metafor yok...
Son filmi ‘Torino Atı’yla ilgili konuşmak istiyorum ama ne sorsam, ‘yok, o iş öyle değil’ bakışı atıp, “Torino Atı’nda sembol yok, metafor yok. Her şey açık.” diyor. Ben de gözümü karartıp, “Peki ya patates?” diyorum. “Filmdeki baba kızın sadece patates yemesinin bir anlamı var mı?” diye soruyorum. Yine aynı, mavi, donuk, delici ‘hasbinallah’ bakışıyla, “Yok, sadece patates yiyorlar. Patates yemek patates yemektir” diyor.
“Bana sinemayı öğreten biri, yani bir öğretmenim olmadı. Gerçek insanlar benim öğretmenimdi. Yaşayan, gerçek insanlara baktım ve film yaptım” diyor.
“Gerçek reaksiyonlara, gerçek hareketlere, bakışlara, nefes alıp verişlere inanmıyorum, gerçek zaman , fiziksel anlamda çirkin insanlar, yokluk benim ilhamım” diye ekliyor.
Emek Sineması’nın durumunu anlatıp, yaşadığımız kentlerin, kentin sahibi olan bizlere rağmen sermayenin belirleyiciliğinde şekillenmesine ne dediğini soruyorum. Biraz durup, yüzünü ekşitiyor: “Kapitalizm zalimlik. Gerçi benim ülkem sosyalistti ama hiçbir sosyalistliklerini de görmedik… Gerçekten öyle olmayınca yönetim biçiminin sosyalist olması çok da önemli olmuyor. Kapitalizm adil değil, soğuk ve yalnızlaştırıcı. Kenti de kendi bildiği gibi dönüştürüyor. Çok üzücü.”
Béla Tarr için sinemasını kimin izlediği önemli değil. ‘On kişinin bildiği yönetmen’ olmak istemiyor. Filmlerini, genel kanının aksine, herkesin anlayabileceğini düşünüyor. “Beni tanımayan ve hayatında hiç film izlememiş birine de izletseniz filmlerimden zevk alacağını düşünüyorum. Çünkü arada kodlar, şifreler olmaksızın, pür insan hallerini anlatıyorum. Bir de bir filmi anlamak için entelektüel birikim gerekiyormuş gibi bir algı var. Bence buna gerek yok. Bir filmi herkes anlayabilir, sinema herkes içindir.” diyor. Tarr’ın yanından ayrılırken, artık film yapmayacak olmasından buruk, yeni filmlere destek verecek olmasından mutluyum.

 
Gönderildi : 11/04/2015 12:51 am
(@halostendap)
Gönderi: 4108
 

ben de ilk defa duydum, paylaşılanları okudum hoşuma gitti. biraz da izliyelim bakalım 🙂

insta https://www.instagram.com/morehalityalcin

 
Gönderildi : 11/04/2015 1:38 am
 Gcmn
(@gcmn)
Gönderi: 193
 

Torino atı filmini ilk izlediğimde bende cok buyuk bir hayranlık uyandıran - sabır edildiği taktirde mutkaka karşılıgını veren yine de kabul etmek gerekirki sabır edilmesi epey zor olan siyahını sevdiğim kamerası koşmayan guzide bir yonetmen.

 
Gönderildi : 17/04/2015 1:56 am
(@fturac)
Gönderi: 0
 

Filmlerini henüz izleme fırsatı buldum. Tek kelime; müthiş.

Tarkovsky'e benzetmeleri çok doğal, ben de çok benzettim. Sonuçta aynı sorunun iki farklı cevabılar. Aynı yerlerde dolaşıyorlar... İyi ki de dolaşıyorlar-dolaşmışlar biz de şahitlik ediyoruz.

Gel gelelim ki filmlerini herkes izleyemez işte. "Benim filmimden herkes zevk alır" demiş ama, bugün az çok sinemaya ilgim olduğunu bilen arkadaşa, eşe-dosta önersem bir filmini küfür yerim. "Bana bunu mu izlettin 2 saat ?" derler hemen entelektüel damgasını vururlar alnımıza. Hatta sinema seyircisinin bile %70inin izleyemeyeceği bir yönetmen bence.

Fikir, en büyük sermayedir.

 
Gönderildi : 17/06/2016 3:23 pm
(@anonymous)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

bela tarr filmlerinin komik ve umutlu filmler olduğunu da söylüyor flurac. onun bu söylediklerini de yine tarrca anlamak lazım. söylediklerinde haklısın. tarr izleyen biri keyif alabilir ancak bu ikincil bir kazanım olur. tıpkı kafka okuyan birinin mutlu olmak yerine tedirgin olması gibi diyelim.

 
Gönderildi : 18/06/2016 3:56 pm
(@fturac)
Gönderi: 0
 

tıpkı kafka okuyan birinin mutlu olmak yerine tedirgin olması gibi diyelim.

+1

Fikir, en büyük sermayedir.

 
Gönderildi : 19/06/2016 1:15 pm
Paylaş: