Ai no corrida (Duyular İmparatorluğu)/Nagisa Oshima (1976)
Bir türlü izleyemediklerimize yazmıştım, artık oradan silmem gerekli. Sonunda izledim. Ve....
"İyi ki izlemişim"le "keşke izlemeseymişim" arasında karmakarışık duygular içindeyim.
Film, 1936'da Japonya'de süregidiyor. Bir fahişe olan Sada, çalıştığı genelevin patronu ile aşk yaşamaya başlıyor. Aralarındaki ilişki sado-mazo bir hal alıyor. Durmadan sevişen çiftçin ilişkilerine tehlikeli oyunlar gidiyor. Devamını anlatmayayım, belki izlemek isteyen çıkar.
Filmin farklı uzunluklarda birçok kopyası var. Bendeki 98 dakikaydı. (Bula bula Arjantin kopyasını bulmuşum sanırım. 🙂 ) Çok sayıda mide kaldırıcı, iğrendirici sahnenin yanında gayet ayrıntılı pornografik anlarda açıkça filme alınmış.
Filmi kötü ya da iyi olarak değerlendirmem çok zor gerçekten. Gayet gereksiz tonlarca olay ve çekim var filmde. İğrenmemek, filmi bu açıdan yermemek çok zor. Ama anlatılan ilişkinin duygusal seyri ve (film izlerken bir kez "oha! daha neler!" diyorsunuz mutlaka ve bu işin nereye varacağını merak etmemek olanaklı değil) varacakları noktaya duyulan meraktan ötürü film kendini izlettirmeyi başarıyor. Ve böylesi bir hikayeyi (söylenene göre gerçek bir hikayeymiş) Japonya gibi tutucu bir ülkede ve 1976 yılında filme almak gerçekten çok büyük cesaretmiş.
Genel olarak benim filme notum 4/10. Unutmaya çalışacağım birçok an da yanıma kar kaldı.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
the dream/ Kim ki duk. 7.5/10
benim için en iyi Kim ki Duk filmi değil.
ilginç bir fikirden yola çıkıyor.
am film ilginçliğini sonuna kadar koruyor mu (diğer Duk filmerine kıyasla) buna emin değilim.
ama her zamanki derin metaforlar ve göndermeler yine var.
(ve sinema ile ilgilenenlerin bir konunun nasıl tuhaf, farklı v.s. işlenebileceğine örnekler veren bu yönetmene mutlaka kayıtsız kalmaması lazım gelir)
ogni suono diventa realta...
The Ghost and the Darkness
http://www.imdb.com/title/tt0116409/
Val Kilmer, Micheal Douglas... Yıllardır izleme imkanım olmamıştı, meğer oldukça güzel bir filmmiş. Tavsiye ediyorum izlemeyenlere. Çok gerçekçi ve heyecanlı...
- baço
Blueberry.... Bol efektli western. Basit hikayeli, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış, görsel olarak keyifli ama gereksiz çok fazla efekt barındıran, anlatmak istediklerini çok fazla uzatan, dağınık bir film. 5/10
M.... 1931 Fritz Lang. Sinema tarihinin klasiklerinden, bu ünvanı da hak eden çok iyi bir film. Filmdeki kamera kullanımı inanılmaz. Filmdeki kadrajların düzgünlüğüne günümüzde bile çok sık rastlayamıyoruz. Gayet tatmin edici bir polisiye aynı zamanda. Polisiye türünün içinde yer alan birçok şey var ve muhtemelen türün ilk sağlam klasiklerinden. O yılların oyunculukları şimdi garip görünür ya, bu filmde bu durum da pek yok. Oyunculukları da gayet iyi. Puan vermek zor. 8,5/10 uygun sanırım.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Hop dedik :d Blueberry'ye laf yok. Filmin açılış sahnesi "peyote" dir. Baco bilir şimdi ne demek istediğimi. 12 kutsal kitabımdan yola çıkılıp Yazarının vermemesinden dolayı üstüne western cilası çekilmiş ama özünde yine o kızılderililerin gerçeklik dışında nereleri dolaştığını anlatan ve sadece bu konularla ilgilenen birini memnun edebilecek bir film. Yani western filmi değil onu diyeyim. Bakma sen imdb ye pis kaka imdb. cıs.
Şöyle diyim; hemen çekiyorum 😀
- baço
Ve izledim... Blueberry'yi yani... 10/10 veriyorum ilk kez hayatımda bir filme. Birkaç kez daha izlemeden çok bir şey söylemek istemiyorum. Sadece bende doz etkisi yaptı diyeyim o kadar... Bu kadar mı güzel anlatım olur, bir mistizism bu kadar mı bir filme iyi aktarılır, kamera kullanımı bu kadar mı iyi olur, tek bir kelime etmeden bu kadar mı çok şey anlatılır ya... Başucu filmim oldu resmen, nasıl kaçırmışım bilemiyorum... Tabi bu konularla ilgili olmamın da etkisi büyük. Nerde benim Castenada'larım ya, of nası canım çekti.
- baço
Baco filmin finalinde elemanın gördüğü animasyonla yapılmış şeyler kitapları okurken gözünün önüne gelen şeylerle birebir aynı değil mi? Bu kadar iyi anlatılmasına rağmen Castaneda izin vermemiş biliyor musun 😀 Bunlar arak şekilde yapabildikleri bi de izin alsalar direkt don juan'ı çekerdi bunlar. Zamanında Castaneda'ya bir yapımcı gidip haklarını istiyor ve diyor ki bak Don Juan'ı Antoni Quin Oynayacak. Castaneda şöyle bi düşünüp "yok yaa don juan'ı kimse oynayamaz ki" deyip vermiyor. Anlatanların yalançısıyım.
Abi çok dozajında çok güzel bir film çıkmış bence. Oyunculuklara da bayıldım. Gerçek gibi birşey çıkmış. Mesela kovboy kasabası, tipler vs. inanılmaz iyi ya sadece mistisizm değil... Valla uçurdu beni abi sağolun 😉
- baço
son 4 günde izlediğim filmleride paylaşmak istedim
İnanılmaz aile:İşin açıkçası ilk defa bir animasyon filminden zevk almadım.Bunun nedenini ise iki şeye bağlıyabilirim 1.x-man heroes gibi filmlerin konu yada özelliklerine benzetmiş olmam
2.sanırım ilk defa insanşarın olduğu bir animsayon izlemiş olmam, nedense hayvanlar daha çekici geliyor animasyonda Not:5/10
Mutant günlükleri: Diyebiliceğim tek şey akıllara zarar bir film, yani kaçın canınızı kurtarın. Ne film film ne görsel efekte iş var nede oyunculukta, efekler heba olmuş görüntü yönetmenin yakaladığı iyi yerlerde var ama başkada birşey yok. Not:4/10
Hayatım benim (Taking lives): iyi bir başlangıç. Daha sonra kafa karıştıralım derken konunun içine etmek bu olsa gerek ve eh idare eder bir son diyecekken. Yapılan son konuşmayla filmin içine etmek Not:5/10
Gerçek masallar:farklı konu basit işleyiş. Ailenizle izleyebiliceğiniz bir film. Bir Adam sandler hayranı olarak son zamanlarda çıtanın biraz düştüğü kansındayım. Espirler tat bırakıcak cisnten amam fazlası değil.
Not:6.5/10
Son zamanlarda seyrettiğim filmler ile ilgili görüşlerim:
Dementia 13 (1963) Yön: F.F.COPPOLA Oyn: Luana Anders, William Campbell
Coppola’nın ilk filmi. Roger Corman’ın setinde diyalog yazarlığından, devamlılık asistanlığına, dekor yardımcılığından temizlik işçiliğine dek her işi yaptığı sırada, bir Avrupa gezisinde Corman, “Haydi Francis yapabilirsin” der. İrlanda’dadırlar o zaman. Coppola senaryoyu 3 günde yazar. Bu yüzden kötüdür. Siyah beyaz bir korku filmi için ise sıra dışı bir iş çıkarmıştır. Corman’ın B sınıfı filmlerinin tadını fazlasıyla vermiştir. Açılış sekansındaki, radyoda çalan müziğin canlının ölümüne tuhaf bir şekilde eşlik etmesi ve çalmaya devam etmesi ise oldukça etkileyici bir açılıştır ve buna benzer bir sahneyi “Apocalypse Now” filminde kullanacaktır daha sonra. Devasa bir araziye yapılmış şatoyu ve etrafını yansıtmak için alabildiğine alan derinliğini kullanan Coppola, tuhaf geri dönüş sahneleri ve tekinsiz bir ortam yaratmaktaki başarısıyla gelecekte ne olacağının haberini vermiştir ve sadece 24 yaşındadır.
6.5 / 10
Ivan’ın Çocukluğu (1962) Yön: Andrei TARKOVSKY Oyn: N.Burlyayev, V.Zubkov
Bu da Tarkovski’nin ilk filmi. 30 yaşında ve aynı sene Coppola 23’ünde henüz ve sırasını bekliyor. (Mukayeseli tarih) Ailesini kaybetmiş 12 yaşında bir çocuğun, 2. Dünya savaşında Alman ordusunun bulunduğu bölgeden istihbarat getirmesi üzerine kurulmuş. Dramatik rüya sahneleri, savaşa bulaşmış bir çocuk için oldukça davetkâr görünüyor ve bu yüzden en tehlikeli görevleri almaktan çekinmiyor. Anlatılanların gerçek olduğunu eklere konan bir belgeselde görüyorsunuz. Tarkovski 4 sene sonra vereceği büyük eseri “Andrey Rublyov”un izlerini önümüze sermeye başlıyor bu ilk denemesi ile.
7 / 10
L’argent (1983) Yön: Robert BRESSON Oyn: Christian Patey, V.Risterucci, C.Lang
Bresson’un 82 yaşında çektiği son filmi. O sene Tarkovski ile (Nostalghia) beraber en iyi yönetmen ödülünü paylaşmışlardı. Seyrettiğim ilk Bresson filmi. Son filminden başlamak yorum yapmayı zorlaştırıyor. Yönetmenin o güne dek neler çektiğini görmeden, buraya kadar nasıl geldiğini bilmeden ahkâm kesmek yanlış sanki. Seyirciye oldukça mesafeli bir film. Elimizden çıkan kağıt paranın dolaşımı ile ilgili. Paranın insan hayatını nasıl etkilediğini görmek, dönemin Fransa’sını, bir fotoğrafçı dükkanındaki o zamanki fotoğraf makinelerinin işlevselliğini görmek ilginç.
8 / 10
Onibaba (1964) Yön: Kaneto SHINDO Oyn: Nobuko Otowa, Jitsuko Yoshimura, Kei Sato
Japonların iç savaş dönemlerinde, nasıl açlıktan kırıldıklarını, yokluklarla mücadele etmek için nasıl insanlıktan çıktıklarını görmek ve ders almak için kaçırılmaması gereken bir film. Yok olmaya başlayan samuraylık geleneğinin, görevleri yoksul halkı kollamak olan bu savaşçıların, giysileri ve kılıçları için nasıl pisipisine öldürüldüklerini görmek için görmeye değer. Açlık insana her şeyi yaptırır. İhtiyaçlarını basamak basamak gideren insanın vardığı noktayı görmek için de izlenebilir. Dönemine göre cüretkâr bir korku filmi sayılabiliriz.
8 / 10
Eraserhead (1977) Yön: David LYNCH Oyn: John Nance, Charlotte Stewart, Allen Joseph
Lynch’in ilk uzun metrajı, 31 yaşında. Bu günkü tuhaflığı aynen o zaman da geçerli. Adıyla alakalı kaderine doğru giden tuhaf bir adam. Her şey çok tuhaf. Elle tutulur “normal” hiç bir şey yok. İnsanlar, mekanlar, sokaklar, davranışlar. Bu tuhaflığın içine Lynch başka bir tuhaflık eklemiş. Karakterin bütün o korkulu bakışlarının, ezikliğinin ve değersizliğinin tersine, karaktere etkileyici ve ne yaptığını bilen bir ses tonu koyarak zıtlığı dengelemiş. Hele o “bebek” ağlaması yok mu, çıldırmamak elde değil.
7 / 10
3.Türle Yakınlaşmalar (1977) Yön: Steven SPIELBERG Oyn: Ric.Dreyfuss, Teri Garr,M.Dillon
UFO’ların görünmeye karar verdiği bu günlerde kesinlikle kaçırılmaması gereken bir başyapıt. Problemli ve gündelik sıkıntıların bütün doğallığıyla verildiği, 70’lerde o mekânlarda yaşayanların nasıl sıkıldığını oldukça etkileyici bir şekilde gösteren bir film. İnandırıcılık inanılmaz boyutlarda. Bugün bile pek sırıtmıyor. Büyük Fransız yönetmen F. Truffaut da oynuyor filmde. Yine babasız bir çocuk, başka bir ailedeki karmaşa, kavga, gürültüden bunalan aile reisinin her şeyden vazgeçmeyi göze alması gibi alttan akan bir durum da var, her filminde olduğu gibi.
8.5 / 10
Play It Again, Sam (1972) Yön: Herbert ROSS Oyn: Woody Allen, Diane Keaton, T.Roberts
Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Gerçekten muhteşem bir komedi. Senaryoyu da Allen yazdığı için fazlasıyla zekice. Allen’ın “Casablanca” filmini seyrederken açılan film, bu filme bol bol gönderme yapmakla kalmıyor adeta karakterlerini, olay örgüsünü içine katıyor. Entelektüel abazan modeline birebir uyuyor karakter. Fazlasıyla iyi.
9 / 10
Badlands (1974) Yön: Terence MALİK Oyn: Martin Sheen, Sissy Spacek, Ramon Bieri
Bir başyapıt daha. Malik’in 30 yaşındayken çektiği ilk film. Zaten toplamda 4 filmi var. Fazlasıyla ilginç bir yönetmen. Röportaj vermiyor, fotoğrafları, görüntüsü pek yok. İki filmi arasında geçen süre 20 yıl. Bu filmde kısacık bir rolü var ve adı jenerikte geçmiyor. 1950’ler Amerika’sında yaşanmış bir olaydan yola çıkarak çekilmiş bir film. Nedensiz yere şiddet uygulayan, öldüren bir karakterin bir kıza aşık olup onun için her şeyi yapması üzerine gelişiyor olaylar. Dış ses olarak Sissy Spacek’in ağzından dinliyoruz olayları. Spacek’in, 15 yaşında bir kızın dünyasından yorumlayıp, adamımızın işlediği cinayetleri oyunmuş gibi anlatması fazlasıyla ironik. Görüntü yönetmenliği tek kelime ile kusursuz. Malik de hemen akla Kubrick’i getiriyor, her türlü takıntısı ve mükemmeli araması ile. Ortaya çıkan iş ise tek kelime ile mükemmel.
9 / 10
Revolutionary Road (2008) Yön: Sam MENDES Oyn: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet
Döneminde çok okunan, kült olmuş bir romanı uyarlamış Mendes. 1955’de bir banliyö evine (mevcut banliyö treni olgusu nedeniyle Türkiye’de kenar mahalle olarak anlaşılan, esasen şehir dışında oturmaya parası yetenlerin oturduğu yerleri tanımlamakta kullanılan terim...-ekşisözlük) yerleşen genç çiftin yükselirken düşüşü üzerine. Savaş sonrası filizlenmeye başlayan kapitalizmin ilk denekleri, kurbanları olan bu insanların durumunu görmek için kaçırılmaması gereken bir film. Dönemi çok iyi yansıtmışlar her anlamda. Hollywood sinemasında banliyö mekânlar meşhurdur, bilen bilir. “Buz Fırtınası”, “Örümcek Adam”, “Big Fish”, “Pleasantville” gibi filmler bu yerlerde geçer ve mekânlara fazlasıyla vurgu yapılır. İzole ortam olmalarının orada yaşayan insanlar üzerindeki etkisi, yabancılaşma, şehrin kalabalığından kurtulmuş olmanın verdiği huzurla, yeni tatminsizliklerin birbirine karışması, çılgınca şeyler deneme isteği (bkz: Buz Fırtınası) Filmde özellikle bir karakter var ki, sahnelerinde diğerlerini ezip geçiyor: Michael Shannon. Bu adama dikkat. Henüz 35 yaşında ve müthiş bir oyuncu. William Friedkin’in “Bug” filminde çok zorlu bir başrolün altından kalkabilmişti. Bu filmde de kendini fazlasıyla parlatmış. Mendes bence iyi bir yönetmen ama bu filmde biraz sönük kalmış.
7.5 / 10
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Çok güzel okumalar bunlar. Tenks Hegel.
The Fountain / Darren Aranofsky
Film sonuna kadar gayet iyiydi, fakat Aranofsky'nin yarattığı zor bir hikayeyi bağlama çabasını çok tutmadım.
Fazla sembolik düzeyde kaldı, her ne kadar mevzuyu ilgilendiğim kültürel kökenlere bağlasa da. Neticede belki biraz daha uzatılarak, biraz daha detaya inilerek kurtarılabilir gibi geldi filmin sonu.
Fakat geniş bir zaman dilimine yayılmış hikayenin sonu fazla yüzeyseldi.
Adem ile Havva'nın hikayesi, hele ki bunu "sonsuzluğu" yayıyorsak daha dolu bir filmi hakkediyordu.
6.5 / 10
Hala Pi ve Wrestler en iyi filmleri Aranofsky'nin benim için.
Osmanlı Cumhuriyeti
Doğrusu beklentimi çok düşük tutmuştum. Beklentimden çok iyi çıktı. Gayet güzel bir drama/komedi. Dozajında ve abartısız, salak subuk espriler yok, anlamsız durumlar yok. Gani Müjde'den beklemediğim ölçüde iyi bir senaryo ve film, şaşırdım doğrusu.
7/10 veririm (Türk standartlarıma göre)
- baço
Devrim Arabaları, gerçekten güzel anlatılmış tarihi bir film olmuş. Ülke gerçeklerini ve insanların çabalarını sanatsal özelliklerle işlenmiş. Aldığı ödülleri hakeden bir film .
9/10
Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!Toprak bakır gök bakır.Haykır güneşi içenlerin türküsünü,hay-kır haykıralım!