Forum

Ölüm kavramının çeş...
 

Ölüm kavramının çeşitli disiplinler ve film sanatındaki yeri

1 Gönderi
1 Üyeler
0 Reactions
1,646 Görüntüleme
(@rec35)
Gönderi: 176
Başlığı açan
 

Tarih boyunca insanların ölüm karşısında sergiledikleri tutumlar yazılı - sözlü ve davranış düzeyinde çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Ölüm tarihin hiç bir evresinde basit bir olay olarak algılanmamıştır. Bu sebeple ölüm değişik disiplenlerde incelenen bir çalışma konusu olmuştur. Özellikle din, felsefe, sanat, edebiyat gibi alanlarda çok öncelerden beri yoğun çalışmalar yapılmasına karşın psikoloji gibi yeni gelişen alanlarda bu konunun araştırılması oldukça yenidir.

Ölüm her zaman için bizimle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. İnsanoğlu ortaya çıktığı ilkel dönemden beri ölüm üzerine sıkça düşünmüştür. Fakat her insan bu konuya farklı anlamlar yüklemiş, onu başka başka algılamıştır. Bazıları için bir yok oluşken, bazıları için yepyeni bir hayatın başlangıcıdır.

Klinik olarak ölüm yaşamsal faaliyetlerin ortadan kalkması olarak tanımlanmaktadır. Psikolojide ölüm kavramından ilk bahseden Freud'tur. Freud'a göre insanın başlıca iki temel güdüsü vardır. Bunlardan ilki libido adını verdiği cinsiyet güdüsü, diğeri ise saldırganlık ve yıkıcılık tepkilerini açıklamak üzere kullandığu ölüm içgüdüsüdür. Yine Freud'a göre insanların doğanın tehditine karşı sığındığı ilahi varlıklar mevcuttur. Bu yüzden Freud ölümü, dini paranoid aklın bir ürünü, aynı zamanda nevrozların ilk belirtisi olarak kabul eder.

Farklı inanışlar ve farklı dinler ölüme değişik bakış açıları getirmiştir. Yahudiliğe göre ölüm cezaların en ağırıdır ve o korkunç bir gerçek olarak algılanmaktadır, Hıristiyanlığa göre insan ruh ve bedenden oluşmaktadır ve ölen sadece bedendir. Ölümle hayat sona ermemekte daha güzel ve daha değişik bir şekle bürünmektedir. Müslümanlara göre ise ölüm, insan ruhunun bedenden alınarak Allah’ın katına yükseltilmesi şeklinde değerlendirilmektedir.

Varoluşçu psikolojiye göre ise ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir, insan isterse ölümü seçebilir, fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Ölüm varoluşun çözemediği fakat yaşamak zorunda olduğu belki de yaşamın anlamının içinde saklı olduğu en büyük gizemdir. Varoluşçulara göre insan, doğduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Onlar için ölüm kavramı konuşulmaması gereken, yaşarken unutulması gereken bir durum değildir; aksine yaşama ışık tutan, yaşamın bir parçası, belki de yaratıcısı olarak görülmelidir. Ayrıca ölümden ya da acı yaratan her şeyden sürekli kaçınmanın, yaşamdan da kaçma ile sonuçlandığı üzerinde durmuşlardır.

Varlığın sonlu oluşu üzerine söylenenler, insanlık tarihi kadar eskidir. Örneğin ölümün yaşam üzerindeki etkisine dikkat çeken ilk filozoflardan Stoacılar, ölümün yaşamın en önemli olayı olduğunu; iyi yaşamayı öğrenmenin iyi ölmeyi de öğrenmek ya da iyi ölmeyi öğrenmenin iyi yaşamayı da öğrenmek olduğunu söylemişlerdir.

İkinci dünya savaşı yıllarına gelindiğinde; Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi filozofların yazılarında ölüm kavramına değindikleri görülmektedir. Ölüm kavramının psikoloji ve psikiyatri alanında ele alınışı ise ikinci dünya savaşı sonralarına uzanmaktadır. İnsancıl psikanalistlerin her biri, farklı zamanlarda, sonradan varoluşçu psikoterapinin temel temalarından biri olan ölüm konusunda görüşlerini ifade etmişlerdir.

Ayrıca İsviçreli bir yazar "Hakikat ya da Ölüm" adlı eserinde Batı düşüncesinin, ölümü ufuk çizgisine götürüp gözden kaybetme isteğinin tam da tersiyle sonuçlandığını ifade eder. Bir tür getto haline getirilmiş mezarlıkların şehirlerin en dışlarına çekilmesi ve ölümü hatırlatacak her şeyin hayattan uzaklaştırılıp ufuk çizgisine gönderilmesi, ölümün bambaşka ve çok daha korkunç yüzlerle karşımıza çıkmasını engellemiyor.Ölümden korktuğumuz için öldürüyor; ölümden korktuğumuz için hayata değil ama hayatın simülasyonu haline gelmiş korkunç takıntılarımıza daha geniş alanlar açıyoruz. Ölümü öldürerek yerine geçirdiğimiz para, mal, mülk, iktidar takıntıları ve hayata sımsıkı tutunmak sandığımız hırslarımız, sadece hayatı değil ölümümüzü de felç ediyor. Yaşlanmayı ve ölmeyi reddeden zombiler haline dönüşmenin yolları böylece açılıyor. Güzellik ve hakikatin, ancak hayatla ölümün birbirinin içine geçmiş ilişkisini keşfetmekle bilinebildiği bir anlayıştan, ölümle birlikte güzelliği ve hakikati de kaybettiğimiz bir simülasyona dönüşüyor hayatımız.

Sinema ölümle yüzleşme deneyiminin en keskin şekilde yaşatılabileceği sanat dallarından birisidir. Sinemanın ölümle ilişkisi, onun gerçek ve estetikle ilişkisinden bağımsız bir şekilde ele alınırsa ölümün aynen korku türünde olduğu gibi korkunç yüzlerle karşımıza çıkması olasıdır. Fakat sinemada ölümün duygusal boyutu daha önemlidir. Ölümle yüzleşme, ölüm acısı, ruhun ölümü gibi konular karakterleri birer hiçlikle yüz yüze getirir. Hiçlikle yüzleşme insanı, gerçeğin ve estetiğin içinden çıkan bir derinliğin içine atar. İnsan hayatın daha önce hiç tanık olmadığı taraflarıyla tanışır.

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman belki de bir bakıma tüm hayatının sorgulamasını Yedinci Mühür filmindeki arayışıyla başlatır. Ölümden bilgilenmek istemektedir. "Öteki taraf ve Tanrı var mıdır?" sorgulamalarını yaparken aslında tek istediği şey bir garantidir, çünkü herhangi birşeye inanmak ister. Diğer taraftan da inanmayı içine sindiremez ama inanma ihtiyacıyla yanmaktadır. Bergman bu filminden Yaban Çilekleri'ne, Çığlıklar ve Fısıltılar'dan Sessizlik'e kadar ölümle ve ölümle yüzleşmenin yollarını bilemediği için biten ama arama ve yüzleşme ihtiyacı asla azalmayan insanların trajedisini anlatır. Ölüm ufuktaki herhangi bir şey olmaktan çıkarılıp buraya ve şimdiye getirilmiştir.

Öte yandan bambaşka bir kültürden gelen Abbas Kiyarüstemi Kirazın Tadı adlı filminde ölüme karşu duruşuyla iktidarsız olan birisini ekrana taşır. İntihar etmek isteyen ama ölümle hayatın ilişkisinde bir yöne doğru dengesizlik yaşadığı için onu bile beceremeyen birisidir bu. Ölümün adeta bir son olarak tanımlandığı filmde bu karakter yaşamayı istemese de ölmeyi beceremiyor olması gerçek ile hayalin trajik bir örtüşmesi olarak yorumlanabilir.

Son olarak ölüm Semih Kaplanoğu'nun Yusuf Üçlemesi'nde bir başka yüzüyle ortaya çıkar. Bal filminde, ölümün bilgi ile ilişkisi görülür. Babasının ölümü Yusuf için bilgilenmek ve bundan sonraki zamanlardaki şairleşme sürecinin başlaması demektir. Yusuf hayatının ilk büyük kırılmasını babasının ölümü ile yaşar. Annesinin ölümü sonucu ise bir başka yüzleşme ve kırılma ile baş başa kalır.

Ölümün gerçekle ve hayatla bağının yeniden kurulumunda sinema oldukça önemli bir görev görmüş ve görecektir. Bunun için gerçek bir ilişkinin yöntemlerini kurabilmek gereklidir.

 
Gönderildi : 06/11/2011 3:45 pm
Paylaş: