aşağıdaki yazı, citizen kane, usual suspects, the psycho, what lies beneath, se7en, fight club ve the sixth sense adlı filmlerle ilgili spoiler içerir. bu filmleri izlememiş bireylerin yazıyı okumaması menfaatlerinedir.
öyküleme, film öyküsünün (yani senaryoda olup biten her şeyin) işleniş tarzı demektir. seyirciden kimi bilgilerin gizlenmesi, zaman kullanımı, tekrarlar, iç ses ya da anlatıcı kullanımı, flashbackler vb. teknikler öykülemenin alanına girerler.
çeşitli soruşturmalarda sinema tarihinin en iyi filmi seçilen citizen kane (yurttaş kane), öyküleme tekniklerinin kullanımı bakımından da seçkin bir eserdir. bu tekniklerin kullanımına görkemli bir örneği filmin ünlü kahvaltı sekansında buluruz.
orson welles, kane ile karısı arasındaki ilişkinin monotonlaştığını vermek için kestirme bir anlatım kullanır, çifti, birkaç kez üst üste sofrada gösterir. ilk kahvaltı sahnesine sıcak bir hava hakimdir, sahneler değiştikçe çiftin paylaştıkları azalır, aralarına bir duvar örülür, birbirlerinin yüzüne bile bakmaz olurlar. o yıllar için çok yenilikçi olan bu anlatım biçimi, bugün de pırıl pırıl durmaktadır.
anlatı, söylem, dramatik kuruluş gibi isimler de verilen öyküleme, en az filmin öyküsü kadar önemlidir. kötü bir öyküleme iyi bir öyküyü başarısız kılabilir, parlak bir öyküleme ise sıradan bir öykünün keyifle izlenmesini sağlayabilir. örneğin, ülkemizde birkaç yıl önce gösterilen hollanda filmi the character, çokça işlenmiş bir baba-oğul ilişkisini, sinema tarihinde bir benzeri yokmuş gibi sunuyor, seyircide bu etkiyi uyandırmayı başarıyordu. filmde gerçekten yeni sayı alabilecek tek şey ise öyküleme tarzı idi.
pulp fiction (ucuz roman), la haine-protesto, usual suspects (olağan şüpheliler), trainspotting, before the rain (yağmurdan önce), high fidelity, the snatch gibi kimi son dönem filmleri de öyküleme tekniklerini kullanış biçimleriyle belleklerde iz bıraktılar. dikkat ederseniz andığımız filmlerin çoğunda ahım şahım bir hikaye yok, ama tümünün öyküleri oya gibi işlenmiş.
sinema tarihinde yeri olan filmlerin çoğu öyküleme tekniklerini ustaca, hatta bazen şairane biçimlerde kullanmışlardır. örneğin the psycho (sapık), janet leigh'in canlandırdığı genç kızı tanıtarak başlar. kız işyerinden para çalar, günlerce yol gider, sonunda bates motele varır. ve asıl film bundan sonra başlar!
hitchcock en kestirme anlatım biçimlerini kullanmakta inanılmaz usta bir yönetmendir, sapıkın girişinde lafı dolandırmasının nedeni sapıkların insanların yaşamını nasıl bir anda değiştirdiklerinin altını çizmek ve seyirciyi şaşırtmaktır. o dönemin starı leigh baş rolde olduğu için filme gidenlerin, kadının, filmden çabucak, üstelik öldürülerek çıkmasıyla uğradıkları şoku düşünsenize! ve tabii ki film, buna benzer şaşırtmacalarla sürer, ki bunların en önemlisi, herkesi öldürdüğünü sandığımız norman'ın annesinin sağ olmadığını öğrenmemizdir.
parlak bir öykülemenin ne mucizeler yaratabileceğine güzel bir örnektir sapık. filmdeki sahneleri kronolojik sırayla aktarsalar neler olabileceğine düşünün: norman'ın annesi ölür ve delikanlı çift kişilikli oluverir. annesinin yaşadığını sanmakta, arzuladığı kızları öldürüp suçu kadına atmaktadır. bir gün, çalıştığı işyerinin parasını çalan bir kız... uzatmaya gerek yok, hikaye kurgusu olmasa sapıkın etkileyiciliğinin çok azalacağı ortada.
oysa örneğin birds (kuşlar) 'ın öyküsü dümdüz bir çizgide ilerler. hitchcock sinema sanatına kendisinden önce bulunmayan incelikleri taşımış bir ustadır, sapık'ın onsuz edemeyeceği şaşırtıcı hikaye kurgusunun kuşlar'da yersiz kaçacağını, hatta filmdeki gerilimi baltalayacağını tabii ki bilir.
benzer bir örneği sergio leone'den verelim:
öyküleri kesişen üç kovboyun öyküsünü paralel olarak anlatan the good, the bad and the ugly (iyi, kötü, çirkin) klasik hikaye kalıplarına uygun olarak gelişir. yolları kesişen üç adam ve bir kadının öykülerini paralel anlatan once upon a time in the west (batıda kan var) da ise hikaye kurgusu o denli grittir ki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerini çözüp öyküyü anlayabilmeniz için filmin ilk saatini tamamlamanız gerekir. bu haliyle film (aynen son leone eseri once upon a time in america (bir zamanlar amerika gibi) iyi olmanın ötesine geçer, belli bir dönem ve kültürün destanına, yitirilmiş değerler ve yaşamlara yakılmış bir ağıta dönüşür.
her filmde öyküleme teknikleri kullanılır, fakat bazı türler belirli öyküleme biçimlerini adeta zorunlu kılarlar. örneğin polisiye filmlerin hikaye kurgusunu hepimiz ezbere biliriz: bir cinayet işlenir, dedektif(ler) olayı incelemeye başlar, çeşitli kişilerin ifadesini alır, araştırmalar yaparlar. bulgular bir araya getirilir, katil tespit edilip yakalanır. bu tür standart polisiyeler, satır aralarında bir hikayeyi daha barındırırlar.
polisiye trikleri kullanan what lies beneath (gizli gerçeği) i düşünelim: michelle pfeifer'ın araştırmaları, kocasıyla kayıp genç kız arasındaki ilişkiyi açığa çıkarır, nitekim harrison ford da sevgilisiyle arasında geçenleri anlatır. oradaki öyküyü kronolojik sırayla anlatırsanız, -ruhun varlığı bir yana- benzerlerinden pek farkı olmayan bir dram elde edersiniz ve tabii ki o filmde norman spencer genç kızı filmin başlarında öldürecek, cinayetin neden ve nasıl işlendiği de seyirciye aktarılmış olacaktır. oysa polisiyeler, “katil kim?” sorusuna odaklanırlar, bu tür eserlerde tüm film bu sorunun yanıtlanmasına doğru ilerler.
merkeze bir sorunun yerleştirilmesi çok işe yarayan bir öyküleme tekniğidir. field of dreams (düşler tarlası) 'ın başında gaipten gelen bir ses kevin costner'a “inşa edersen o gelecek” der. neyi inşa etmesi gerektiği hemen açıklanır, filmin finaline kadar seyircinin merakını ayakta tutan ise mısır tarlasındaki beyzbol sahasına kimin geleceği olur. immortal beloved (ölümsüz sevgili) ise beethoven'ın gizli aşkının kimliğine odaklanır. sorularla ilişkisi bakımından sinema tarihinin belki de en ilginç filmi ise yine welles imzasını taşıyan the trial (dava) dır. ne suç işlediğini anlamaya çalışan bay k.'nın hikayesini ele alan yapıt, ana sorusunu öyle labirentlerde dolaştırır ki film dev bir paranoyaya dönüşür.
bazen filmi “katil kim?” sorusuna odaklamak yerine bir noktasında bir cinayetin işlendiği bir dram yazmak daha sarsıcı olabilir. georges simenon bu tür romanlarla ün kazanmış, katilin, çevresindekilerin ya da tanıkların ruh hallerini incelediği, atmosfer üzerinde odaklandığı seçkin eserler vermişti. çok ünlü bir başka örneği hepimiz biliyoruz: dostoyevski, sıradan bir polisiye olabilecek bir hikayeden edebiyat tarihinin başyapıtlarından birini yaratırken sırtını öyküleme tekniklerine yaslamıştı. gerçekten de suç ve ceza -tüm büyük romanlar gibi- bir öyküleme harikasıdır.
öyküleme, filmin merkezine bir sorunun yerleştirilmesiyle tamamlanmaz, o sorunun yanıtının ne zaman ve nasıl açıklanacağı da bu tekniğin sorumluluk alanına girer. se7en (yedi), katilin kimliği üzerine odaklanıyormuş gibi davranmayı umulmadık bir anda bırakır: morgan freeman ve brad pitt kütüphaneden adresini aldıkları eve gider gitmez katille karşılaşırlar, seyirci henüz bunun şokunu atlatamamışken katil kendi ayağıyla gelip teslim olur, filmin asıl sürprizi ise daha sonradır.
hikaye kurgusunun ne işe yaradığına “yedi” çok güzel bir örnektir: o filmdeki katil kimliği ve cinayetler çok ilginçtir, bakış açısını değiştirerek katilin yaşamına odaklansanız çok etkileyici bir film elde edersiniz. fakat böyle yaptığınızda merak unsurunu azaltmış olursunuz ve seyirci filmde özdeşleşebileceği birini bulamaz. daha önemlisi katilin bakış açısından anlatılan bir “yedi” filmi o kadar sert olur ki, bunu yapabilmek için insanlığın o sertliğe hazır olduğundan emin olmanız gerekir.
sapıkta gerçeğin anlaşıldığı an, sarsıcıdır: bir el yaşlı kadının omzuna dokunur, koltuk döner ve bir kurukafayla yüz yüze kalırız.
oysa fight club (dövüş kulübü) da pitt, edward norton'un karşısına oturup kendisinin onun alt benliği olduğunu sakin sakin açıklar. filmin bu büyük sürprizi o kadar sakin açıklanır ki bomba etkisi yapar. aynı etkiye the sixth sense (altıncı his) de de rastlarız. yurttaş kanede rosebud isminin anlamının açıklanması en sona, şiirin tamamlandığı, hüznün doruğa çıktığı ana saklanır. olağan şüpheliler'de kayzer söze'nin kimliğinin açıklandığı sahne de çok şıktır.
öyle de olmalıdır zaten, film boyunca seyircinin tanımadığı bir adamdan çok etkileyici bir biçimde bahsederseniz, o adamın kimliği ve bunun açıklanış biçimi olabildiğince güçlü olmalıdır. klasik bir tiyatro deyişi vardır: “oyunun başında bir tabanca görünüyorsa, finalde patlamalıdır” derler. öyküleme tekniklerini kullanmakta mahir olan senaristler, silahın patlayacağı en uygun anı seçmeyi bilir, daha önemlisi, namludan fırlayan kurşunu öyle birine, öyle bir biçimde saplarlar ki seyirci de yaralanır.
tamer baran - sinema yazarı