http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1212158404&news_code=1270420777&year=2010&month=04&day=05 " onclick="window.open(this.href);return false;
TÜM BU YAZDIKLARIMI YAZIDA İSMİ GEÇEN FİLMLER İÇİN DEĞİL, YAZININ BANA ÇAĞRIŞTIRDIĞI GENEL BİR ALGI İÇİN YAZIYORUM! TÜRLÜ VESİLELERLE FORUMDA PAYLAŞTIĞIM FİKİRLERİN KISACA BİR ARAYA GETİRİLİŞİ DE DİYEBİLİRİZ.
Sınıf ve de tüm ezilenler, kendi filmlerini kendileri yapmadıkları sürece sınıf da ezilenler de sinemaya hiçbir şekilde geri dönemez. Haneke eleştiriyor olduğu sınıflara ulaşabiliyor, doğrudan onlarla oynuyor, onu bir kenarda tutuyorum. (Burjuva-entelektüellerini eleştiriyor, zaten filmlerini de onlar izliyor.) Fakat ezilenlerin filmini yapanların filmini hangi ezilenler izliyor? Sınıfa da ezilenlere de uzaktan atılan entelektüel bir bakıştan öteye geçemeyen "sınıf filmleriyle" dolu sinema. Reha Erdem. Nuri Bilge Ceylan. En sevdiğim yönetmenlerden. Sordukları sorulara hayranım, ama kullandıkları dile değil. Konu ettikleri kişiler, filmlerinde kullandıkları temsillerin gerçek hayattaki karşılıkları, oturup bu filmleri izlerler mi; hiç sanmıyorum? Üç Maymun'daki karakterler, o mekandaki insanları düşünelim, Üç Maymun'la karşılaşınca 20.dakikasında kapatırlar filmi, anlatılan kendi hikayeleri bile olsa. Buradan genel "sınıfı dert eden" bakışa dair bir şeyler de çıkartabiliriz aslında. Bu bakışın aslında "sınıf"tan ne kadar uzak olduğuna dair bir şeyler...
Recep İvedik ve benzeri çok izlenen filmler "sınıfı" dert etmese de, sınıfın kültürel dilini kullandıklarından çok izleniyorlar. Bu filmleri bir "yanlış bilinç" meselesine sıkıştıramayız haliyle. Neden bu kadar izleniyorlar, cahil, aptal halk da diyemeyiz. Dönüp kendimize "sınıfı dert ederken" nasıl bir sinema dili kullandığımıza bakmamız gerekiyor. Akasya Durağı izleyen koca bir kitleye, Bunuel diliyle "sen aslında sınıfsın", "sen aslında eziliyorsun" dersen "ne diyor lan bu dümbük, aç Ezel izleyelim orada bizden bir şeyler var" der.
Farklı bir boyut daha var. Hep kameranın önü düşünülüyor, kamera arkasını dert eden yok. Önde müthiş bir sınıf temsili var diyelim, sınıfın kültürel dillerine de nüfuz edilebilmiş diyelim, ama kamera arkasında kafasına dekor düşme tehlikesiyle çalışan insanlar, set işçileri dolu. Bu nasıl bir çelişkidir?...
Sonuçlandıracak olursam, sınıf sinemaya geri döndü diyebilmek için:
1) Sınıfı dert eden filmler, sınıfsal temsilleri "doğru" bir biçimde yerine getirecekler.
2) Bu temsili, temsil edilenin diliyle yapacaklar. (Bu bir noktaya kadar coşkuyla karşılanabilir)... ... Devamını Gör
3) Sınıf kendi filmlerini kendi yapacak, kamera arkasında kendi çalışacak, yaptığı işe yabancılaşmayacak.
Ben bu durumda kendi adıma sadece 2. aşamaya gelebileceğim, 3. aşamaya sınıfsal konumum nedeniyle hiçbir şekilde gelemem (günün birinde işçi sınıfı konumuna düşmeyeceğimi varsayarak), ama mücadelemi 3.nün gerçekleşmesi için vereceğim.
Mahallelerde ücretsiz sinema okulları kurulması, setimde çalıştıracağım işçilerin sendikal hakları vs. yöntemleriyle.
Sınıf ve de tüm ezilenler, kendi filmlerini kendileri...
Bence "o" kesimden senin bu yazını okuyan hiç kimse de kalkıp "haydi sinema yapmamız lazımmış, biz ezilenmişiz" demez. "Ne diyo lan bu adam hadi Ezel izleyelim" der. O zaman iş önce hitap etmekle başlayacak. Bu yazının üslubu içeriği ile çelişkilidir.
Dediğin sorunlar bir anda aşılamaz. En az 20 yıl gerekli. Adım adım. Mahallelerde başlayacak. Kahvelerde gösterimler olacak vs. vs.
Bu söylediğin aslında çok iyi bir şekilde 65-80 arası Türk Sinemasında süper bir şekilde yapıldı KEzzo. En iyi Kemal Sunal filmleri buna örnektir. Yılmaz Güney filmleri vs. Bunlar yapıldı ve artık yeni bir dil arayışına girildi. Dünya Sinemasında var olma çabasını es geçmiş bu yazdıkların. Misal bir koreli biçimciliğini koruyarak, dili oryantalist bi hale getirse bile kendi kültürünü memleketinin derdini sana izletmeyi başarıyor. Bu saydıgın yönetmenlerin başarısı buradan geliyor. Bu da şunu doğuruyor tabi. Bizi anlatıyor dünyaya ama biz anlamıyoruz lan! İşte orada başka bi klişe tartışam çıkıyor. Sanat mı halka inmeli yoksa halk mı bir sanat eseri izlemenin farkındalığı ile çaba göstermeli? Eyyolamam bu kadar.
Sınıf ve de tüm ezilenler, kendi filmlerini kendileri...
Bence "o" kesimden senin bu yazını okuyan hiç kimse de kalkıp "haydi sinema yapmamız lazımmış, biz ezilenmişiz" demez. "Ne diyo lan bu adam hadi Ezel izleyelim" der. O zaman iş önce hitap etmekle başlayacak. Bu yazının üslubu içeriği ile çelişkilidir.
Dediğin sorunlar bir anda aşılamaz. En az 20 yıl gerekli. Adım adım. Mahallelerde başlayacak. Kahvelerde gösterimler olacak vs. vs.
Evet bence de demez. Zaten ben bu yazıyı o kesime yazmıyorum size yazıyorum.
O kesimle konuşmam farklı olur.
Temel mesele şu noktaya varmak aslında:
İnsanlar "şu insan gibi film yapmak" diyebilmeli.
O insanların dertlerini en azından anlamaya çalışıyor olduğunu göstermek lazım.
Yılmaz Güney bunu başardı, bir sürü sinemayla alakası olmayan adamı sinemaya götürdü.
Bugün Polat Alemdar'ı örnek alıp boş milliyetçilikle kafa göz kıran gençlik, o zamanlar, aynı delikanlılık kültürü üzerinden, Yılmaz Güney'i örnek alıp, bu ülkeyi nasıl kurtarırız diye düşünüyorlardı. Bunu yakalayabilmekten bahsediyorum.
Özgür saymış işte bir sürü örnek, çok haklı.
Bugünün Türkiye'yi yurtdışında çok başarılı bir şekilde temsil eden adamlara hayranım.
Hepsinin sinemasını ne kadar sevdiğimi söylememe gerek yok.
Çoğunun filmine ilk çıktıkları gün gidiyorum. Ufkumu açıyorlar.
Ama hepsinde Yılmaz Güney'de olan o "derdin" eksik olduğunu düşünüyorum.
Fazla bireysel ve bireyci filmler... Uzak örneğin aslında toplumsal bir meseleyi ele alırken öyle bir anlatır ki, mesele çok fazla "iki adamın derdi"ne dönüşür. Çoğunluk da orada bakıp kendini göremez, sıkılır. Biz biraz daha soyutlama düzeyi yüksek insanlar olarak -ki bu yetenek değildir bence kimseyi kimseden üstün yapmaz- anlıyoruz bu toplumsal gayeleri ama bakkal amca kendini orada görmek konusunda sıkıntı yaşıyor. Kemal Sunal'da yaşamıyordu ama.
Bu abilerden de öğrenecek şeyler var evrensel dil konusunda, ama onların da Yeşilçam'dan öğrenmeleri gerekn çok şey var.
Evrensele, entelektüel dile yakın olma amacındayken kendini kültürünün dilini unutmaktan bahsediyorum.
Oysa onlar tam tersini yaptıklarını iddia ederler. Uzak tam bu kültürün sorunlarının evrensel ifadesidir Nuri Bilge Ceylan'a göre.
Ama oturup hiçbir taşralı da o filmi izlemez, istisnalar da kaideyi bozmaz.
Çelişki burada.
Ve tabi bunun birden olmayacağını da biliyorum.
Mahalleler, kahveler konusunda Bilal haklı...
Benzer şeyler düşünüyorum.
Biz bu konuyu yaklaşık olarak 3 aydır düşünüyoruz. Teoride ve pratikte ne yapılabilir tam karar veremedik ama şu kararı aldık: Filmimizi kahvelerde göstereceğiz. Projeksiyon ve ses sistemi bulduk mu gösterim yapacağız sürekli.
Bir de böyle çok düşünüp, şöyle film yapmalıyım, böyle film yapmalıyım demek çok doğru değil bana göre. Herkes içinden geldiği gibi sinema yaparsa zaten bu dediklerin doğal bir şekilde gerçekleşmiş olur. Ahmet Uluçay örneği var önümüzde. Mis gibi film yapmış. Çok matematiğine girince işin sıçış ihtimali yüksek.
Valla ben linkteki yazıyı da KEzzAP'ın yazısını da dikkatle okudum. 3-4 seferdir de bu başlığa birşeyler yazayım diyorum ama nedense başaramıyorum. Linkteki yazı çok garip, açıklayıcı olamamış, söylemek istediğini özetleyememiş bir yazı gibi göründü bana. O yazının odağını kavrayamayınca devamını da anlamakta güçlük çektim. Biri özetlese ya konuyu helalinden....
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Benim bu sayfada en çok payitaht'ın son mesajındaki son paragrafa katılmıyorum. Hatta o fikirden o kadar uzağım ki bu konuda yazma niyeti, bir dili kullanırken dilbilgisini kullanmanın gerekliliğini yazacakmışım gibi bir his veriyor.
Görkem neyi anlayamadın tam olarak, ona göre izah etmeye çalışayım.
Farklı sebeplerden de olsa, aslında hoşlanacağın şeyler söylüyorum bir anlamda. Popüler işlere göz atalım, kucak açalım,
ama orada kalmayalım, sesi olmayanların sesi olabilmek için üçüncü bir boyut açalım diyorum.
Bilal, söylediğim işin matematiğine kafa yormak, nasıl bir film yapalım demek değil.
Yani filmin nasıl olması gerektiğine "yol" karar verir, böyle düşünüyorum ben de.
Ben, nacizane, kendilerini çok ifade edemeyen insanların filmini, o insanların da ekranda gördüklerinin kendileri olduklarını anlayabilecekleri, ama aynı zamanda kendilerini bir adım öteye de taşıyabilecek nüveleri gördükleri bir dille yapmak istediğimi belirtiyorum. (Ne kadar başarılı olurum bilemem. Ne zaman olurum bilemem. Olabilir miyim bilemem. Denemeye çalışıyorum.) Yoksa bir matematik işlemine kafa yorar gibi mekanik düşünmüyorum yani.
Tutunamayanların, kendileri ile ilgili sert söylemli filmleri seyretmediği bir gerçek. Bir çelişki gibi de görülebilir. Ama aynı tutunamayanların, kendileri adına kurulmuş partilere hiç oy vermemesi de aynı çelişkiden izler taşıyor. Bunun köklerine uzanmak lazım. Cumhuriyet yeni bir rejim sunmuştur ama yüzyıllarca farklı şekilde yaşamış halkın buna alışması çok zaman almıştır; hala da almaktadır. Sinema da son yüzyılın icadı olarak halk tarafından zamanla alışılan bir sanattır. Bu sanatın ana formüllerine alışmak, kabullenmek bile çok zaman almışken, halkın karşısına yepyeni formüllerle, bağımsız sinema örnekleriyle çıkmak, ona bunu kabul ettirip sevdirmek elbette zordur.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer