Bulunduğu ortam, işleyeceği konu, içerisinde bulunduğu zaman dilimi, yılın modası, ekonomi vs... gibi her türlü değişkene göre tarzını, ekibini, ekipmanını değiştiren, ya da sadece farklı şeyler ortaya koymak için yaptığı işlerin bir kısmı birbirine pek benzemeyen yönetmen modelidir.
Öncelikle büyük prodüksiyon şirketlerine çalışan film, dizi, video klip yönetmenleri gibi, ekmek parası peşinde koşan kişiler bu kümelemenin dışında tutulmalıdır . Zira kendileri küçük miktarlarda yorum katabilseler dahi, paralarını ödeyen kişilerin isteklerine boyun eğmek zorunda olduklarından, eserlerine istedikleri havayı, ruhu yeteri derecede yansıtamamaktadırlar.
Bukalemun yönetmen teorisinin , kelime itibariyle çıkış noktası , sadece müzik kariyeri ele alınarak varlığı kabul edilen David Bowie'dir. Bilindiği üzere David Bowie müzik piyasasında imajıyla, sounduyla; hem mecazi hem de gerçek anlamıyla bukalemun misali yaşayan birisidir. Bir bakarsın değişik makyajlar yapıp, çıplak pozlar verir. Ertesi gün geldiğinde görürsün ki adam efendileşmiş, takımını çekmiş üstüne jilet gibi. bir bakarsın Stevie Ray Vaughn'la çalışır, öbür gün Morrissey'le. Rock, pop, jazz, kısacası her şeyi yapan, deneyen bir adamdır.
İşte sinema dünyasına yönetmen olarak entegrasyon sağlamış, David Bowie misali kişiler bukalemun yönetmen sıfatıyla anılmaya hak kazanırlar.
Yani auteur ve auteur'e yakın olarak kabul edilen yönetmenler kümesine "a kümesi" dersek bu yönetmenler, yönetmenler evreninin a' kısmında bulunurlar
Bukalemun yönetmen teorisini daha iyi kavrayabilmek için öncelikle a kümesine girmeyen, ama aynı zamanda bukalemun olmayan yönetmenleri incelemek gerekmektedir. Bu yönetmenler günümüzde (ve bir kaç on yıl öncesindeki istisnalar ile) artık hep aynı konu etrafında dönmekten kaçınmaktadırlar. Modern başyapıtlar çıkaran yönetmenler belli türlere sadık kalmamakta; korku filmleri çekerken, bir aşk filmi çekebilme potansiyeli ile vizörlerinden bakabilmektedirler. Lakin konular ne kadar değişirse değişsin; gece, gündüze - elma, armuta - Natalie Portman, Oya Aydoğana dönerse dönsün bu kişilerin çorbadaki tuzunu, gurme edasıyla bir yerlerde tadarsınız.
Uydurduğum savı kanıtlamak için; aynı yönetmenin iki farklı filmi, üç değişik izleyici profiline gösterilip, yönetmenin iki filmini tahmin etmelerini istemek suretiyle bir deneye girişilirse;
deneyde eşleştirilmeleri istenilen iki film, yakın tarihte ikiden fazla başarılı film çekmiş, farklı bir stile sahip olan bir yönetmenin filmografisinden seçilmiş olacak, ve bu yönetmen daha önce belirtildiği gibi ne bukalemun, ne de a kümesinden olacaklartır. Bunlara ek olarak alakasız yönetmenlerden alakasız filmler konularak ortam şenlendirilecek, kobaylarımızın kafası karıştırılmaya çalışılacaktır
Filmlerinin eşleştirilmesi beklenen yönetmen Terry Gilliam, ve filmler "Fear and Loathing in Las Vegas" ile "Brazil" olarak belirlenmiştir.
Kafa karıştırmak için ortaya sunulan filmler;
konu benzerlikleri açısından: Danny Boyle'dan "Trainspotting", Michael Radford'dan "Nineteen Eighty Four"
oyuncu seçimleri açısından: Tim Burton'dan "Edward Scissorhands", Martin Scorsese'den "Taxi driver"
Filmler karışık bir şekilde kobay izleyicilere izletilir. Otomatik portakala döndürülüp eşleştirme yapmaları istenir;
-Ortalama bir izleyici büyük ihtimalle filmlerdeki belirleyici farkları algılayamayıp doğru bir eşleştirme yapamaz.
-Belli bir sinema kültürüne ulaşmış izleyici; hikayenin anlatılışından, dekordan yola çıkarak yönetmeni eşleştirmeye çalışırken maymun olur, büyük bir ihtimal doğru eşleştirme yapar.
-Kafayı sinema ile bozmuş bir kişi ise (belli bir sinema kültürüne ulaşmış izleyiciye ek olarak) filmdeki ışık kullanımı, kullanılan objektiflerin yarattığı perspektif oyunları, kamera açıları, kurgu gibi üzerlerine sayısızca madde eklenebilecek olan değişkenler ile yönetmeni doğru şekilde tahmin edip filmleri eşleştirir.
Peki bu Terry Gilliam denen vatandaş'ın bu kadar belirleyici özellikleri nedir? Ve bu özellikler bize neyi kanıtlamaktadır?
Öncelikle "Fear and Loathing in Las Vegas" ile "Brazil" konu olarak birbirinden son derece farklı iki filmdir. sinopsis, tretman ve senaryo üzerinde; ne zaman açısından, ne oyuncu seçimi açısından, ne de konu açısından hiç bir şekilde ortak bir yerde buluşturulmalarına imkan yoktur. Birisi gerçek bir yaşam hikayesinden alınmış olup, las vegas'a giden iki keşin maceralarını anlatmakta, diğeri ise bir kitap uyarlaması olup, distopik bir ortamda yaşayan bir adamın sistemle mücadelesini anlatmaktadır.
Ama olaylar senaryo aşamasından çıkıp çekim senaryosuna dönmeye başladığında farklı bi hal almaya başlar. Terry Gilliam'ın sihir mi keramet mi, artık ne olduğu bilinmeyen yeteneği işin içine girer ve filmi izleyen kişi sinemadan birazcık anlıyorsa filmi bir yerinden yakalayıp diğerlerinden ayırır. Çünkü Terry Gilliam'ın stilinde; görüntüde hafif bir barrel distortiona yol açacak kadar çok kullandığı geniş açı objektifleri, ayırt edici mekan tasarımları ve minimum miktarda kullandığı cgi vardır. Karakterler durmadan hayallere dalar, triplerden triplere koşar, fantazilerden fantazi beğenirler. Açıklamaya çalıştığım gibi sinemadan biraz bir şey anlayan bir insan iki tane Terry Gilliam filmi izlese adamın stilini öğrenebilir.
Bukalemun ve a kümesinden olmayan yönetmenlere Christopher Nolan, Jean Pierre Jeunet, Çetin İnanç , David Fincher, Michel Gondry, Tim Burton, Takeshi Kitano, Paul Thomas Anderson, David Lynch gibi sayısız adam eklenerek buradan güneşe uzanan bir liste oluşturulabilir.
Zannedersem bu kısmı yeterince anlatabildim. Şimdi geldik asıl konumuz olanlara. Dediğim gibi "bukalemun yönetmen".
Bu heriflerin bi yaptıkları diğerini tutmaz. ne halt yedikleri belli değildir. Deney adamıdırlar. "Dur lan şunu bi deniim, bakalım nası olacak" "abi bi polisiye bi de gençlik filmi yapacam" gibi değişik fikirlerle hayata tutunurlar.
En önemli temsilcilerinden birisi zannımca Darren Aronofskydir. zamanında yaptığı kısa filmler dışındaki 4 tane filminide izledim.
-Pi'de matematik ile kafa karıştırıp, bana göre başarılı bir psikolojik gerilim çekti. İlk filmi olduğundan çok düşük bütçeliydi. Eş dosttan para topladı çekti filmi. Parasızlıktan teknik imkan bulamamıştır diye bu filmi bir kriter olarak almıyorum ve diğerlerine geçiyorum.
-Requiem for a Dream'de beğenimi kazandı. Video klip estetiğini sinemada oldum olası sevmişimdir. Time lapse, jump cut, fast-slow motion her şeyi tam kararında kullanmış çok güzel bir film ortaya çıkarmıştı. Uctugunu herkese duyurma merakina sahip genç arkadaşlarımız tarafından folloş edilmesine, teması ile ana haber bültenlerinin müzik kutusu olmasına rağmen bu filmi hala çok sever ve sayarım.
-The Fountain'ı izleyişimi hala hatırlarım. O kadar umutla hazırlamıştımki kolamı... cipsimi. Hem pek severim Rachel Weisz'ı. Zaten Aronofsky'i çok sevmiştim önceki iki filminden. Güzel kareler yakalıyordu. Yeni bir soluktu her şeyiyle. Belli bir estetiği vardı. Ama birden her şey mahvoldu benim için. İç içe geçmiş hikayeler, paralel evrenlere taşınan Inarritu rüzgarları, güzel ama harcanmış bir fikir. Üstelik çok umutlu olduğum o yönetmen tarzını yitirmiş. Önceki gibi hikayeyi iyi anlatamamış, hatta batırmış. Stop motion animasyon yaşam ağacı ve uzay sekansları dışında görsel olarak tatmin eden hiç bir şey yok. Hiç beğenmedim bu filmi. Hemde hiç
-The Wrestler ise Aronofsky'nin ipi kopardığı yerdir. Başarılı bir filmle olaya giren, harika bir film yapan, sonrasında başarısız bir film çeken adamın bana kalırsa geri dönüşüdür. Fountain faciasından sonra toparlanırken yanında Mickey Rourke'uda kurtarmıştır. Başarılı olmakla birlikte, sinema adına yeni bir şey vadetmeyen, insanların kötü demeyeceği ama hiç bir zamanda süper bir film demeyeceği bir film The Wrestler. Ama... Aronofsky burda eski üç filminden teknik açıdan tamamen kopmuş, indie denizlerine yelken açmıştır. Ne adam gibi sabit bir kamera vardır. Ne de yedirilerek yapılan zoomlar. Bir an kendinisini Von Trier zanneden bir amerikalının yaptığı bir film izlenimi verdi bana. Sonra Arrested Development, 24 zoomlarına kaydı olaylar. Ani girişler, ani çıkışlar. Yanlış anlaşılmasını istemem. kesinlikle güzel bir film olmuş The Wrestler. Hatta bu indie tarz çok uymuş filme. Başka bir şey de düşünülemezdi.
Asıl dikkat çekmek istediğim konu bu dört filmin birbirinden teknik açıdan çok farklı olmasıdır. Daha önce tasvir ettiğim deney bu filmlere uygulanırsa büyük ihtimalle kobaylar hiç bir şey anlamayacaklar ve eşleştirme yapamayacaklardır. Bir filmde azami miktarda cgi, bir filmde de sıfır cgi, bir filmde sabit kamera, bir filmde kamera omuzda kullanıyorsa, bir filmi öbür filmine teknik açıdan benzemiyorsa. işte bu adam bir bukalemun yönetmendir.
Bukalemun yönetmenleri Tony Scott, Bryan Singer, Mathieu Kassovitz, Nick Cassavetes, Steven Sodebergh, Francis Ford Coppola ve en büyük isim olarak Steven Spielberg'i de gören çok geniş bir spektrumda incleyebiliriz.
Peki bukalemun yönetmen kötü müdür?
Şimdi bu kadar güzel iş yapmış bu kadar güzel bukalemun yönetmen varken ben nası kötü bir laf edebilirim. Çok şanslıyız ki bukalemun yönetmenler var ve biz onları çok farklı işlerde görebiliyor, geniş bir çimenlikte top oynamalarını izleyebiliyoruz.
Güzel yazı, yanlız sözlükte tek "s" ile, burada niye çift "s" ile?
daha önce ssoujiro idi. o nickimle atıldım. sonra tekrar soujiro olarak girdim.
Sözlüğün havası kaçmış zaten, buraya takıl sen. 🙂
😀 uzun süre önce kaydoldum ama yeni yeni vakit buluyorum. ayrıca yazıya güzel demişsin. teşekkür etmeyi unuttum.