Evet KEzzAP dediğin gibi: "Filmde hoşuna gitmeyen yerlerin, o sarkan yapay kalan yerlerin senin kendi okumanla benim kendi okumam arasında örtüşmeyen yerlerden kaynaklandığını düşünüyorum." İkimiz bambaşka yerlerden bakıyoruz ki bu bence hiç sorun değil, senin için de sorun değildir umuyorum. Ben klişe meselesiyle ilgili bir eleştiri olduğunu hiç anlamamıştım. Yani bunu aklıma bile getirmedim. Dedektifçiliğe merak sarmıştım, gizemi etkilemişti. Tabii öyle olunca, benim eleştirdiğim yerlerin tümü, zaten klişe mantığıyla birebir örtüşüyor, "void and null" oluyor. (Kusura bakmayın bu terimi kullandım, direk karşılıyordu. Geçersiz diyebiliriz)
Aynı görüntülere bakıp farklı şeyleri düşünenlerle ilgili, büyük Türk düşünürü Cem Yılmaz'ın şu ifadesini gülerek hatırlatmak istiyorum:
"İstanbul'un silüetine bakıyor bazısı, Yahya Kemal oluyor, o silüet onda öyle bir his uyandırıyor; bazısı bakıyor aynı silüete diyor ki 'İstanbul sen mi büyüksün ben mi büyük, ananı skecem senin' diyor."
Teşbihte hata olmaz, ben burada ikinci takoz oluyorum sanırım 🙂 Yolu açık olsun filmin Fırat, çok açık olsun.
Şimşekler çakmış, bu çok hoş .Tam beklediğim gibi, filmi beğenen ve beğenmeyenler eşit sayıda. Ne beğenen sonuna kadar tapınıyor filme, ne de beğenmeyen tiksinityle yaklaşıyor. Film hassas bir dengede hayatına devam ediyor ve hep böyle edecek.
Şunu itiraf etmeliyim ki bu film hiç bir zaman içime tamamıyla sinmedi ve her ne kadar altına sığınmak istemesem de inanın çok çok aceleye gelmiş bir proje, maalesef. Ham meyvayı koparıp dalından önünüze sunduk. Bir üst paragrafta bahsettiğim beğenme/beğenmeme olayı da bu yüzden zaten.
Yorumlara Fırat gerekli cevapları verecektir zaten. Herkese teşekkürler.
Filmin ingilizce çevirisi için yardım arıyorum.
Filmin ingilizce çevirisi için yardım arıyorum.
Ali the great translator will be at your service, mate.
filmin ilk başlarında biraz sıkıldım taki olay soruşturmaya dönene kadar sıkıntı sebebi aynı sahneyi 2 kez kullanmışsınız ondan galiba aynı adamlar oturağın önünden 2 kez geçiyor felan 🙂 ama tabi ilerledikçe filmin konusu ortaya çıkı verdi... gerçekten şu foromda keyifle izlediğim 2-3 film arasında artık 🙂 + yanları argolar çok güzel oturmuş tam söylenmek isteneni anlatırcasına :), senaryo güzel ve farklı gerçekten - yanları ; tepe ışığı sorunu ve planların uzun tutulması... ama gerçekten keyifle izledim ( başları hariç ) emeğe saygı diyorum tebrik ediyorum ve başarılarınızın devamını diliyorum...
Shut your fucking bloody mouth!!!( çeviri: allah belanı versin! )
Aslında tekrar düşününce filmin tamamındaki klişelerin yerinde olduğunu görüyoruz. Ama dediğim gibi Kezzap, klişeler arasındaki kontrast az olduğu için bunların klişe olduğu ve sizlerin bu filmi klişelere bir atıf olarak çektiğinizi kimse maalesef anlayamıyor.
İlk bölümdeki hanekevari durağanlığa tarantinovariliği de ekleyince (vari lafından nefret ediyorum ama kullanıyorum da, neyse), bölümün 2. bölümle karşıtlığı baya bir azalıyor. Ve bu azalma izleyicinin sizin eleştirdiğiniz yeri anlamasını zorlaştırıyor.
Ayrıca sokakta yürüyenlerin "filmden kopuk" olması kısa filmlerde bu gibi durumlara güldüğümüz için güzel bir klişe örneği olmuş, bilerek mi yaptınız bilmiyorum ama çok güzel. Ki bunun bir film olduğunu izleyicinin gözüne sokmanız daha da güzel. Ki bilirsiniz, en çok güldüğümüz şeyler ekrandaki görüntüde bize varlığını hissettiren kamera, oradan buradan çıkan boomlar, yoldan geçen filmle alakasız ve yine bunun film olduğunu hissettiren alakasız insanlardır.
Siz zaten kamerayı da işin içine sokarak ilk maddeyle dalganızı geçmişsiniz, 3. madde de var filmde. Ve bir de ekrana taşan bir boom olsaydı tadından yenmezdi. Yoksa var da ben mi göremedim. Gerçi siz filmlerin çekim tekniğinden ziyade kurgu ve özü üzerine odaklamışsınız eleştirinizi, o yüzden bu dediklerim bir eksiklik gibi görünmüyor.
Filmin sonu için ise, narratorun bir deniz kenarında olmasını dilerdim ben sanırım. "Deniz kenarındaki bunalım adam" klişesi en bilindik klişelerden biridir yine. Ama tabi yine kendi subjektif zevkimle konuşuyorum.
Yapmayın. Aynı Big Bang'in çocuklarıyız hepimiz...
İlk başta hiçbir şey söyleyememiştim fakat şimdi sanırım yazacak bir şeylerim var. 🙂
Bir çeşit Haneke yorumlaması gibi. Zaten filmdeki ilk diyalog bu mesajı veriyor. Kamerayla konuşma, hareketsiz uzun planlar, estetik olmayan doğal cinayet sahnesi falan Funny Games'i andırıyor fazlasıyla.
Sorgu ve Kernel Panik gibi sorgulama sahneli kısa filmlerin üzerine izlediğim için ilgimi çekmedi sanırım pek. Bu yorumlarımı Fırat beyle paylaşmıştım fakat buraya da yazayım dedim.
Bu arada oyunculukları da beğendim genel olarak, söylemeyi unutmuşum.
Şu mesajımda yeterince açıklamıştım zaten. Daha fazlasına gerek var mı bilmiyorum? Uzun uzun yorumlar yazan, okumalar yapan arkadaşlar neden bu konuya hiç değinmemiş ona şaşırdım.
Ayrıca beni en çok rahatsız eden tepki beetlejuice'unki oldu.
Hayır ben bu yorumu okumuştum ama hareketsiz uzun planlar, kamerayla konuşma ya da estetik olmayan cinayet sahneleri, o kadar çok filmde ortak ki, bunları bir filme "özgü" ayrıntı larolarak algılamamıştım. Daha temelde, daha özde bir benzerlik bağlantısı kurduğunu düşünmüştüm.
Diğer bütün mesajları silip onlara cevap vereceğim o zaman madem ki iddia bu:
İlk dialog: Kesinlikle Haneke göndermesidir. Başka hiçbir şey değildir. Çok bariz ve nettir. Bilerek koyulmuştur. Tıpkı cinayet sahnesinin Tarantino göndermesi olması gibi. Tıpkı bankta oturan karakterlerin arkadan çekiminin Nuri Bilge Ceylan'ın uzak filmine gönderme yapıyor olması gibi. Bir sahnede üç farklı yönetmene gönderme. Ve rastgele yönetmenler de değiller. Sinematografileri birbirleriyle çelişen zıtlaşan yönetmenler. Benim kafamı olumlu yada olumsuz anlamda en fazla kurcalayan yönetmenler.
Ama biz sadece bir göndermeyi fark etmişiz.
Hareketsiz uzun planlar ve Haneke! Akla ilk Haneke geliyorsa Tarkovski ve Nuri Bilge Ceylan tavsiye ederim. Onlarda daha fazla var.
Estetik olmayan doğal cinayet sahnesi! Daha nasıl estetik olacaktı. Bildiğin klişe hollywood "estetik"i kullandık. Durdurma! Bilal bana kurguyu yaparken telefonla açtı sordu: Abi Holywood filmi gibi olacak orası.
Cevabım:
Ben de öyle olsun istiyorum zaten.
Haneke'nin tamamiyle karşı olduğu bir estetik.
Yeterli olmuştur sanırım açıklamalar!
Filmin tamamen klişelerle ve kısa filmcileri etkileyen (entelektüel takılanlar için haneke, lynch, aksiyoncu takılanlar için tarantino ve rodriguez, komedi takılanlar ise seçenek çok fazla) yönetmenlerin filmlerine gönderme yaparak özgün olamayan kısa filmcilerle ve onların klişeleriyle dalga geçmek olduğunu göremiyoruz sanırım. Eğer ice o sahnelerde bahsettiği şeyleri gördüyse ve sorgu sahnelerini kötü bulduysa bu film bana göre amacına ulaşmış bir filmdir. Neyi tartışıyorsunuz anlamış değilim.
edit: Kezzap 2 post yukarıda filmi açmış zaten, o postu okumadan yazmıştım bunu.
Yapmayın. Aynı Big Bang'in çocuklarıyız hepimiz...
Başlık kişisel tartışmaların olduğu mesajlardan temizlenmiştir. Geriye sadece film eleştirilerine dair mesajlar bırakılmıştır. Tartışmalar için herkesten özür dileriz.
Arkadaşlar filmi izledim nihayet ve şunları söylemek istiyorum,
Filmin durağan gidişatı içerisinde zaten fazlada müzik barınması filmi öldürürmüş,
ama iki farklı geçiş sahnesinde çok çok iyi olmamak şartıyla müzikler sırıtmamış
jenerik sahnesindeki müzikte iyi yerde girmiş ve 80 lerin karamsar new wave soundu ile hoş durmuş.
haksızlık etmeyelim,
daha iyisi tabii ki olabilirdi ama müzikler bence filmde tamamlayıcı olmuş
saygılar ve film için tüm ekibe tebrikler . .
Burda neler olup bitmiş haberim yok.. Neden tartışılmış, neden Fırat mesajları silmiş... Her neyse film daha önemli, tartışmaların gölgesinde kalmasın film..Kursağında bırakmayalım Fırat'ın...
Her neyse...
Bu yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı öneririm.
"Süs" benim için çok özel bir film..Kezzap,Payitaht,Hegel gibi sinemaya aynı taraftan baktığım arkadaşlarımın yaratıcıları olduğu bir filmi başka türlü kabul edemezdim itiraf etmeliyim..Bu yüzden belki aynen onlar gibi ben de objektif bakamıyorum filme.Büyük bir heyecanla okuyorum gelen yorumları. Zaten bu yüzden çekiniyordum eleştiri yazmaya fark edildi mi bilmem. Artık objektif bir şeyler yazmak için konsantre bir haldeyim sanırım, biliyorum ki Fırat övülmekten çok eksiklerini bilmek istiyor. Ancak iyice düşünüp bu eksiklikleri bilinçli bir biçimde anlatmak gerekiyor.
Bu forumda aktif olarak geçirdiğim iki yılda her şey hızlıca akıp gitti, gidiyor. Her an yeni bir şeyler öğrenmek, yeni hazlar tatmak çok memnun edici. Süs işte bu hazları algılarımla fazlasıyla oynayarak tatmamı sağladı. Büyük keyifle izledim. Bu filmi izlediğim en keyifli kısa metrajlı film olarak tanımlıyorum ayrıca izlediğim en iyi filmlerden de birisi. Ayrıca bir “manifesto film”, bu filmi yapan adamların ileride ne tarzda filmler yapmak istediklerini, yapacaklarını ifade ediyor. Böyle baktığımızda önemi yadsınamaz ve altına da imzamı atıyorum. Kim bilir belki çok yakında ben de bu üslubu kendimce yorumlayarak bir film çekebilirim. Ufuk açtıklarını düşündüğüm bu üç adamı kutluyorum.
Teknik olarak söyleyebileceğim pek bir şey yok. Biliyorum ki ses üzerinde şu an çalışan bir arkadaş var. Yani film tam anlamıyla bitmiş değil. Bunun dışında göze batan diğer eksikler filmin girişinde titreyen kamera. Ayrıca zaten bulutlu bir havada çekilmiş giriş sahnesi donuk bir atmosfer yaratılmak istendiği için daha da karartılmış ve bence olmamış. Senaryoyu okurken giriş sahnesini soğuk ve donuk bir atmosferde hayal etmiştim fakat Nuri Bilge’ye gönderilen mesaj gereği de kadrajın sinematografik doyumunun daha fazla olacağını düşünüyordum ki en çok da Fırat’ın burada ne yapacağını merak ediyordum. Hani çakma bir Nuri Bilge kadrajı çekmek istemişte olabilir. Eğer böyle değilse kameranın uzaklığı, yüksekliği, açısı daha nitelikli daha doyurucu olmalıydı. Filmin ikinci planında ise oyuncuların kadrajın sağ tarafına sıkıştırılmış olması da bir sıkıntı. Fakat sonraki planda elemanın çömelerek kamerayı yüzüne doğru tuttuğu ve “bu kadar bekledikten sonra bir şeyler görmeyi hak ettiniz” kelamını ettiği plan en fazla haz aldığım plan. Sonrasında hareket bekleyen Hollywood seyircisi tatmin oluyor ve seyircinin algıları allak bullak oluyor. İlk planda seyirci feci sıkılmışken acaba, kafasını döndürüp “size heyecan verici hiçbir bir şey göstermeyeceğiz” deyip de ardından klişe bir heyecan fırtınası yaratmak da ne oluyor? Kafalar kurcalandı ve ardından ekran kararıp açılıyor ve filmin ismini görüyoruz “SÜS”…
Sorgu odasındaki masada yamulmuş bir kadraj ve çay…İşte Fırat’tan beklediğim sinematografik doygunluk…Hemen bir anekdot “SÜS” yaratıcıları tarafından “Sinema Üzerine Saçmalamalar” diye açılıyor.. Sonra yine kameraya bakıp kamerayı sorgulamaya çalışan absürtleştirilmiş bir polis.. Çok keyifli diyaloglardan sonra ezber bozan bir yenilik görüyoruz sinemada, bunu yapanlar işte bizim adamlarımız. Kıl olduğum ve sinemada bir film izlerken sonuna kadar koltukta olabilmeye ve jeneriği izlemeye çalışan benim için mükemmel bir ayrıntı. Jenerik izlemekten yoksun hollywood seyircisine filmin ortasında seyir ettiği filmin jeneriği izletiliyor. Harkulade.
İleri-geri sarmalar aklıma hemen Funny Games’i getirdi. Zaten Fırat’ın sinemasına Şan’ı izledikten sonra he he Haneke’den etkilenmiş demek ahmaklık olur. Her neyse, orada Haneke önce her popüler seyircinin istediği gibi yani klişe bir biçimde Anna’nın fırsatını bulup tüfekle Peter ve Paul’ e ateş edip öldürmesini istiyordu. Haneke aynen bunu yapıyordu. Anna fırsatını bulup tüfeği kapıyor ve Peter’ a ateş ediyor ve onu duvara mıhlıyordu. Ben şaşkın bir şekilde hayır Haneke bunu yapamazsın diyordum ve o anda Paul eline kumandayı alıp filmi geri sarıyordu. Poff..Bunu düşünüce Süs’ün suratımda bıraktığı tebessümü düşünebiliyorsunuzdur.
Ve götü kalkık yönetmen... Harika bir zoom outla Özgür Bakar’ın yakın plan yüzünden hafif bi sıyrılış var. Burada özellikle belirtmek isterim ki Özgür Bakar bu filmin yıldızı. Çok başarılı, hani bir oyuncu için vücut dili çok önemlidir, o özellikle ellerini çok iyi kullanmış. Tam bir o..çocuğunu oynayacam demiş çok da iyi oynamış. Onur Ünsal’da absürtleştirilmiş sorgucu polis karakterini iyi oynamış ha iki ekmek bir yoga’daki halinden biraz sıyrılamamış gibi geldi bana… Bunun nedeni belki de oynadığı iki karakterin de birbirine benzemesiydi. Çünkü her ikiside zaman zaman sinirlenen absürt karakterlerdi. Yani Onur Ünsal’ı bu performanslardan sonra iyi ya da kötü diye değerlendirmek doğru olmaz aslında. Filmin girişindeki iki karakter ölen ve öldürülen diyeyim onlara… Hani biraz sırıttıklarını söyleyebilirim. Ben sanırım genel anlamda filmin giriş sahnesini beğenmedim buna oyunculuklarda dahil. Fakat buna yukarıda bahsettiğim başarılı planı katmıyorum. Oradaki oyunculuk da gayet başarılıydı. Oyuncu Süheyp’e gelirsem ben çok beğendim özellikle ses tonuyla katkısı bayağı fazla.. Sonuçta Fırat’ın oyuncular üzerindeki hakimiyeti ve yönetimi çok başarılı. Ben böyle başarılı oyunculukları çok az gördüm diyebilirim. Tüm oyuncuları ayrı ayrı tebrik ediyorum.
Götü kalkık yönetmeni biraz açmak istiyorum. Kim bu yönetmen, acaba Fırat bu tabiri kendisi için mi kullanıyor? Yoksa tüm kısa film camiasına laf mı sokuşturuyor? Kim bilir belki de her birimizin içine bi yerlere sinmiş bir ruh halini anlatıyor. Ara ara buralarda yaptığımız tartışmalar, özümsemeden, anlamadan bilmeden yapılan yorumların ve kırılan kalpların kaynağı bu olabilir mi? Bence bu ruh durumunu bizlerin içerisinden çekip almak ve anlatmak Fırat’ın bu filmde en iyi yaptığı iş. Hani türe hakim olanlar bilecektir ki gerçek-kurgu algısını Haneke bulmuştur. Fırat, bu üslup üzerine yoğunlaşarak aslında kendince çok daha özgün bir üsluba ulaşıyor. Evet, gerçek ve kurgu arasında gelip giden sahnelerle seyircinin zihnini açmaya çalışıyor ve anlatmak istediklerini belki de en iyi bu yoldan seyirciye verecek..Hem bunun verdiği hazzı kendisi yaşayacak hem de seyircisine tattıracak. Bu hazzın kaynağı filmin başından finaline kadar uzanan ve Hanekey’e, Tarkovsky’e, Nuri Bilge’ye göndermeler değil aslında. Aslolan bunları harmanlayıp kendi yolunu bulmaya çalışması. Fırat’ı en çok takdir ettiğim yer burasıdır.
Çok uzattım farkındayım, laf bitmiyor bir türlü… Daha sayfalarca yazılacak şey var, öyle bir film yapmışlar. Bu üç adamı koyun bir odaya sabaha kadar kendileri de konuşurlar, bitiremezler. Her neyse umarım buraya kadar bu yazıyı okuyabilmişsinizdir. Son olarak dış ses mevzusuna değinmek istiyorum. Başta söylediğim gibi bu bir manifesto film. Bu üç adam popüler sinemanın vazgeçilmezi olarak gördükleri “dış ses”i manasız bulduklarını anlatmaya çalışıyorlar ki bağlantısız bulduk diyenlere filmin girişinde anlatılmak istenenle direk bağlantısı vardır bunun.
Unutmadan son son son olarak müzik diyeceğim. Götü kalkık yönetmenin ruh halinde olan iki insanın abuk bir şekilde tartışması aslında ben ve ozan akbaba arasındaki tartışmaya iyi bi örnek. her neyse bunu müzik hakkında yapacağım yorumun bu kavgadan ötürü ön yargılı olacağını düşündürttürebilir. hiç öyle olsun istemiyorum.bu yüzden açıklama gereği duydum. müzik konusunda çok bilgili olduğum söylenemez ama ben bu filmin şu an ki müziğini çok sevdim.son karar tabi ki Fırat'ın ama ben böyle kalmasını yeğlerim.
Bi türlü sonu gertiremedim ama finalde Süheyp Tosun'u tebrik etmemek haksızlık olur. Eminim ki Fırat'ın bu filmi kotarmasında kilit adam.. Tebrikler Süheyp..
Emeği geçen herkesi tekrar tebrik ederim.. Festivallerde yolu açık olsun filmin..
İlk plan! Ah o ilk plan!
Erçin doğru tespit etmişsin. Uzak'ın sonunu bilenler bilir, tek başına bankta oturan karakterle biter, çok şık bir görselliği vardır. Hedef öyle bir görsellik yaratmak, ardından saçmasapan bir kareyle o planı bozmaktı. İkincisi oldu, fakat ilki olmadı! Sebebi mi? Güleceksiniz belki ama, işte amatör olmak böyle bir şey! Tripotumuz yoktu o gün. O karenin sabit olması gerekiyordu yapısı gereği ve elde tutamazdım, en ufak bir sarsıntı dahi istemiyordum. Mecburen yere koydum. Ve bence de çok hoş olmayan bir plan çıktı ortaya. Yani filmde içimde kalan en büyük şeylerden biri o planı müthiş bir minimal görsellikle çekememek oldu.
Üzgünüm!
Ama bir yerden alan Allah bir yerden veriyor diye bir laf var ya, işte o gerçekleşti sırf tripotumuz olmadığı için. Karakterin kamerayı kaldırdığı sahnede tripot olmadığı için kamerayı kaldırıp bakma fikri aklımıza geldi. Eğer tripot olsaydı karakter kameranın önüne eğilecek ve konuşacaktı. Dolayısıyla bu güzel etkiyi yaratamayacaktık. Yani nedir? İmkansızlıklar kötü sonuçlar doğurmasının yanında bazen yaratıcılığı da geliştiriyor 🙂
Götü kalkık yönetmen analizin, tamamiyle yerinde. O karakterle anlatılmak istenen buydu. Ben hepimizin içinde böyle bir yanın var olduğunu düşünüyorum. -daha önce sanatçı egosunu tartışmıştık hatırlarsanız Antonioni'ni Blow-Up filminden sonra- Kimimizde bu çok açık, kimimizde daha terbiye edilmiş ki bu yanı açık olan insanlarla işimiz olmuyor çoğu zaman biliyorsunuz. Özellikle görüntüyle uğraşıyor olmak insanı tanrısallaştıran bir şey.
İşte burada Frankfurt Okulu denilen okul devreye giriyor. Bu okul genel olarak görüntünün, kaydetme teknolojisinin toplumun bilinç düzeyini tamamiyle değiştirdiğini ve artık bir kitle görüntüsü biçimine dönüştüğümüz fikri üzerine yoğunlaşan sosyologlarla doludur. Günümüzün ünlü felsefecilerinden Baudrillard bu okulun türevlerindendir mesela.
Öyle bir toplum durumundayız ki görüntü dışında hiçbir şeye inanmıyoruz. Her şey görselleşmiş durumda. Her şey kurgu durumunda. Yanıbaşımızda şöyle bir olay oldu deniliyor. Gerçek mi? Gerçek olduğunu bize kodlanmış görüntüler söylüyor. Televizyon mesela. Yani gerçeği bize anlatan her şey aslında kurgu. Mesela Körfez Savaşı'nın hiç gerçekleşmediğini, onun sadece bir CNN Show'u olduğu iddiası vardır. Jarhead filmi vardır Sam Mendes'in. Sonu dışında çok başarılı bir film bunu anlatmak için.
Bir de Brian de Palma çekti buna benzer bir filmi günümüz Irak Savaşı'yla ilgili. Filmi izleyemedim ama film Irak Savaşı'nın anlatmak için youtube görüntülerini kullanıyor filmin genelinde. Büyük korku üstadı, zombi türününün yaratıcılarından George Romero "diary of the dead"i çekti yine bu konuyla ilgili, Temmuz'da vizyondaydı. -Ha bu durumda Brian de Palma ve Romero, benim Şan filmimde kullandığım tekniği kullandıkları için sanırım benden kopya çekmiş oluyorlar. Ya da biz üçümüz Brain ve Romero abiyle Haneke'den araklıyoruz. Bırakın Allah aşkına.- (Mesaj ulaşmıştır umarım yerine.)
Varmak istediğim sonuç şu. Her şeyi görüntü belirliyor kameranın icadından bu yana. Çünkü kamera insanın en önemli gerçeklik algısı olan göz ve beyninin taklidi. Dolayısıyla insanın gerçeklik algısını değiştirebilecek kadar kuvvetli olan şeyleri elinde tutan insanlar -benim filmimde bu yönetmen- aslında tanrı oluyorlar. Çünkü dış dünyayı değiştirebilecek kadar güçlüler.
İşte bu tanrısallık bilinçaltında müthiş bir egoya hizmet ediyor. Ben de bu filmde o egoyu yıpratmaya bastırmaya çalışıyorum.
Neyse filmden yola çıkarak bir takım fikirler paylaştım. Bunları yeni bir başlıkta tartışsak güzel olabilir diye düşünüyorum. Bu yazının bir kısmını kopyalayacağım.
Funny Games 'te uzun sıkıcı tek plan vardır o da senin bahsettiğin sahnedir ve benim sahnemle uzaktan yakında alakası yoktur. Bu sahne akla ilk önce Haneke'yi getiriyorsa ön yargılı bir bakış açısından başka bir şey yoktur. Bu şekilde görülmek istenmiştir. Oysa sahne Uzak'ın sonuna daha çok benzemektedir. Bunu iki fotoğraf arasındaki farkı anlayabilecek herkes fark eder.
Haneke Funny Games'te Hollywood gerilim filmi klişeleriyle oynar. Bu filmin ise gerilimle alakası yoktur. Funny Games'teki vurulma sahnesinin Tarantino göndermesiyle alakası yoktur.
Tarantino'da nedensiz ve ani öldürme sahneleriyle karşı karşıyayız çoğu zaman. (Jackie Brown Robert De Niro'nun Bridget Fonda'yı öldürüşü, Reservoir Köpekleri polis işkencesi vs.) Funny Games'te cinayet öncesi neden vardır. Bariz bir neden. Oysa benim filmimdeki cinayet tamamiyle nedensizdir. Birkaç film izleyen bir insana "nedensiz şiddet, nedensiz cinayet"i hangi yönetmenle özdeşleştiriyorsun dersen direkt olarak Tarantino ya da Rodriguez diyecektir. Ki yorumlarda diyenler de vardı. Yani Haneke o sahneyle Tarantino göndermesi yapmaz...
Filmin geri sarmasını Funny Games'ten aldığımı anladığın için de tebrik ederim. Hiç açık değildi oysa. Neden bu kadar bariz bazı şeyler acaba. Ben hiç mi korkmadım Funny Games taklidini anlarlar diye. Gizleyememişim yeteri kadar. Filmin konusu dvd cover'da yazıyor bir bak ne demek istediğimi anlayacaksın.