İlk önce arkadaşlar başörtüsü, tesettür, türban artık ne derseniz deyin (özde farklı olan bu üç kavram şu anda bulundukları konum itibariyle aynı yere çıkıyor) farzdır. Ayetle de farzdır, peygamberin uygulama ve sünnetleriyle de. Tesettür ne arapların geleneğidir ne de başka bir ırkın veye milletin. Çünkü peygamberimiz sadece araplara peygamber olarak gönderilmemiştir bütün insanlığa gönderilmiş bir nebîdir. Ve uygulamaları da Kur'an'ın birinci elden açıklamasıdır. Peygamberimiz başörtüsünün farz olduğunu uygulamada emretmiştir. İlerde daha geniş bir açıklamaya yer vereceğim. Yani kimse tuttup da ulu orta başörtüsü Kuran'da yoktur, farz değildir ayaklarına getirmesin(bu olay insanı küfre sürükleyebilir dikkatli olmak lazım tabii söylediklerim müslüman olanlar için geçerli). Burada anlamadığım bir noktada bunu söyleyenlerin çoğunun daha düzgünce Kur'an okuyamamaları hatta düzgünü bırakın hiç okuyamamaları. Kardeşim daha Kur'an okuyamıyorsun niye kendi mantığınla Kur'an'ı tefsire girişiyorsun demezler mi adama? Bu işler öyle birkaç meale bakıp da olacak işler değil. Bunun bir ilmi var ki edinmesi yıllarını alıyor. Neyse ben fazla uzatmayayım ama dikkatimi çeken bir kaç nokta daha var. Mesela başkalarının fikirlerine saygı duy(a)mayan bazı arkadaşlar ironi falan yapmışlar ama keşke yine ezberden konuşmasalarmış. İnsan biraz daha farklı şeyler duymak istiyor on(lar)dan artık. Söyledikleri şeyler İslam'ın çok küçük bir kısmını kapladığı halde her zaman aynı tas aynı hamam. Zaten cevap verilecek değerde bir soru olsaydı cevap verirdim ama soru değil ben de o arkadaşa cevap vermeye tenezzül etmiyorum.
@Ali.Ünal; Hocam bir araştırma yapmışsın ve cevap arıyorsun anladığım kadarıyla(ben öyle anladım yanılmış da olabilirim) bu yönünü gerçekten tebrik ediyorum. Değerli bir hocamızın bu konuda verdiği cevap:
Kur'an-ı Kerim'de başörtüsü 24 sıra numaralı Nur suresinin 30. âyetinde geçmektedir. “Kadınlar, başörtülerini, göğüslerinin üzerinden bağlasınlar; yani başörtüleriyle göğüslerini de örtsünler” mealindeki bu âyette geçen “humur” kelimesi, başörtüsü manasına gelen “hımâr” kelimesinin çoğuludur.
“Kur'an'da geçen hımâr kelimesi yalnızca örtü manasına gelir, başörtüsü manasına gelmez” diyenler kesinlikle yanılıyorlar. Çünkü bu kelimenin kökünde “örtme, karışma, yaklaşma” gibi manalar varsa da, kökten alınmış farklı kelimelerin (şekillerin) de farklı manaları vardır. Mesela aynı kökten gelen “hamr”, şarap, “hamîr”, hamur mayası, “humâr” akşamdan kalma hali manalarına gelir. Tartışma konumuz olan “hımâr” da başörtüsü ve vücudun bütününü örten örtü manalarında kullanılmıştır. Bu mananın delillerine gelince:
1. Hz. Peygamber zamanından bu güne kadar “hımâr”a bu mana verilmiş ve uygulama da bu manaya göre olmuştur.(En önemlisi bu madde)
2. İbn Manzûr, Fîrûzâbâdî gibi kaynak luğatçıların eserlerinde kelimeye “başörtüsü” manası verilmiştir.
3. Taberî, Zemahşerî gibi kaynak tefsirlerin tamamında hımâr kelimesinin manasının başörtüsü olduğu kaydedilmiştir.
4. M. Esed'in İngilizce ve M. Hamidullah'ın Fransızca çevirilerinde de kelimeye verilen mana “başörtüsü”dür.(Bu meallerin özellikleri harfi mana vermye çalıştıkları içindir)
Hasılı Kur'an'da başörtüsünün bulunduğuna dair deliller güçlü ve çok, bulunmadığına dair delil ise yoktur.
Başını örten Müslüman kadınlarımız ve kızlarımız, güvendikleri alimlerin tefsir, meal ve açıklamalarına dayanarak örtünüyorlar.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
@Coyo-T; Sevgilerimiz karşılıklı dostum merak etme 🙂
Genel Açıklama
İslamda Tesettürün Temelleri
İslam'da kadının konumuyla ilgili olarak çağımızda en çok tartışılan konu,
kadının örtünme meselesidir. Kur'an'da :
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç
için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle.
Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah
bağışlayandır, esirgeyendir."
(Ahzab: 59),
"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini korusunlar; namus ve iffetlerini
esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir
etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları,
babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi
kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri),
erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler,
yahut henüzkadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan
çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları
zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine
çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz
ki kurtuluşa eresiniz."
(Nur: 31)
Gerek bu ve gerek benzeri ayetler ifade tarz ve üslubu gerekse Hz.Peygamber
zamanında uygulamalar, kadınların örtünmesinin, tavsiye kabilinden veya
örf-adete veya sosyalkültürel şartlara bağlı ahlaki çerçevede bir hüküm
olmaktan öte dini ve bağlayıcı bir hüküm olduğunu göstermektedir. Çağımıza
kadar bütün İslam bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslam ümmetinin
uygulaması da bu yönde olmuştur.
Örtünme konusnda kadınlara ağır bir sorumluluk yüklendiği ortadadır. Bu
kadını koruma, yüceltme ve ona toplumda saygın bir yer kazandırma çabasının
bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Utanma ve örtünme, canlılar içinde
sadece insana has bir özelliktir.
İslam bilginlerinde ortak görüş, kadınların el, yüz ve ayak hariç örtünmeleri
gerektiği üzerinde ağırlık kazanmıştır. Ancak örtünmenin renk, üslup ve
şeklinin toplumların gelenek, zevk ve imkanları ile bağlantılı olacağı, bu
sebeple de bölge ve devirlere göre farklılık gösterebileceği açıktır.
Cahiliyet devrinde Arap kadınlarının iki adeti vardı :
· Başörtülerini başlarına örtüp iki omuzları arasında arkaya doğru sarkıtarak
boyunlarını tamamen, göğüslerininde bir kısmını açık bırakırlardı.
· Süslendikten sonra evlerinden çıkıp yabancı ereklerle karışık gezip
otururlardı.
İslam'dan sonra, Medine'de hicab ayeti gelene kadar bu iki adet devam etti.
Hz.Aişe hicab ayet-i geldikten sonra müslüman hanımların durumunu şöyle anlatır:
"Vallahi ben Allah'ın kitabını tasdik, Onun indirdiğine iman açısından ensar
kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nur suresinin örtünme ayeti gelince
erkekleri kendilerine varıp Allah'ın indirdiği ayetleri okumaya başladılar.
Hanımların hepisi Allah'ın emrine uyarak yünden ve pamuktan yapılmış
örtülerine büründüler, Resulullah'ın arkasında sabah namazı kılmaya geldiler."
Hicab ve tesettür ayetleri geldikten sonra iki çeşit tesettür farz kılındı.
· Erginlik çağına girdiği andan itibaren her kadının bütün vücudunu örtmesi,
mahremlerin dışında hiç kimseye göstermemesi
· Meşru bir ihtiyaç olmadıkça evlerinden dışarı çıkıp namahrem erkeklerle
karışık dolaşıp oturmak
Bu konuda haremlik-selamlık müessesini İslam getirmiştir.
Faydalanılan Eserler:
1) İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı İslami Araştırmalar Merkezi
2) Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN
Son olarak
Önce, kadınların başlarını örtmelerinin dinî yönüne bakalım. Bu hususta Kur'ân-ı Kerimde iki âyet mevcuttur. Bu âyetlerde Cenab-ı Hak gayet açık bir şekilde meâlen şöyle buyurmaktadır:
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar."
"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar, zînetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini de yakalarının üzerini kapatacak şekilde iyice örtsünler."
Âyetlerde mü'min kadınların nasıl örtünecekleri, hangi yerlerini açabilecekleri açıkça belirtilmiyor. Fakat şu mealdeki hadîs-i şerif âyetleri tefsir ediyor. Peygamberimiz (a.s.m.) baldızı Hz. Esma'ya hitaben şöyle buyurmuştu:
Ey Esma! Bir kadın âdet görmeye başlayınca el ve yüzünden başka yerini yabancılara göstermesi caiz değildir."
Demek ki, buluğ çağma gelmiş olan Müslüman bir hanımın başını kapatması hem Allah'ın hem de Peygamberin emridir. Yani yüz kısmı açık kalacak şekilde başın kalan kısmını, boyun ve göğüsleri örtmek farz-ı ayındır. Açmak ise bir farzın terki sayıldığından haramdır. Zaten âyetten de açıkça anlaşılacağı gibi "ırz ve namusun korunması" başı örtmenin bir hikmeti, aynı zamanda bir sebebi sayılmaktadır. Başlarını açan kadınlar ırz ve namuslarını muhafaza etseler de, bu 'Allah'ın emrine uygun bir koruma sayılmamaktadır. Allah ve Resulünün emrini dinlemediği için günahkâr olmakta, büyük bir mesuliyet altına girmiş bulunmaktadır.
Bir mü'min kadın için baş açık gezmek haram ve günah olduğuna göre, bu mesuliyetten kurtulmak için ne yapabilir? Yapılacak şey bellidir. Başını kapattığı zaman hayatî bir tehlike veya yanık ve benzeri sıhhî bir mahzurla karşılaşacaksa, o tehlike ve mahzur geçinceye kadar açık bırakılabilir. Fakat böyle bir durum yoksa, kapatmak gerekir.
Kapatmayınca ne olur? Başta da söylediğimiz gibi günahkâr olur. Günahkâr olan kimse, bu günahından kurtulmak için tevbe istiğfar eder, Allah'tan affını diler.
Al-i İmran suresinde şu mealdeki bir ayeti kerime yer almaktadır:
"Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak günahlarının bağışlanmasını isteyenler, hem de yaptıkları günahta bile bile ısrar etmemiş olanlar—İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret, ağaçları altından ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Güzel amel yapanların mükâfatı ne güzeldir."4
Demek ki, bir tövbenin kabul olması, bir günahın affa liyakat kazanması için hiçbir mazeret yokken o günahta ısrar edilmemesi şartı aranmaktadır. Bir insan sadece nefsini yenemediğini, çevresinin nasıl karşılayacağını bahane ederek bir haramı işlemeye devam ederse ne olur? Bu husustaki bir hadisin meali şöyledir:
"Mü'min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah'tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. İşte Kur'ân'da geçen 'günahın kalbi kaplaması' bu mânâdadır."5
Evet, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır" sözü mühim bir gerçeği dile getiriyor. Şöyle ki, bir günahı işlemeye devam eden insan zamanla o günaha alışır, terk edemez bir hale gelir. Bu alışkanlık onu gün geçtikçe daha büyük manevî tehlikelere sürükler. Günahın uhrevî bir cezasının olmayacağına inanmaya, hattâ Cehennemin bile olmaması gerektiğine kadar gider. Yani kalpte yer tutan o günah tohumu zaman içinde—Allah korusun yeşillenerek bir zakkum ağacı haline dönüşebilir.6
Böyle bir tehlikeye maruz kalmamak ve şeytanın kinlerine kanmamak için bir an önce tövbeyi icap ettirecek günahı terk ederek insanın kendine çeki düzen vermesi gerekir.
Böylece hem Allah'ın emrini her şeyin üstünde kabul ederek bir farzı işlemiş olursunuz, hem de size "başınızı örtmemek" için vesvese veren şeytanı reddetmiş olursunuz. Zaten bir Müslüman hem Allah'ın rızasını kazanmaya çalışacak, hem de bazı haramları işleyerek şeytanı "küstürmemek" gibi gülünç bir duruma düşecek, bu mümkün değildir.
1.Ahzab Sûresi, 59.
2.Nur Sûresi, 31.
3.Ebû Davud, Libas: 33.
4.Âl-i İmrân Sûresi, 135-136.
5.İbni Mace, Zühd:29.
6-Lem'alar, s. 7; Mesnevî-iNuriye, s. 115.
(Kaynak: Mehmet Paksu, Sünnet ve Aile)
Sevgiler saygılar...
bide bu var.
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.02.2008&Newsid=162747&Categoryid=4&wid=5
code islamın diğer emirleri ne olacak?
allahın ayetleri ilehükmetmeyenler kafirlerin ta kendileri değillermidir?
Code (ismini de söyleyebilir misin, daha rahat hitap edebileyim)
Başörtüsünün kutsal kitapta geçip geçmemesi ile ilgili farklı tefsirler olduğu muhakkak. Daha fazla üzerine söz söylemeye gerek yok. Bir de, bu işin siyasî yönüyle ilgili ne düşündüğünü söyleyebilir misin. Özgürlükler noktasından hareketle, üniversitelerde türbanın ya da siyasî simgelerin serbest olup olmaması; sonrasında da yaşamın her alanında bu tip yasakların kalkıp kalkmamasına dair düşüncelerini okumak isterim.
Alev Alatlı'nın yayınlanmasına izin verilemeyen yazısı
İçerden mırıldanmalar
Gözlemlediğim odur ki, korkutan tülbent değil, türban. Niye, çünkü, derin belleğimizdeki hayırhah kadının uzantısı tülbent. Döner yara sarar, döner kırık kol bağlar, döner sancılı başı sıkar, döner yoğurt süzer, döner hamur teknesini örter, döner bebeyi haşerattan korur, hastanın terini siler, yavukluya armağan olur, hasreti iyileştirir. Nurani yüzleri çevrelerken anılır; sabun kokusu, kekik ıtırı, kadın şefkati, ana kucağı çağrıştırır. Türban öyle değil. Çünkü, türban, İslâmi tesettüre ilişkin en katı (dilerseniz, en erkeksi) yorumun benimsendiğinin ilânı hüviyetindedir; ve dolayısıyla, kadına ilişkin tüm diğer yorum ve kuralların da kabullenildiğini ima eder. Bunların arasında kötülük, fitne ve uğursuzluk kaynağı olmamızdan başka, dinen ve aklen dûn (eksik) yaratıldığımız, namazı bozan köpekler ve eşeklerle bir tutulduğumuz şeklinde, eşrefi mahlûkat olmaktan gelen haysiyetimizi rencide eden yorumlar vardır. Türban, bu yorumların zımnen kabulü olarak görüldüğü için korkutur.
Kadın/ana koşulsuz sevginin simgesidir. Toplumun, yasaların, hatta kutsal kitapların dayatmalarına rağmen doğurduklarından vazgeçmeyen, terörist torunundan da, eşcinsel oğlundan da, konsomatrist kızından da kopmayandır. Hiç bir ideolojinin yada toplumsal kurgunun ya da inancın selâmeti anayı çocuklarını feda etmeye iknaya yetmezken, kadın, pederşahi kuralların inşa ettiği dünyanın iflâh olmaz muhalifi olarak tebarüz eder. Bu iflâh olmaz muhalif, yeri geldiğinde tüm kuralları çiğneyecek, oğlan ya da kız, suçları ne olursa olsun, doğurduklarının esenliğini sağlamaya çalışacaktır. “Ağlarsa ana ağlar gerisi yalan ağlar” olgusu, kadın unsurunun beşere sunduğu eşsiz sığınağı minnetle ulularken; kadının kendisi yeryüzünde gözlenen tüm karışıklıkların (fitnenin) müsebbibi olarak takdim edilir, dünya kurulalı beri.
Hint’in kutsal metinlerinde, “doğuştan düşüncesiz ve hilekârdır” kadın. “İman yolunda bir engel, salâh yolunda bir bariyer, uygulamada bir büyücü, iğrenç arzuları temsil eden” bir aşifte.(1) Buda, öğretisini sulandıracakları için kadınların rahibe olmalarına karşıdır. Ortodoks Yahudi erkeklerinin sabah dualarından biri, “Beni bir kadın olarak yaratmayan Kâinatın Yaratıcısı Efendimize hamdolsun.” Adem’i mennu meyveyi yemeğe ikna ederek, insanlığın cennetten kovulmasına neden olan Havva ile ilişkilendirilmiyor olmasına şükretmektedir. Hıristiyan geleneğinin başat bileşeni, kadının kötülük, ayartma ve günahla özdeşleştirilmesidir. Erkek, ruhani, akla yatkın ve tanrısal olan İsa’nın alanının temsilcisi sayılırken, kadın, Sezar’ın ten ve madde dünyasıyla bütünleştirilir. Hayrın ve şerrin, cinslerdeki karşılıkları erkek ve kadın olarak belirlenirken, yeryüzüne kötülük bulaştırdıkları gerekçesiyle kadınlardan topluca tövbe edip, günahlarını affettirmeleri talep edilir. İsevi öğretiyi kaleme alan Aziz Paulos, memnu meyva olayında “aldanarak suça düşen” kadının susup, erkeğe tabi olması gerektiğini bildirir: “Kadın tam tabiiyetle sessizce öğrensin. Fakat kadının öğretmesine, ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem...”(2) Hıristiyan kadınların günahlarının bağışlanması, cinsiyetlerinin dayattığı rolü canı gönülden kabullenip çocuk doğurmaları, cinselliklerini kontrol altında tutmaları, erkeğe tabi olmalarına bağlıdır. İslam’da, “Ümmetim için kadın fitnesinden daha büyük bir fitne kaldığını bilmiyorum” mealindeki cümlenin Hazreti Muhammed’e ait olduğu bildirilir. “Allahım bizi kadınların şerrinden, fitnesinden ve onlarla imtihan olup kaybetmekten koru” mealindeki duanın(3) varlığı, semavi dinlerin ortak tutumlarının yansıması olarak belirir.
Öte yandan, 1900’lü yılların başlarına kadar medeni dünyanın hemen her ülkesinde bir eş, kocasının gölgesi, uzantısı, parçası olan kadın, dünyayı saran değişimden nasibini alacaktır. “Yeni kadın” erkeğin bir refleksinden ibaret olmayı kabullenmeyen, yardımcı oyuncu rolünü reddeden, kendisine ait bir içdünyasına sahip, coşkulu, bağımsız, özgüven sahibi, yaşamını bir başına sürdürmeyi göze alabilen kadındır. Bu kadın, modernleşen toplumların her basamağında rastlanabilecek birisidir. Sabahın kör karanlığında işçi mahallelerinden fabrikalara akan solgun kalabalığın arasında da görülebilir, mutevazı bir tezgâhın arkasında da, laboratuvarda da, devlet arşivinde de, hastane koğuşunda da. Aşkları çok başarılı evliliklerle sonuçlanan, el değmemiş “iyi” kızlar değillerdir bunlar. Kocalarının ihanetlerine katlanan evli kadınlardan olmadıkları gibi, intikamlarını zina yaparak almaya kalkışanlardan da değillerdir. Ne mutsuz bir aşk hikâyesinin yasını tutan yaşlı bakire, ne de bir aşifte; yeni kadın, yoksulluğa ya da mesleksizliğe kurban gitmeyi reddeden, hayattan özgün talepleri olan, ömrünü ailenin, sülâlenin hizmetinde tüketmeyi reddeden, hemcinsinin haklarını savunan kadın.
Yeni kadın, erkeğin ne gönlüne ne de aklına hitap eder. Erkek cinsinin en duyarlı zümresi iken şairler, yeni kadını ne görürler, ne duyarlar, ne anlarlar, ne de ayırt ederler. Kendilerini geliştirmeye adanmış, yeni yollar, yeni renkler, yeni dünyalar keşfetmeye çalışan yazarlar, yeni kadının yanından geçip giderler. Edebiyat, ihanete uğramış, terk edilmiş, acı çeken kadınlar, intikamcı zevceler, büyüleyici aşifteler ya da iradesiz, renksiz, sade, şirin kızlar üretmeyi sürdürür. Romancıların muhayyeleleri de sanki kadının geleneksel görüntüsünden başkasını algılamaya müsait değildir. Değişimi idrak edemedikleri gibi, belleklerine de kaydedemezler. Yeni kadının hekimlikten yargıçlığa, sanayicilikten mühendisliğe, müzikten edebiyata, tiyatrodan öğretmenliğe kadar hemen her çağdaş uğraşta rastlanan muhteşem örneklerine gelince, onlar istisna sayılır; olağandışı psikolojik fenomenler olarak tanımlanıp, uzak durulur. Yaşı ne olursa olsun, erkeğin kanatlarının altında olmayan kadın, ana muamelesi görür. Özetle, kadının ne olup olmadığı erkekler tarafından kadınlar üzerinden tartışılan bir süreç olmaya devam eder; günümüzde türban meselesinde gördüğümüz gibi.
Oysa, cinsellik, yeni kadının kimliğini oluşturan onlarca bileşenden sadece birisidir; meğer ki, yaptırımların kurbanı olsun, asla belirleyeci olanı değil. Keza, doğurma eylemi, kadın hüviyetindeki ömrünün sancılı bir safhasından ibarettir, bütününü şekillendiren bir fenomen değil. Doğum yapmış, yani, kadın olmaktan ana olmaya terfi ettirilmiş olmak, yeni kadın tarafından cinsine atfedilegelen fıtrî kötülüklerden arındırıldığı gösteren bir ibraname olarak da önemsenmez. Yeni kadın, evlâd sahibi olmanın hormonlarının desteğindeki koruma içgüdüsünü körükleyeceğini, doğurduklarını yaşatabilmek için elinden geleni ardına koymayacağı ruh halinin “fitne potansiyeli”ni de güçlendirebileceğinin bilincindedir. Kediler ana olmasın derler, doğrudur; en narinimiz bile tırnaklarını çıkaracak, aslan kesilecektir. Bu çerçevede, “haram helâl ver Allahım/çoluk çocuk yer Allahım” yakarışının bir kadın duası olduğunu hatırlatayım. Tekvin ve Kur’an’da yer alan İsmail kıssasında biricik oğlunu kurban etmeyi düşünebilenin çocuğun anası değil, babası olmuş olması, yeni kadının gözünde erkeklerin çocuklarına ilişkin eğreti tutumlarının teyidi mahiyetindedir; erkeklerden oluşan hakim sınıfının hükümranlığını yasallaştıran çağların pederşahi toplum sistemlerinde oğullarını esirgeme çabası içindeki anaların feryadlarının şeytanın iğvaları olarak yorumlanmasını da ciddiye almayacaktır.
Yeni kadının tecrübesi, yeryüzündeki yaşamın somutta ispatlanan aşkla ayakta kaldığı şeklindedir, yasalarla değil. Cinselliğin iletişimle mümkün olduğu şeklindedir, şiddetle değil. İmanın akılla güçlendiği şeklindedir, dayatmayla değil. Ruhaniyatın saygı ile beslendiğidir, seçkinci ayırımcılıkla değil. Erkeklere nasip olmamış gibi duran işbu tecrübe, fitne vb. suçlamalara karşın kadınların/anaların yasaların dışında ve üstündeki konumlarına ısrarla sahip çıkmalarını öğütleyen kadınlık bilgisidir. Gerektiğinde baş örten, gerektiğinde yara saran tülbent, kadınlara mahsus bilginin kadim nakil aracı olarak görülür. Bu bağlamda, türban, kadınlık bilgisinin bastırılması, diğer bir deyişle, kadının kadına ihanetinin dışavurumu olarak algılanabildiği için korkutur.
Türk toplumun eriştiği tarihinin bu noktasında, yargıç kürsüsündeki yerini dişiyle tırnağıyla elde etmiş yeni kadın, tanık mahallindeki hemcinsinin şahitliğini irade ve akıl bakımından erkeklerden daha zayıf olduğu gerekçesiyle reddetmeyi aklından bile geçirmezken, dünya ve kâinat görüşünü türbanı aracılığıyla ilân eden kadın yargıcın vereceği hüküm, erkek cinsi lehine cinsiyet ayırımı yapacağının peşinen kabulü demek olacağı için korkutur. Benzeri korkular tıptan sahne sanatlarına, öğretmenlikten turizme kadar hemen her uğraş dalında nüksedebilecek; yalnız seyahat edememekten yönetici kadrolarından uzak durmaya varıncaya kadar çok sayıda olası yasaklar gündemde kalmaya ve ürkütmeye devam edeceklerdir.
Bana sorarsanız, türban sorunu işbu “kadının kadına ihaneti” olarak ifade ettiğim açmazda düğümlenmektedir. Bir kısmımız türbanı egemen erkeklerle kadınlar aleyhine yapılan bir ittifak olarak değerlendirirken, diğer bir kısmımız yasakçılarla birlikte hareket etmek suretiyle kendilerine tekâmül yollarını kapayan hemcinslerinin ihaneti olarak görebilmektedirler. Her halûkârda, konu üzerinde tartışacak, uzlaşma zemini arayacak, meseleyi çözüme ulaştırmaya çalışacak olan kadınlardır; kadınlar üzerinden ahkâm kesen muhalif ya da muvafık erkekler değil. Bu aşamada gerçek tehlike arzeden bir şey varsa, o da tarafların içtenlikle konuşacakları yerde birbirlerini basmakalıp sıfatlarla takdim ve itham etmeyi sürdürmeleri olsa gerek. Rahmetli Meriç’ten mülhem bir ifadeyle, kavga, kadın ile kaderi arasında olmalıdır, kadın ile kelimeler arasında değil.
(1) Devi Bhagaveta (1.5.83)
(2) Yeni Ahit, 1.Timoteosa.
(3) “Allahümme ecirna min şerri’n-nisa...”
O değil de özgür'ün 2 yukarıda attığı Zülfü Livaneli'nin yazısı çok güzelmiş.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
bende bir sitede şöyle bir yorum buldum:
"Hiyab (hijab) kelimesini çevirirken başörtüsü mü yoksa türban mı olarak çevireceğimi bilemedim bir an. Anladığım kadarıyla bu ikisini ayırt edenler örtünen kişinini "siyasi" amaçlı örtündüğünü düşünürlerse türban diyorlar.Bu işin uzmanları var heralde,gördükleri örtülünün inancından dolayı mı yoksa siyasi simge olarak mı örtü taktığını anlayıveriyorlar yüz metreden.Benim beyin okuma yetilerim henüz o kadar gelişmediğinden filmdeki kızın "hijab"ını seslisözlükten teyid ederek "başörtüsü" olarak çevirdim:)"
birde bir öğrencinin şöyle bir düşüncesi var dı:
hoşgörü
karşılıklı empati
sosyal devlet ol(abilmek)!!!
üniversite anlamını ifşa etmek...
bir de naçizane bir ek TEKTİPLEŞMEYE 'HAYIR' :))
herkese ve her yoruma saygı.üniversiteli olabilmek için 'özgürlükler' çatısı altında buluşmalıyız...
birde bu forumu açan arkadaşa şunu sormak istiyorum:
sence insanların inançlarına saygı gösterilmeli mi?
senin oradaki şiirde yazıdğın gibi, biri falanı yapmış bizene,biri birşeye inanmış bizene?değilmi.
türkiye'de boğaziçi,istanbul,marmara ünv.lerini kazanıp,ailesiyle aynı ilde bulunan bir ünv.yi kazanıp sırf inancı için gidemeyen kızlar var,18 yaşındayken,evini barkını bırakıp avrupaya okumaya gitmek zorunda kalan kızlar var. niçin bu gariban kardeşlerimizin inançlarını dışlıyor ve bunlara başbakanımızın tabiriyle kendi vatanlarını dar ediyoruzki?
(buraya; başbakana'da niye laf,hakaret edildiki,neticede yüzde 46 oy almış,geniş kitlelerinde sevdiği biri yazmıştım,çıkarttım,siyasi tartışmalar doğru değil diye düşündüm 😳
en fazla siyasi şeyleri sanıyorum ben yazdım bu yüzden önce başbakana hakaret etmediğimi söyleyeyim ama sevdiğimi de söyleyemem.sadece saygı duyuyorum makamından ötürü.
bu %46 meselesi de insanları en çok geren meselelerden biri ayrıca.çünkü insanlara ihtiyacı olan kömürü kendi paralarıyla dağıtıp,oy pusulası başında cep telefonuyla fotoğraf çek bana gönder,eğer göndermezsen acısını çekersin (ki bunun haberi medyada çok geniş yer buldu) demek ne kadar doğrudur?cari açık artarken,borçlanma artarken,özelleştirmeler bile amacını aşmışken hala çıkıp " dünya yıkılsa Türkiye batmaz" lafını sarfetmek ne kadar doğrudur ben bunu soruyorum.
türban meselesinde de diyeceğim şudur ki,bu yorumu yapanların çoğunun Kur'an okumamış olması gibi bir söz geçiyor,okumadığımı kabul ediyorum fakat meallerinin ne kadar önemli olduğu ortada.sonuçta bırakın bu ülkeyi,dünyada milyonlarca insan Kur'an okuyabilecek,meal çıkarabilecek vasfa sahip değil.Kutsal kitabımızda ne yazdığını bir kenara bırakırsak,düşünün intern olmuş bir tıp öğrencisi sınıfı gereği staj yapıyor ve siz acil bir durum için yanına gidiyorsunuz.erkek olduğunuz için size bakmayı reddedebiliyor.var mıdır böyle bir kural?hiç bir dine sığmaz bu.türban takan genç kızların büyük kısmı bunu savunuyor.düşünün ki kamu kurluşlarına da girdi türban (eğer üniversiteye yolunu açarsanız kamu kuruluşlarına elbet açılacaktır bunun ters bir sonucu olamaz) türbanlı bir hakim geldiğinde sanıklar,tanıklar davacılar,hakimin inancı üzerine oynamazlar mı?
ben de isterim demokrasi tam olsun,isteyen türbanıyla,isteyen kipasıyla girsin ama bu iş o kadar kolay değildir.çünkü 94 yılında açık açık "elhamdülillah şeriatçıyız" diyen bir başbakan ne kadar açık olabilir.türbanın arkasından ne geleceğini biz bilmiyoruz.
ayrıca ekstra bir soru;
zamanında düşüncesini savunduğu için yaşı büyütülüp idam edilen Erdal Eren hakkında ne düşünüyorsun?adil düzen bu mudur?ben fikrimi burda söylemeyip dağa mı çıkayım?
örtünen kişinini "siyasi" amaçlı örtündüğünü düşünürlerse türban diyorlar.Bu işin uzmanları var heralde,gördükleri örtülünün inancından dolayı mı yoksa siyasi simge olarak mı örtü taktığını anlayıveriyorlar
Ben işin bu kısmını sorgulamayı bıraktım zaten. Çünkü Sayın başbakanımız yurt dışında sorulduğunda " EVET TÜRBAN SİYASİ BİR SİMGEDİR " dedi. Daha ötesi yok. Yani siyasi simge olarak kendi kabul ettiği türbana üniversitelrrde izin vermiş oldu. Bu durumda aynı özgürlük isteği diğer simgeler içinde geçerli olacak. Ben şu an kampüste okuyan bir öğrenci olsam yeminle bir iki gün derse türbanla girerdim. Kim ne diyecek ki? Siyasi bir simge değil mi bu, takarım takarım 🙂 Şaka tabi. Bu arada Seçimler yönünde tartışmayı kaydırmayalım. Türban meselesinin dışına çıkmayalım.
örtünen kişinini "siyasi" amaçlı örtündüğünü düşünürlerse türban diyorlar.Bu işin uzmanları var heralde,gördükleri örtülünün inancından dolayı mı yoksa siyasi simge olarak mı örtü taktığını anlayıveriyorlar
Ben işin bu kısmını sorgulamayı bıraktım zaten. Çünkü Sayın başbakanımız yurt dışında sorulduğunda " EVET TÜRBAN SİYASİ BİR SİMGEDİR " dedi. Daha ötesi yok. .
Yok Özgür, öyle demedi. "Velev ki bir siyasî simge, ne olacak?" dedi. Ben bunu sorun olarak görmüyorum. Komünist bir adam da çekiçli bir motifi olan bir kazakla girsin okula, milliyetçi kardeşim de bozkurduyla girsin, bunda bir sorun yok. Asıl mesele, hep en başından dediğimiz gibi, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümü etkileyecek mi? Hoşgörü ve "öteki" kavramlarının bizde pek gelişmediğini düşünüyorum. Çünkü, ümmetçi bir geleneğe sahip Türk toplumunun birey kavramından ziyade "grubu" "toplumu" "cemaati" korumaya çalıştığını düşünüyorum. Teker teker bireylerin hakları ve yaşamları pek kayde değer değildir, önemli olan cemaat sürsün, toplum bölünmesin, garanti görüldüğü şekliyle yaşamını sürdürsün. Bu nedenle, türban düzenlemesi, her ne kadar birey özgürlüğüne yönelik bir eylem gibi görünse de, cemaati rahatlatan bir özgürlüktür ve bu da, birey olanların özgürlüğünü, ah nasıl da ironik, yaralayıcı bir durum yaratacaktır.
Ben daha despot bir tavırdan yanayım demekki. Mesele özgürlükse bütün özgürlük meseleleri ile aynı oranda uğraşsınlar ben de trakdir edeyim. Sadece oy aldığı kesimin özgürlük talebine bakıyorsan düşündüğün gerçekten insanların özgür olması isteği değildir. (ismim özgür bu arada :P)
Ben daha despot bir tavırdan yanayım demekki. Mesele özgürlükse bütün özgürlük meseleleri ile aynı oranda uğraşsınlar ben de trakdir edeyim. Sadece oy aldığı kesimin özgürlük talebine bakıyorsan düşündüğün gerçekten insanların özgür olması isteği değildir.
Bir diğer düğüm de bu zaten. Özgürlük hamlesi değil bu. "Beş yıl sabrettik" dedi Erdoğan geçenlerde. Tabanını daha fazla bekletemedi.
(ismim özgür bu arada :P)
Ben ne dedim ehe 🙂
yok yani o kadar özgürlük özgürlük dedim ismim özgür boşuna demiyorum hesaaaabı dedim 😛
Code ismide Abdurrahim bu arada cevabını alamadın diye söyleyeyim dedim. Adı abdürrahim. Ama filmlerde Ali olarak kullanıyor sahne adı ise bergen arkadaşları mithat diyor başbaşayken ben kuzum diyorum.
Türban protestolarında depremi ima ederek 7.4 yetmedi mi diye pankart taşıyan türbanlı kıza Gani Müjde' nin cevabı. Hiç yorum yapmaya lüzum bırakmamış.
7,4 Yetmedi mi
Bir hafta önce türban protestoların sırasında '7.4 yetmedi mi?' pankartını açan sevgili kardeşime seslenmek istiyorum bugün...
20 bin insanın acısı ve cenazesi üzerine politika yapmaya kalkan 'o güzel insana' bir çift sorum var.
Ey mantosu uzun,aklı kısa kardeşim benim. 7.0 yetmedi mi?
Senin okuduğun gazeteler yazdı mı bilmiyorum ama Amerika'nın,hani o gavur ve Hıristiyan Amerika Birleşik Devletleri'nin,hani o Siyonistlerle iş birliği yaptığı için her yerde bayrağını yaktınız ABD'nin Los Angeles şehrinde 7.0 büyüklüğünde bir deprem oldu bacım...Neredeyse bizimkine yakın bir deprem.
Bizde aynı şiddetteki bir deprem 20 bin kişi ölüp 20 bin kişi sakat kalırken, gavur, Hıristiyan ve Siyonist dostu Amerika'da sadece 2 kişi yaralandı güzel ablam.
Şimdi türbanlı başını ellerinin arasına alıp düşünüyor musun acaba? Sakarya gibi muhafazakar bir bölgede Allah binlerce Müslüman'ı öldürerek cezalandırıyorsa eğer, Hıristiyanlara ve Siyonist dostlarına niye kıyak geçiyor?
Seks shoplarıyla, porno filmleriyle tüm dünyaya 'seks','uyuşturucu' ve 'günah' ihraç eden bu ülkenin Allah katında ayrıcalığı ne olabilir ki güzel annem?
Oysa adım gibi eminim Sakarya'da,Gölcük'te hayatlarını kaybedenlerin çoğu ölmeselerdi eğer sabah ezanı ile birlikte camilerin yolunu tutacaklardı.
Üç aylarda oruç tutacak, Ramazan'da devrilmeyen minarelerin ışıklarıyla birlikte senin ağzına adı bile yakışmayan Allah'ın adı ile birlikte oruçlarını açacaklardı.
E nooldu şimdi? 7.0 yetmedi mi güzel ninem?
Eğer her coğrafya olayını, her doğal afeti bilimin ve aklın süzgecinden geçirmeden böyle yorumlarsan bu ülkenin yarısı her deprem felaketinden sonra dinsiz olur güzel hala kızım...
Fay hattında 10 katlı binalara izin veren şapşal belediyecilik anlayışını, deniz kumundan inşaat yapan edebiyatçı müteahhitleri,depreme dayanıklı konut üretme çabalarını, hırsızları,uğursuzları bir kenara bırakıp her şey ilahi kudretin intikamı olarak açıklarsan bu deprem 10 yıl sonra gene aramızdan binlerce 'dinsizi' alır gider güzel amca kızım..
Beynin var mı bilmiyorum, betonların altında inleyerek can veren 20 bin insanı, kadını,çocuğu ve bebeği bir kalemde günahkar diye silip atan kuş beynini türbanın altında görmek mümkün olamıyor çünkü...
Ama bence bu yazıyı oku ve bütün gece uyumadan düşün. Allah'ın kullarına böyle cezalar verebileceğini hala düşünüyorsan da git Hıristiyan ol...
Çünkü senin bu mantığına göre Allah onları daha çok seviyor. 'Gavurlar' hem senden daha zengin,hem de evleri tepelerine yıkılmıyor.
Gani MUJDE
*our AC-130 in the air
7.0 ile 7.4 şiddetindeki 2 deprem arasında 15 kattan fazla bir enerji farkı var onu da göz önünde bulundurmak lazım da tabii bu gerçek Gani Müjde'nin yazısında yazanları yalanlamıyor..
Ama ben böyle bir lafı müslümanlardan beklemezdim, otu boku tanrının gazabına hristyanlar ve evangelistler bağlar genelde.. İlginç tabii, tek kişi üzerinden koca dini yargılamak da saçma olur.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.