Kezzap ve Egicim (üleyn bi kerede düzgün eleştir) yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
*our AC-130 in the air
Bi sebebim var ki eleştirmiyorum di mi :). Üşenmez de buluşma ayarlarsan orada yüzyüze eleştirecem ben.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
MSN'den be abicim, harcamayalım başlığı.Kırk yılın başı filmimizi ekliyorum, benimsinemalarim ortamına getirmeyelim.
*our AC-130 in the air
Film çekim aşamasındayken hepa ile msn de konuşmamızda film ile kaygılarımı dile getirmiştim ve en sonunda "so what?" demiştim.. Filmi 2 gün önce ilk defa izlediğimde de aynı kaygılardan dolayı hoşuma gitmemişti ama şimdi düşününce aslında durumun hiç te "so what?" lık olmadığını gördüm.
Film, iki delinin diğer delileri ve/veya kendilerini eğlendirmek için "kendi çaplarında" tiyatro oyunu çıkarmalarını konu alıyor. Bu bakımdan espirilere klişe demek haksızlık oluyor zira bu adamlar "deli!" Deli ne söylerki, saçma sapan şeyler söyler işte, bu yüzden ben espirileri yerinde buluyorum. "Özgür abi dönüp gülsenize lan" diyor "ne gülecem lan" diyorum bende. Seyirci gülmüyor, bende gülmedim çoğu klişe espiriye ama zaten film bunu amaçlamıyor mu? Yani en azından ben öyle anladım. Bu anlamda başarılı buldum.
Çekimler ile ilgili söylenecek pek fazla bir şey yok çünkü "el" detayları yüzünden pek açı değiştiremiyor kamera lakin bu derdini anlatamadığı anlamına gelmiyor.. Zaten en sonunda görüyoruz herşeyi..
Oyunculuk baya tatmin edici. Özgür abi Erkan Can gibi bi kaç tonlama yapmış 🙂 Yada bana öyle geldi..
Kısacası ben amacına ulaştığını düşünüyorum filmin.. Go on hepa..
Teşekkürler değerli yorumların için Bilalcim:)
Umarım yeni işler daha da iyi olur cümlemize..
(Go on derken go home gibi bişi mi ehu.)
*our AC-130 in the air
Yok "devam et" babından.. Gavurca olunca daha bi ayar oluyor 🙂
Deli elbette deli deli konuşur.
Ama ben hani dönüm noktası olarak belirttiğim yerden ikiye ayırınca birinin özgün birinin klişe olduğunu söylüyorum.
Yani bana da "iki deliyi sinema hakkında konuşturacaksın" deseler tarantino tarantula geyiği çok çabuk aklıma gelir ama forrest gump, vietnam, amerikan'ız o zamanlar(burası çok iyi), koş lola koş çok dolu bağlantılar, ancak usta bir kalem elinden çıkar. İkisi de deli dialogu ama diğeri çok klişe kusura bakmasın Eyüp!
Umarım derdimi anlatabildim Bilal'im.
öncelikle yorumlar için çok teşekkürler. klişe bir giriş oldu ama (!) 🙂 cidden eleştiriler çok hoşuma gitti. bizim en büyük tedirginliğimiz filmin sit-com tadında olmasıydı. zira komedi tarzında ki kısa filmlerin büyük çoğunluğu ya skeç tadında oluyo. filmin komedi filmi olmasının yanında çok fazla karikatür bir senaryomuz olması tedirginliğimizi arttırmıştı. ayarı tutturmak baya bir zordu. olabildiğince dengelemeye çalıştık durumu.
espirilerin klişe olması konusunda pek bir yorum yapamıcam açıkcası o konuda eyüp benden daha tatminkar cevaplar verebilir size. ben sadece eyüp e çok teşekkür etmekle yetinicem. oyun özellikle oyunculuk anlamında içinde bulunmayı çok istediğim bir projeyken kaldı yönetmenliği de benle barış' a verdi sağolsun.
projede ki asıl görevim olan kısımla ilgili bir kaç sey yazıp yazımı tamamlıcam zaten fazla uzun oldu 🙂 osman ile kadir çok sivri karakterlerdi gerçektende. ne yapsan ne yazsan yicek karakterlerdi. özgür' ün konuşmaları esnasında kafamı çorbanın içine batırsaydım bile giderdi yani. (iyi fikirmiş aslında keşke yapsaydık 😀 ) bu serbestliğin yanında ciddi anlamda zorlayıcı karakterlerdi. çekimler yaklaşık on saat sürdü ve küçücük bir bodrum katında bu kadar süre deli olmak zorladı bizi. kadir karakterini özgür' ün tarzı gereği biraz daha " mahallenin muhabbet adamı manifaturacı kadir abi' si" osman' ıda ezik ve silik karakterli kadir abisinden korkan surekli muhabbete katılmaya çalışan bir tip yaparak iki deliyi "sokakta k, insanlara" indirgedik.
son olarak filmin siyah beyaz olması konusunda bir iki şey söylicem. (vallaha son). çekim sırasında önce özgürü ardından beni çekmeye karar verdik zaman kazanma açısından. özgürün çekimlerini tamamladıktan sonra bir kaza sonucu ışıklarımızdan birini kaybettik:) bundan dolayı da benim sahnelerim çok parlak çıktı. barış çözüm formülü olarak siyah-beyaz fikrini sundu. kılıfı olarakta "madem bunlar sanat yapmaya çalışıyo sanatsal bir hava katalım" gibi bir bahaneyle filmi bu hale getirdi. iyi de etti. bence gayet güzel olmuş. (lan salak onu sen değil izleyenler sölicek). izleyenlere ve yorumlarını saıkınmayanlara çok teşekkür ederiz.
aslına bakarsanız bu senaryo tamamen "tuvalette tarantino görme" üzerine kuruldu. her insanın hayatından bunaldığı anda özlemini kurduğu geçici delilik hezeyanlarının izdüşümü olarak bakabileceğiniz gibi, sadece tuvalette (affınıza sığınarak) sıçarken sıkılan bir insanın duvarda gördüğü bir örümcekle, o örümceğin kurduğu ağ ve o ağın hayatına ağ kuran sinemayla bağdaştırılması olarak da bakabilirsiniz.
"anlam kargaşası yaratmaya çalışmıyorum"u buraya ekledikten sonra söyleyebileceğim en önemli şey sinemasal delirmenin ancak ve ancak tarantino, örümcek (ve elbette tarantula), ağ üçgeninde en iyi kendisini ifade edebileceğidir. ki burada da aslında anlatmak istediğim buydu. tarantino örneklemesinin ardından gelen tüm örnekler genel olarak ona hizmet eder bir yapıda benim gözümde. forest gump ya da lola rennt, bir delinin düş gücünde ancak koşma ve kaçma imgeleri ile yer edinebilecekken, tarantino açılımı ise bir delinin gözünde bile sinemasal (ki hatta sinematografik) bir çözümlemeye kavuşabilir . bunu açmam gerekiyor ama maalesef senaryoda bile fazla açmayı tercih etmemişken burada açmaya çalışmak beyhude olur. söyleyebileceğim tek şey tarantino tarantula esprisine bir kelime esprisinden daha farklı bir gözle bakmanızdır.
senaryolarda genellikle sondan başa hizmet eder bir yazım süreci ve hatta öyle bir yapıya sahibim. nasıl ki "sona kalan çürük yumurta" lafının ortaya çıkış süreci forest gump ve koş lola koş esprisine hizmet ediyorsa, tarantinodan sonra gelen tüm espriler de aslında ona hizmet ediyor.
denildiği gibi hikayenin kırılma anı "tuvalette tarantino gördüm" repliği. ki burada düşünülmesi gerekense bu esprinin aslında ne kadar klişe olduğu değil, sona doğru gidilerek neden bir delinin böyle bir replik ortaya attığının sebepleridir. bir deli neden tuvalette tarantino görür. asıl düşünülmesi gereken budur. tuvalette tarantino gören bir deliyle, forest gump filmini içselleştiren (abisini bile olayın içine katan) bir deliyi buluşturan platform nedir.
haklı olunan düşünce ise sinema üzerine bir espri yapılacağında ilk akla gelecek olanın tarantino-tarantula esprisi olacağıdır. elbette. ama bu espri bir sürekliliği sağlamıyorsa ancak o zaman klişe hale gelir. nasıl ki her filmde anlatılan "aşk" kavramı sürekli farklılık gösteriyor ve her nedense (ki hepsi sonuçta aşkken) birisi bize diğerinden daha yüce bir aşk gibi görünüyorken, burada anlatılan tarantino esprisi de ardından gelen destekçileri (forest gump esprisi) sayesinde benim gözümde farklı bir tarantino tarantula esprisine dönüşüyor.
(öncelikle buraya kadar yazdıklarımda "senaryonun ve filmin kendisini anlatması"na izin vermediğim ve bir açıklama sürecine girdiğim için özür dilemem gerekiyor. ama şu an yaptığım şeye senaryoyu açıklamak değil de, senaryoyla açıklamak istediğim şeyi açıklamaya çalışmak olarak bakmanızı istiyorum)
filmin sonunda gördüğümüz üzere bu iki insan sanat yapmaya çalışıyor. ve bu sanatı hem ellerini kollarını bağlattırarak hem de sinema üzerine derin konulara girmeye çalışarak (girerek değil) zorlaştırıyorlar. ki aslında takdir edilecek konu burada barış ve erayın aslında pek de anlaşılmayacakken çekimde bile el ve kolların bağlanması üzerine yaptıkları tercihtir. bu sayede delilerin sanat anlayışının zorlaştığı kadar delileri oynayan bizim delilerin de oyunculğu zorlaşmıştır. sadece filmin en sonundaki sahnede el ve kolları bağlamak yetebilecekken tüm filmi böyle çekmeleridir.
aslında şöyle yazdıklarıma bir baktım da yazmak istediklerimin çok dışına çıkmışım. daha "sona kalan çürük yumurta" üzerine söylevlerde bulunmak istiyordum ben. ama kısa keseyim. zaten ne zaman yazmaya başlasam durduramıyorum kendimi. neyse.
kısaca genel eleştiriye geçeyim ben. eray ve özgürü oyunculuklarından dolayı tebrik ediyorum. vermek istediğim şeyi yansıtabildiklerini düşünüyorum. ki bunda elbette eşyönetmenlerin de büyük payı var.
tiyatroya benzer filmlerin çekimlerinin zor olduğunu hepimiz biliyoruz. örnek olarak dogville'i verebilirim. ki bu senaryo bir kısa film olsa bile tiyatro havasında geçtiği için (elbette konusu da öyle) vermek istenilen çok daha zor verilecekti. çünkü tiyatronun en büyük zorluğu gösterilmek istenilenin görsellikten ziyade diyaloglarla verilmeye çalışılmasıdır. e sinemanın da duyusal bir sanattan ziyade görsel bir sanat olduğunu düşünürsek neredeyse sadece repliklerden oluşan bir senaryoya görsellik katmak ve anlatılanı göstermek oldukça zor olacaktı.
bu zorluğu aştıkları için de teşekkür etmek istiyorum oyunculara ve yönetmenlere.
sanırım çok uzattım. umarım sonra yine toparlar yine yazarım. şimdilik bu kadar.
Yapmayın. Aynı Big Bang'in çocuklarıyız hepimiz...
"söyleyebileceğim en önemli şey sinemasal delirmenin ancak ve ancak tarantino, örümcek (ve elbette tarantula), ağ üçgeninde en iyi kendisini ifade edebileceğidir."
Değerlendirmemde Tarantino göndermesinin altını boşaltmak amacında değildim elbetteki... Fakat "klişe" söylemine takılmam böyle bir anlam doğuruyor haklı olarak. Burada klişeden kastımı biraz daha açayım o zaman ki anlaşabilelim.
"Tarantino-tarantula" mevzusu, kelime oyununun basitliğinin de ötesinde bir basitlik taşıyor bence. Bu "tarantino" söyleminin keskinliğinden, netliğinden kaynaklanıyor.
Şöyle açıklayayım:
Her uzun plan gördüğümüzde, "aaaa Tarkovski" gibi dememiz mesela! Belki sinemada en başarılı uzun planları çeken Tarkovski'dir (bunu kabul edelim mesela) ama bunu kendine has bir biçimde yapan onlarca yönetmen varken, ezberlenmiş gibi, "bak abi uzun plan, kesin Tarkovski'den etkilenmiş deriz" (Bu arada şimdi farkettim Tarkovski göndermen başarılıymış 😉 )
Bunun en temel örneği Nuri Bilge'dir mesela. Kendisinin filmlerinde yaptığı göndermelerle de doğru orantılı olarak, kendisini en fazla etkileyen yönetmen olarak Tarkovski gösterilir. Ama bence Ozu'dur. Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı belki de bir Tokyo Story uyarlamasıdır bile diyebiliriz.
İşte bu noktada bence sen de, tarantino tarantula kelime oyununun klişeliğinin ötesinde "tarantino-delilik-tarantula-ağ dialoglar" "klişesine" düşmüşsün ki orada Tarantino göndermesini yapmasan çok açık ve net söyleyebilirim ki bu dialoglar Tarantino'dan çok Jarmusch dialoglarıdır.
Ben sinemada "her ağ biçiminde birbirine eklemlenen dialoglar" sözünden sonra "Tarantino gibi abi" denmesinden pek hazetmiyorum.
İkincisi bu noktada başka beğenmediğim bir şey daha var. O da ikinci kısımdaki göndermelerin üstünün kapalılığı ile birincidekinin açıklığı arasındaki uçurum. Tamam, tarantino göndermesi yapacaksın, kabul ettik diyelim. Ama keşke bunu direkt Tarantino kelimesiyle değil daha üstü kapalı bir biçimde yapsaydın. Ama tabi bu söylediğimin pek bir anlamı da yok aslında. Tercihtir en nihayetinde. Niye direkt gönderme yaptın diyemem.
Genel olarak senaryo tarzını beğendim. Ama yönetmene pek yer bırakmıyor. Bence söylemlerini görsel sinematografik öğelerle birleştirip kendi filmini kendin çekmelisin.
""Tarantino-tarantula" mevzusu, kelime oyununun basitliğinin de ötesinde bir basitlik taşıyor bence."
evet, aslında basit eleştirisi klişe eleştirisinden çok daha oturmuş görünüyor benim gözümde. ki benim subjektif algılama anlayışımda "klişe" söylemi nedense antipatik bir hava yaratıyor. çünkü klişe söylemi genellikle "artık kalıplaşmış ve kullanımı (kazandırabilecekleri açısından) gereksizleşmiş şey" anlamı taşıyor.
yani burada ilk yapılan eleştiri, tarantino-tarantula esprisinin bu senaryo ve film için gereksiz oluşu üzerine odaklanmışken, şimdi ise aslında bu senaryo için basit kalmışa dönmüş oluyor, ki bu benim için daha anlamlı bir eleştiri oluyor.
daha önce denilen gibi senaryoyu ve esprileri çok da rahat sündürebilecekken gereksiz tüm esprilerden arındırıp yalın bir hale sokmak zor iş. çünkü bizler her ne kadar kısa esprilerin üstadı (lafı gediğine koyma açısından) nasreddin hoca/neyzen tevfik gibilerinin torunları olsak da en çok sevdiğimiz şey (son zamanlardaki stand up'çılarımızdan olsa gerek) iyi bir espriyi sündürdükçe sündürüp o espriden maksimum faydayı sağlamaya çalışmaktır.
yani tam yerinde noktalasak daha sonra o anı düşünenler üzerinde iyi bir etki bırakabilecekken, onları daha sonra o espri üzerinde düşünmeye sevkedebilecekken sadece o ana odaklanıp kişileri "şimdi" daha fazla düşünmeye zorlamışızdır hep (düşünme sayılabilirse tabi). o espri üzerine tüm çeşitlemeleri dinleyenlere düşünme payı vermeden o an tüm varyasyonlarıyla kullanıp ne kadar zeki olduğumuzu kanıtlamaya çalışmışmaktır bu. ki bu bir sündürmeden çıkıp sömürmeye varır.
klişeden sömürmeye varış sebebim ise her ikisinin de büyük bir "gereksizlik" içermesi. açıklamalarıma "eleştiriyi kaldıramamak" açısından asla yaklaşmanızı istemem ama, zaten sündürmeyi/sömürmeyi kendime yediremediğimden olsa gerek uzatmayı tercih etmediğim/ gereksiz bulduğum bir senaryoda gereksiz bir espri yapmış olma eleştirisine karşı bir "duruş" şu an yaptığım şey.
ama dediğim gibi, bu espri için "basit" eleştirisi gelirse asla bir duruş sergilemem. hatta hoşuma da gider. çünkü zaten senaryonun kahramanları basit duruşlarıyla vuruş yapmaya odaklı karakterler. en derin çözümlemelerinde bile basitliği yeğ tutan karakterler (örnek olarak "o zamanlar amerikanız biz" verilebilir).
- tuvalette carmuş gördüm.
+ ne gördün, ne gördün?
- carmuş. böyle camış gibi yere uzanıp kalmakla, çarmıh gibi tepeme gerilmek arasında asılı kalmış gibi bir hali vardı. ya bilirsin işte, carmuş.
+ lan salak korniş o. tuvalete perde yaptırdım, tül perde. o sallanınca sen halüsünasyon görmüşsündür.
- e peki corçbuş kimdi?
+ şarkıcı o. hit me baby one more time ı söylüyordu.
gibi bir espri de yapılabilirdi ama bir delinin düş gücünde çok zorlama dururdu elbette. (örnekler rahatlıkla çeşitlendirilebilir). yani demek istediğim şu, bir esprinin klişe olması ile basit olması arasında cidden çok büyük bir fark var. ki senaryoyu klişe sinema esprileri üzerinden kurmak da bir tercih olabilirdi, titanic'in sözsüz mottosu haline gelen gemi ucunda rüzgara karşı kollarını açma duruşunu elleri kolları bağlı bu delilere oynattırma esprisinden çok iş çıkarabilirdim mesela. ama dediğim gibi tercihim klişelerden çok basitliklerden yanaydı. yani senaryoyu gereksiz esprilerden arındırıp sündürmeyi tercih etmemekle, senaryoda sündürülmüş ve derin gibi duran gereksiz espriler yerine basit espriler kullanmak adına bir tercih yaptığım şey.
o yüzden sert bir "duruş" sergileyerek (ki kişinin kendi yaratısını savunmasının densizliğine düşmeyi de göze alarak) klişe eleştirisini kabul etmeyip, basit eleştirisi ile köşeme oturmayı tercih ediyorum 😉 . teşekkürler.
Yapmayın. Aynı Big Bang'in çocuklarıyız hepimiz...
- tuvalette carmuş gördüm.
+ ne gördün, ne gördün?
- carmuş. böyle camış gibi yere uzanıp kalmakla, çarmıh gibi tepeme gerilmek arasında asılı kalmış gibi bir hali vardı. ya bilirsin işte, carmuş.
+ lan salak korniş o. tuvalete perde yaptırdım, tül perde. o sallanınca sen halüsünasyon görmüşsündür.
- e peki corçbuş kimdi?
+ şarkıcı o. hit me baby one more time ı söylüyordu.
İlahi Eyüp ya bu da güzelmiş ya,hatta daha da güzelmiş.
*our AC-130 in the air
Aynı şeyi benim yerime Hepa söylemiş:)
Ben klişe kelimesinde ısrarlıyım ne yazık ki!
"artık kalıplaşmış ve kullanımı (kazandırabilecekleri açısından) gereksizleşmiş şey" diye tanımlanmış yazında klişe kelimesi.
Ne yazık ki "tarantino algısı" son derece kalıplaştı ve gereksizleşti. Her iki ilginç, delice , ağ gibi birbirine eklemlenen, belki mantığı olmayan dialog duyduğumuzda, "aaa Tarantino bu" demek ne yazık ki artık klişedir.
Neyse bu kelimeye çok takmayalım.
Eğer Jarmusch dialogunu kullansaydın, içindeki çorcbuş sözünün ardından gelen aslında Amerikalıyız ile çok iyi bir bağlantı oluşturacağını da hatırlatarak senaryon benim açımdan tadından yenmez, inanılmaz derecede ÖZGÜN! bir senaryo olurdu. Hatta öyle bir hal alırdı ki "delirmiş bir sinematografi" ve "Jarmusch sinematografisine yapılacak göndermelerle" çekmek için sana yalvaracağım bir senaryo bile olabilirdi. Zira daha önce dediğim gibi "yönetmene pek alan bırakmayan senaryolar" yönetmenin kendisine alan açmayı öğrenmesi açısından çok iyi bir antrenman olabilir.
Güzel, hem de çok güzel.. Bu film, beni fazlasıyla memnun etti.Bence, oyuncuların yüzü parlak çıkmış, ya da yok keşke yönetmen daha farklı açılar kullansaymış ve yahut ses kötü çıkıyor gibi yaratıcılığın törpülendiği düşüncelerin aksine(kimse bu lafa alınmasın bu benim her zamanki sabit düşüncem) anlatmaya çalıştığı mevzunun üzerine daha fazla dayanan ve bu haliye türk kısa filmleri arasında kendine özel bir yer edinebilecek niteliğe sahip, başarılı bir film Oyun.
Film için yapacağım aslında senarist için yapacağım en gıcık yorum 😀 , "her atasözünün arkasında bir hikâye vardır." tümcesi ve ardından diğerlerinin bana, Pamuk Prenses 2 de Erkan Can'ın anlattığı pamuk prenses masalının üslubunu hatırlattığını söylemek olacak. Ha bu belki de bu benim kuruntumdur :wink:. Ve hatta bunun nedeni belki de Özgür Bakar'ın yorumudur.
Son olarak,tüm ekibi tebrik ederim, herkesin yüreğine sağlık..
filmde sadece oyuncu olarak yer almak benim "misin" filmi dışında ilk kez bi deneyimdi. başkasının yazdığı bir metin üzerinden oyunculuk yapmak. Çünkü işlerimin geneli kendi metinlerimden oluştuğu için kendi içimde esnetip istediğim şekle sokma özgürlüğüne alışmıştım. Hatta tiyatro oyunlarımda bile. Ama virgülünü atlamadan başka bir senaristin anlatmak istediğini ifade ve tonlama olarak vermeye çalışmanında nasıl bişey oldugunu denemek açısından dilinide çok sevdiğim eyüp arkadaşımın filmi bulunmaz fırsattı. koşa koşa gittim barış ve eray'lada uzun yıllar süreceğine inandığım dostluğumuzun temellerini atmış oldum. ha bu acemilikler birşeyleri denemeler eyüpün senaryosunu kobay olarak kullanmak gibi algılanmasın ama her halimden acemiliğim sırıtmış gibi hissediyorum. benim için çok ayrı bi film oldu bazen izlerken dayanamıyorum. bazen bitmesin istiyorum ilginç bi durum 🙂
Erkan Can olayı beni çok şaşırttı sevinsemmi üzülsem mi bilemedim. Yani genelde oyunculuk tekniği açısından başka bi örnekle pekiştirmek yerine mutlaka sokaktaki insanı taklit etmeyi seçiyorum. Burdada yönetmenlerden eray'ın deyimiyle mahallenin atıp tutan abisi olmaya çalıştım. Erkan Can siz benzetene kadar aklımda olan bir isim değildi.
Filmde aksamış hissi veren çoğu nokta aslında benim suçum. Rehavet ve yorgunluktan dolayı eray'ın teklerini alırken ona rol vermemem ritmi bozmuş. 🙁 Onun dışında filmin içine girmeyi başarabilen eğlenecektir eminim.