Forum

Sevmek Zamanı (1965...
 

Sevmek Zamanı (1965) - Metin Erksan

12 Gönderi
5 Üyeler
0 Reactions
3,688 Görüntüleme
(@hegel)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Sevmek Zamanı (1965) - Metin Erksan

Yapım: 1965-Türkiye
Tür: Dram
Yönetmen: Metin Erksan
Senaryo: Metin Erksan, Kemal Demirel
Yapımcı: Metin Erksan
Görüntü Yönetmeni: Mengü Yeğin
Müzik: Metin Bükey
Seslendiren: Yorgo İlyadis, Kemal Ergüvenç
Süre: 1 saat 24 dk

Not: Olacaklardan bir yere kadar bahsediyor olsam da bu okuyucuyu korkutmamalı. Çünkü bu filmde neler olacağının bilinmesi önemli değil. Bu o filmlerden olmadığı için daha değerli.

Başar – (Meral’e) Delilik sana da bulaşmış!

Andre Bazin, “Fotoğraf Görüntüsünün Varlıkbilimi” adlı makalesinde, “Bütün sanatlar insanın varlığı üzerine kuruludur; ancak fotoğrafçılıktadır ki insanın yokluğundan zevk alırız” der. Yani fotoğrafa müdahil olmayan fotoğrafçı, deklanşöre basan kişi kendi varlığını yadsır. Bunu göze alarak fotoğrafı ve dolayısıyla çektiği görüntüyü yüceltir. Fotoğrafta yüceltilen canlı varlık ya da nesne, fotoğrafçının iradesiyle oluşan bir görüntü olmasının acısını çıkartırcasına, onu yadsır; görmezden gelir. İlk bakışta onu oluşturanı bencilce saklar, bakan kişinin onu görmesini istemez. Ve Bazin devam eder: “Bu gri ya da kara, hayaleti andıran, hemen hemen ayırt edilmez gölgeler artık geleneksel aile portreleri değildir; bunlar süresi içinde durdurulmuş, yazgılarından kurtarılmış hem de sanatın saygınlığıyla değil, duygusuz bir mekaniğin özelliğiyle kurtarılmış yaşamların coşkulandırıcı varlığıdır; çünkü fotoğrafçılık, sanat gibi, sonsuzluğu yaratmaz, zamanı mumyalar, onu kendi bozulmasından kaçırır”.

Sağanak yağmur altında, adada, enfes bir kaydırmalı çekimle açılan film, köşklerin iç süslemelerini ve boyasını yapan Halil’in (Müşfik Kenter) devasa bir portreye, surete âşık olması üzerinedir. Adada, sonbaharda, Türk Sanat Musikisi’nin en dokunaklı nağmelerinin altında, Halil 1 yıl boyunca her gün portrenin olduğu köşke bir hırsız gibi girmekte ve o suretin karşısına geçip saatlerce onu seyretmektedir. Ustası derviş Mustafa (Fadıl Garan) ile birlikte, adadaki köşklerin iç süslemelerini, boyamalarını yapmaktadırlar. Ada, anakaradan kopan bir parça olması sebebiyle ve özellikle sonbaharda bu koparılmışlığı ve yalnızlığıyla daha da hüzünlü görünmektedir içindekilerle.

https://www.youtube.com/watch?v=

Filmin en başında, Meral’in resmini seyrederken –film boyunca resim denilir- kıza yakalanmasıyla durumu zorlaşır Halil’in. Mevcut durumun bozulmasını istemez. Ama büyü bozulmuştur bir kere. Metin Erksan, filmin en başında büyüyü bozarak, üstüne sinemanın büyüsünü bindirir.

Halil, Meral (Sema Özcan) ile ikinci kez karşılaştığında, elinde ekmek ve kahvaltılık vardır. İşte bu acımasız gerçekliğe teslim olmamak için bir surete aşık olmuştur Halil. Kendi aşkından beslenir; onu büyütür; besler; çoğaltır ve kendi aşkından suretin aşkını da doğurur. Halil, “benimle resim arasına girme; istemiyorum seni” der Meral’e. Fiziksel anlamda nesne olan fotoğrafın/suretin bu şekilde sevilmesi onu bambaşka bir yere koyar. Bir sanat eseri ya da ihtiyaç objesi de değildir oysa. Sanal olmaması da onu bu tür fantezilerin dışında tutar. Fotoğraftaki suret, elle tutulabilir olmasıyla bir melez türe dönüşmüştür. İnsan ancak bu kadarını yaratabilir. Halil, suretin sahibini inatla reddederek, bunu yapmaması durumunda başına gelecekleri bilir. Bu “bilme hali” onu surete daha da bağlar. Halil sureti o kadar derinden sever ki, o görüntünün, bakışların bile bozulacağından korkar. Meral’in devasa portresinin kendine hep aynı şekilde bakmama ihtimali, bunu düşünmek, aklının derinlerinde hapsettiği çılgınlığın çıkardığı zincir şıkırtılarıdır. Suretteki durağanlık, aynı zamanda kendi iç dünyasındaki dengeleri de koruduğundan onu bir ihtiyaç haline getirmiştir. Günümüzde bu durumu hastalıklı, takıntılı bulanlar, kendi iç dünyalarındaki boşluğun farkına varamamaktadırlar.

Meral’in devasa portresi ile iletişime geçen Halil, bir gönderen olarak bütün düşüncelerini bu surete/kaynağa gönderir ve değişmiş/arınmış olarak, -istediği şekilde- geri alır. Bu tarafıyla bu devasa portre Halil için, vazgeçilemez bir geri besleme görevi yapar. Meral, bu “kusursuz” iletişim sistemine dahil olmak isteyerek tüm dengeleri altüst eder. Çünkü Meral’in kendisi insana özgü tüm tutarsızlığıyla, tahmin edilemezliğiyle, hareketli bir canlıya özgü tüm davranışlarıyla, sistem için kabul edilemez bir konumdadır. Ayrıca yaşayan bir organizma olarak iyi bir iletken olmaması dezavantajıdır.

Halil’in düş gücü suretin ötesine yönelik olduğu için, gittiği diyarlardan izleri takip ederek kolayca geri gelebilir. Hep aynı kapıdan çıkıp, aynı kapıdan geri gelen biri gibi, surette de bir değişim olmayacağını bilir ve onu bir tür geçit olarak kullanır. Hatta bir değişimin olduğunu, olabileceğini hayal ederek, kendine küçük, tatlı korkular bile yaşatabilir. Bu dehşetli potansiyeli elinde tutmak ona benzersiz, bencil hazlar sunar. Sureti bir değişmeyen olarak kullanarak, bencilce her türlü değişimin tadını çıkarır. Her türlü oyunu oynar; denemeyi yapar. J.Baudrillard’ın “Simülasyon Kuramı”ndan daha insancıl gözükse de, bu tarz bir bencilliğe kızar, ustası derviş Mustafa. “Ona gitmediğin için, suretiyle yetindiğin için kötü bir adam oldun” der Halil’e.

Bitmiş bir işi ölüme benzeten, ustası Mustafa bilir ki, her bitirdiği işle biraz da kendi ölür. Halil’e, Meral’i reddettiği için kızar. Bu aşkın bu şekilde yarım kalması, onun için huzur bulamayan, bir türlü ölemeyen birinin çektiklerine benzer.

“Aşkta yalnız ve cesur olmayı sen öğrettin bana…” diyerek bir veda mektubu bırakan Meral, adadan ayrılır. Aynı aşkla yanmaya başlayan Meral, Halil’in aşkının gerçek öznesi olarak aynı yöntemi seçmeye hazırdır artık. Bu da Halil’i cezbeden bir durum, varlık halidir. Bir pervane böceği gibi yanmaya, Meral’in yaktığı ateşin etrafında dönmeye gelir Halil.

Seyirci, surete Halil gibi bakamayacağından, kahramanla özdeşleşmekte zorlanabilir. Seyirci bunu başarabildiği ölçüde Halil’e yaklaşır ve bu derinliği hisseder. Ada ayrılığı simgeler. Bu yüzden kavuşma yeri olamaz. Adada kalan da, adadan ayrılan da aynı ayrılık acısını çeker.

Meral adadan döndükten sonra, karlı bir kış gününde, ıssız bir yolda, ayakları çıplak bir şekilde, Başar’ın (Süleyman Tekcan) arabasından inerek yokluğu seçtiğini, buna hazır olduğunu Halil’e ispatlar. Meral, Halil’in mertebesine yükselmiştir artık. Halil de onu bu şekilde sevmeye hazırdır. Dışa karşı beraberce mücadele edebileceklerdir artık. Zorlukları, sıkıntıları beraberce atlatacaklardır belki de.

Buraya kadar alışık olduğumuz film kalıplarını yerle bir ederek bize eşsiz bir deneyim yaşatan film, gerçek ve alışıldık bir filmde olacakların suyuna dümen kırar. Halil’in korktuğu seyircinin de başına gelmiş olur böylece. Bir surete âşık olan Halil gibi, bu filme aşık olanlar da bu andan itibaren, olayların klasik film görünümüne geçmesiyle, bu büyünün bozulduğunu fark ederler. Olması gereken de budur aslında. Hayat devam etmeli, herkes işini yapmalıdır. Fırıncı ekmek yapmalı, kasap et kesmeli, kunduracı pabuç dikmelidir. Yönetmen de bu filmi gösterime sokabilmek için –maalesef hiç gerçekleşmemiştir- bu tarafa, bize doğru kırmalıdır. Her birimiz miskin, düşkün veya derviş değilsek, bunu bu hayatta kalma arzusuna, mutlu olma dürtüsüne/bencilliğine borçluyuz.

Filmdeki mekanlar, planlar ve çekimler, Halil’in surete aşık olması gibi seyirciyi de kendine hayran bırakacak türden. İstanbul’u, adaları, o dönemi tüm ıssızlığı, yalnızlığı ve kederiyle yansıtmayı çok iyi başaran görüntüleriyle eşsiz bir film. Müşfik Kenter, Halil’i ete kemiğe büründürerek ne kadar büyük olduğunu, 33 yaşındaki olgun görünümüyle ispatlıyor. Meral’i oynayan Sema Özcan, duru ve kırılgan güzelliğiyle, Halil’i anlamayı başarıp film boyunca dönüşen Meral’i çok iyi canlandırıyor. Ayrıca Halil’in ustası derviş Mustafa’yı oynayan Fadıl Garan’ın, Mao Tse-Tung'la birlikte, Lev Troçki'nin öğrencisi olduğunu söylüyor Metin Erksan, 80 dakika süren söyleşisinde. 1965’de genç olmak, yutkunmak ve aynı tanıdık sıkıntının günümüze kadar gelen uzantısı. Belki de bu uzantıdan beslenerek, belli belirsiz izlerini takip ederek aydınlığa çıkacağız; anı hapsederek, canlıyı durağan hale getiren fotoğrafların kılavuzluğunda.

Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer

http://kalemoynatanileayoynatannbulutuuyer.blogspot.com.tr

 
Gönderildi : 24/02/2011 4:34 pm
(@enjeksiyon)
Gönderi: 0
 

Ah be abi...

şimdi daha çok seviyorum seni hayat, hadi...

 
Gönderildi : 28/02/2011 5:25 pm
(@gorkem)
Gönderi: 0
 

BEnim izleyemediğim ve çook merak ettiğim filmlerden biri....

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 28/02/2011 5:27 pm
(@kezzap)
Gönderi: 0
Admin
 

Bana bir Türkiye filmi gibi gelmez bu film.
Sanki bu topraklarda olmayan bir aşkı anlatır.

Ama bir yandan da toprakta olmayan bir aşk filmi aslında.
Varlıktan öte bir yorumu yapılabilir.

Arada kalmışımdır bu filmle ilgili hep.
Filmdeki konuşmalar dialoglar çok tırmalamıştır kulağımı.
Filmi varlığa oturtmaya çalışırım, boşta kalır. Bütün karakterler.
Ama filmin kendisi bize kendisinin varlıktan öte olduğunu söyler, biçimiyle içeriği uyum sağlar.
Ama uyum sağlamalı mıdır bu açıdan, gerçekten kafam karışık.

 
Gönderildi : 28/02/2011 6:44 pm
(@enjeksiyon)
Gönderi: 0
 

Bir kadına gerçekten aşık olduğun zaman, zihninde hep onun resmi kalır. Film bence bunu anlatıyor ve bunun toprakla bir alakası yok.

şimdi daha çok seviyorum seni hayat, hadi...

 
Gönderildi : 28/02/2011 6:52 pm
(@kezzap)
Gönderi: 0
Admin
 

Bence fazlasıyla var. En geniş tabiriyle doğuyla batının aşk algılarındaki farka bakarsan toprakla çok alakası olduğunu görürsün.
Söylediğin "resim" - "suret" meselesi fazlasıyla doğu topraklarına ait bir şey.

Filmdeki söylediğim çelişkinin derininde filmin felsefe olarak doğu felsefesini alırken -resme aşk, surete aşk, yansımaya aşk-
filmin hiç de "doğu topraklarında" geçmiyor daha çok batılı bir dile sahip olması yatıyor. (Filmin bir Kerem ile Aslı'dan çok Romeo ve Juliet havasına sahip olmasından bahsediyorum.)

Netice olarak bize hep aşık olduğumuz kadının "resmi" ile hatırda kalması durumunun doğal gelmesi üzerimizdeki doğu toprağındandır.

 
Gönderildi : 28/02/2011 7:30 pm
(@enjeksiyon)
Gönderi: 0
 

Bence insan olmamızla alakalı. Batı insanı aşkı süretsiz mi yaşıyor? Bu bana genel olarak insan zihninin, hayalgücünün yapısı gibi geliyor. Farklı bir anlatım tarzı var evet ama bu insan duygusundan koparmıyor filmi, bir estetik bakış açısı o sonuçta. Batı etkisinde olması da yaralamaz bence bu durumu...(Batı etkisinde olması da -en azından ne düzeyde olduğu-tartışılacak bir konu tabi)

şimdi daha çok seviyorum seni hayat, hadi...

 
Gönderildi : 28/02/2011 8:20 pm
(@kezzap)
Gönderi: 0
Admin
 

Bence insan olmamızla alakalı. Batı insanı aşkı süretsiz mi yaşıyor? Bu bana genel olarak insan zihninin, hayalgücünün yapısı gibi geliyor. Farklı bir anlatım tarzı var evet ama bu insan duygusundan koparmıyor filmi, bir estetik bakış açısı o sonuçta. Batı etkisinde olması da yaralamaz bence bu durumu...(Batı etkisinde olması da -en azından ne düzeyde olduğu-tartışılacak bir konu tabi)

Aşkı suretsiz yaşamıyor elbette de, genel sanatını vs. etkileyen felsefesinde bedeni suretten önde algıladığına dair bir şeyler söyleyebiliriz.
Bizde vuslat kavramı vardır. Vuslat gerçekleşmediği taktirde aşk daha büyüktür. Sevenlerin kavuşamaması aşkı daha büyük yapar.
Fakat batı ne zaman ki bilimsel gelişmelere geçip özü bedenin arkasına koydu, bedeni daha değerli hale getirdi, hikayeler hep bedensel kavuşmaya doğru evrilmeye başladı. Romeo ve Juliet'i düşünürsen mesela, ki o "vuslatın gerçekleşmemesine" en yakın örneklerden biridir batıda benim bildiğim kadarıyla, onda bile bedenlerin birbirine teması söz konusudur. Ya da Yüzüklerin Efendisi'nde Arwen'in Aragorn için ölümsüzlüğü terketmesi ve bedeni bir aşka razı olması batı felsefesindeki aşkın özeti gibi. Doğuya gelince, mesela Kerem ile Aslı hiçbir zaman kavuşamaz. Kerem Aslı'yı öpmeye kalktığı anda kül olur. Onlar sevişebilselerdi isimleri unutulurdu. Felsefenin özünde bu var.

Tabi bunlar ciddi genellemeler. Batıdan bir adam çıkar; bizi şaşırtıverir. Mecnun gibidir. Asıl derdi sevdiğine kavuşamamaktır.

Yaralar mı yaralamaz mı meselesine gelince de, ikilemdeyim işte.
Yani film merkeze aldığı konu itibariyle çok iyi, çok manalı.
Ama kulağımı tırmlayan bir şeyler var her izleyişimde. Selvi Boylum Al Yazmalım'daki aşk kadar dokunmuyor bana.

 
Gönderildi : 28/02/2011 8:34 pm
(@enjeksiyon)
Gönderi: 0
 

Ama kulağımı tırmlayan bir şeyler var her izleyişimde. Selvi Boylum Al Yazmalım'daki aşk kadar dokunmuyor bana.

Kulağı tırmalayan şeyler var evet. Ama o dönemin farklı bir bakış açısına sahip neredeyse tek örneği.( Belki de bilmediğimiz onlarca film vardır böyle.) Bu söylediğin şeyin kurbanı olmuş olabilir. Genel olarak aşk doğu temalarıyla -bunların ilişkileriyle ilgili- söylediğin şeylere katılıyorum. Ama yine genel anlamda aşk duygusu her ne şekilde işlenirse işlensin insana ait bir duygu olmaktan çıkmayacaktır. Kavuşamama deyince; filmde senin bahsettiğin türde bir kavuşamama yok bence. Senin bahsettiğin türlerde, dış etkenler (dünya, kötüler vs) kullanılıyor. Burada adam, daha çok kendi iç yolculuğunda kavuşamamayı seçiyor (Sartre haydi bakalım 🙂 ) Hem de kadının bundan (tam da bir kadın olarak) şahane bir şekilde etkilenmesine rağmen. Filmin çatışması da burada başlıyor zaten. Erkek, kadının fotoğrafına aşık olur kendisini gördüğünde bu hiç bir denli onun ilgisini çekmez. Kadın haydi beraber olalım dese bile erkek bunu reddeder. Bence müthiş bir çatışma. Genel anlamda gerekli olan bir film çatışması. Öyle değil mi?

şimdi daha çok seviyorum seni hayat, hadi...

 
Gönderildi : 28/02/2011 8:47 pm
(@hegel)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Bana bir Türkiye filmi gibi gelmez bu film.
Sanki bu topraklarda olmayan bir aşkı anlatır.
......

Bunu bir ölçü olarak almadığına eminim. Ayrıca sinemada evrensel değerlerin en üstte tutulması gerektiğini, bütün insanlığa ulaşmasının bu şekilde mümkün olabileceğini de kabul edenlerden birisin -Orada da kafam karışık deme sakın 😯
E bu durumda sözlerine bu şekilde başlaman "film bizi anlatmadığı için iyi değil" anlamına gelmiş olmuyor mu? Tamam ben anlıyorum ama foruma yeni yeni ısınan arkadaşların kafası karışabilir. Yani bu kafa karışıklığı bulaşıcıdır. Sen bağışıklık kazanmışsındır, 2 günde ayağa kalkarsın ama senin gibi olmayanlar için öldürücü olabilir.
Ama filmin kendisi bize kendisinin varlıktan öte olduğunu söyler, biçimiyle içeriği uyum sağlar.
Ama uyum sağlamalı mıdır bu açıdan, gerçekten kafam karışık.

Erksan, bu filmi biraz da bu uyumu bozmak için çekmiştir. Biçimi yutan, yok sayan -kızı reddeder- bir içerik. Kendi biçimini oluşturan, içinde yuvalanmasını isteyen bir tür Ripley tarzı içerik. "Uyum sağlamalı mıdır bu açıdan" diyorsun; tabi ki sağlamamalıdır bu açıdan. Zaten amaç da bu; bu yüzden film kalıpları kırıyor, şaşırtıyor, bu uyumu reddedip kendi içeriğinden kendi biçimini kuruyor. Genel anlamda hepimizin kafası karışık ama, 6 6 gelsin diye devamlı kafamızdakileri sallayıp durursak daha fazla karıştırmaktan başka bir şey yapmamış oluruz. Zar tutmakta -öğrenilen bilgi- bir yöntemdir. Bu konuda hepimizden daha iyi olduğunu biliyorum.

Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer

http://kalemoynatanileayoynatannbulutuuyer.blogspot.com.tr

 
Gönderildi : 01/03/2011 1:28 pm
(@kezzap)
Gönderi: 0
Admin
 

Hem enjeksiyon'un ekledikleri doğru, hem hegel abi'nin geliştirdikleri.

Sürprizbozan
Enjeksiyon'a ekleyeceğim karakterin bedensel aşkı tercih ettiği zamanın hemen ardından öldürülmesi. Yani yine vuslatı engelleyen bir durum var. Onun dışında karakterin yaşadığı iç çatışmayı iyi özetlemişsin ama onun da kökenini Sartre'dan daha geriye götürüyorum filmin verdiği referanslar dolayısıyla.

Hegel abi kafamda soru işareti yaratan yönleri yazdım ki ahanda böyle tartışalım.

Film elbette ki evrensel değerlere yaslanıyor. Ama işte yerellikten de evrenselliğe ulaşabilme durumu vardır ya, beklentim o sanırım.
Fakat düşününce Susuz Yaz gibi tam bu toprakların ortasında bir film çekmeyi başarabilmiş bir yönetmenin yerellikten uzak olduğunu iddia etmek biraz abes olur; aptalca olur. Bu noktadan hareket edersek, ilk mesajda da sorduğum, "karakterler acaba varlık sahasından, yani yerellikten, topraktan bilerek mi uzaklaştırılmış" sorusuna olumlu cevap vermek gerekiyor sanırım. Çünkü anlatılan hikayenin içerdiği "varlık ötesi" referansları kendini varlık ötesine atarak gerçekleştirmiş olabilir film. Bu da filme daha da bir anlam katar.

Ama bu film benim için hala "anlam" kazanıyor, garip bir şekilde "his" kazanmıyor.
Takıldığım yer burası. Bir kere daha izlemek lazım. Bakalım ne hissedeceğim.

 
Gönderildi : 01/03/2011 1:43 pm
(@anilcagin)
Gönderi: 0
 

https://www.youtube.com/watch?v=

‎"Giydikçe açılır" diyen tezgahtar, "uzadıkça şekil alır" diyen kuaför, "zamanla unutursun" diyen arkadaş... Bunların hepsi aynı örgüte üye...

 
Gönderildi : 03/03/2011 2:04 am
Paylaş: