Forum

Monolog HD....
 

Monolog HD....

6 Gönderi
5 Üyeler
0 Reactions
2,797 Görüntüleme
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Arkadaşlar....

Sitemiz üyesi ve dostumuz Eray Dinç'in uzun metrajı Monolog, HD olarak vimeo'ya yüklenmiş bulunmaktadır. Filmin kendine ait bir başlığı var aslında ancak linki oraya koymak, orada daha çok film üzerine (Hatta filmin dışında da) sohbet yapılması nedeniyle filmi izleyecek arkadaşlara kolaylık olmayacak. Bu nedenle ayrıca bir başlık açmayı uygun gördüm.

Buyurunuz, karşınızda Monolog:

[vimeo] http://www.vimeo.com/20235811 [/vimeo]

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 23/02/2011 12:06 am
(@homeros)
Gönderi: 0
 

Torrente falan atsaydı keşke hem kendi içerisinde bir deney olurdu. Böyle bir adam vardı, kısa film çekiyordu atıyordu torrente falan kaynak sayısı 15'e ulaşınca kendindekini siliyordu. Kendince bir deney yani, ne kadar kalıcı olacak ve beğenilecek diye.

 
Gönderildi : 23/02/2011 12:11 am
(@sickman)
Gönderi: 0
 

Eray bunun afişi falan yok muydu, anasayfaya koyup paylaşsaydık facebook sayfasından.

www.fadeoutstudios.com - www.soberworks.ist - www.budabi.tv

 
Gönderildi : 23/02/2011 12:47 am
 Hepa
(@hepa)
Gönderi: 0
 

Bi de filmi biri riplesin nolursunuz:) 3.5gb indirmeye kalksan inmez, mkv fln ne güzel olmaz mı?

*our AC-130 in the air

 
Gönderildi : 23/02/2011 2:17 am
(@eraydinc)
Gönderi: 0
 

Filmi BluRay kalitesinde Vimeo'ya koydum. 3.5 GB, filmin kayıpsız gelebildiği son hal. 100 GB'lık ProRes 422 FULL HD bir versiyonu daha var. Ama o sadece bende 🙂

eraydinc.com
vimeo.com/eraydinc

 
Gönderildi : 25/02/2011 1:52 am
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Film üzerine yazdığım incelemedir:
..........................................................

Monolog birçok açıdan, ama gerçekten birçok açıdan çok şaşırtıcı bir film. Hikayesi de, senaryosu da, hikaye kurgusu da, kamera kullanımı da, kurgusu da, başı da sonu da bir maskeyle çıkageliyor izleyicisinin karşısına. Filmi “şu tür filmlerden” diye algılayıp (bu genelde yapılır çünkü konforlu bir seyir anlayışıdır) izlemeye koyulursanız, Monolog, kısa sürede yapıştırmaya çalıştığınız o imajı, üzerine tutunan zayıf noktadan rahatça söküp bir kenara fırlatıyor. Sonra “madem öyle al sana” diyip (konfor talebi sürecek olursa) başka bir imaj yapıştırıp devam etmeye çalışıyorsanız da, yine aynı tavırla karşılaşıyorsunuz. Ve bu ilginç yaklaşım birkaç kez tekrarlanıyor. Çok da yanılmıyorsunuz aslında yapıştırmaya çalıştığınız imajları seçerken. Bilinen, tescillenmiş imajlar galerisinde çok özerk ve farklı bir yeri yok Monolog’un ama birkaç imaj arasında gidip geliş becerisi öyle gelişkin ki film bittiğinde aklınızda kalan şeyin ne olduğu gerçekten bir muamma.

Bahsettiğim “imaj ve imajlar arası gezinme” kalıbı, kesinlikle bir “türler arası kaynaşma ve gezinme” yapısı değil. İmaj ve imajlar. (İmaj’ın Türkçesi aslında tam olarak “görüntü”. Ama sanki kast etmeye çalıştığım şey için “imaj” kelimesi gerekli) Monolog temelde gayet tanıdık bir tür olan “psikolojik gerilim” kapsamında. Hatta denebilir ki türün tam merkezinde. Bu merkezde olma durumundan yola çıkarak filmi incelemeye çalışırsak, “imaj ve imajlar arası gezinme” durumunu da daha kolay inceleyebiliriz.

Psikolojik gerilim türü temelde, ne olduğu tam olarak tanımlanamayan/ anlaşılamayan bir etkinin, bir bireyi zor durumlara sürüklemesi ve o bireyin bu durumdan kurtulmasının (yani gizemi çözmesinin) kişisel ferahlığa ulaşmasıyla aynı anlama gelmesi ile biçimlenen bir tür. Fark edilirse bu tanımlama oldukça soyut ve flu. “Etki” olarak isimlendirilen şeye göre bu tür, başka bazı türlerle etkileşime ve alışverişe girer. Örneğin eğer bu etki bir suç kapsamındaysa film kolaylıkla polisiyeyle, ürkütücü bir etkiyse korkuyla, fantastik ise fanteziyle, hangi tür teşkil edebilecek bir diğer odaktan konuk almışsa film, o türle kaynaşmış demektir. İşte monolog bu açıdan oldukça zengin bir film.

Şaşırtıcılığı da, bu zenginliği kullanış biçiminde yatıyor. Monolog, farklı türlerden davet ettiklerini (en azından görsel kodlar olarak) öyle verimli ve başarılı biçimde kullanıyor ki, o konuklarla karşılaştığınız anlarda, merkezdeki hikayenin bize enjekte ettiği yapıdan ve kodlardan kopuyorsunuz, konuğun sularında yüzmeye başlıyorsunuz. 10 saniye de olsa bundan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Ha…. Geri dönmek belki de zor oluyordur, olabilir (hatta oluyor sanırım). Bu da bu tercihin ve zenginliğin bedeli. Bir gereklilik olarak filmin, esas meselesinin ne olduğunu sürekli bir tespih gibi elde tutmak lazım. Alışkanlıklarınız arasında olmasa bile….

Bu hipotezleri hemen somutlaştıralım. (Filmi izlemeyenler son paragraf hariç bundan sonrasını okumasın) Monolog, hayatta her şeyin yerini belleyen ve “devamlılık” denen sinemacı kaygısını üstlenen bir gücün varlığına ve bu varlığın arada bir işten kaytardığına inanan birinin hikayesi gibi başlıyor. İmaj 1: “Garip garip şeylerle kafayı bozmuş, fazla düşünsel, kafayı toparlasa, efendi gibi bir traş olup az insan içine çıksa bir sürü kız tavlayabilecek yakışıklı herif filmi”. Böyle başlıyor Monolog. Bu filmlerden sıkılanlardan biriyseniz (benim gibi) yüksek olasılıkla “of be birader…. Bırak evreni mevreni, bırak tabiatı, doğayı bilmemneyi, bak dalgana, git Ayvalık’a tatile, rakı balık Ayvalık kendine gelirsin!” demek gelecek içinizden. Ama bu öyle bir film değil. Lafı geri almak lazım. “Tamam çözdüm, az önce bahsettiğim herifin, hayatla ve çevresindekilerle hesaplaşma, dertleşme ve helalleşme filmi” Evet, bu daha uygun galiba. Karakter yeterince geveze, kadınlar yeterince yumuşak ve iyi dinleyici havasında. Bu filmleri de sevmeyenlerdenseniz (benim gibi) “hadi yahu, konuş konuş nereye kadar. Hani icraat birader? Hatunları da bizi de esir ettin be!” diyebilirsiniz. Dediğiniz anda birden bir masada karşılıklı oturmuş, birbirini öldürmekten, gizli projelerden, gizli kimliklerden bahseden iki adam görüyorsunuz. “Hem de adamlardan biri rakı balık Ayvalık abi. Adı mı değişmiş, ne olmuş? N’oluyo lan?” Evet, bir şeyler olduğu kesin. Film birden casus masus, katil matil, gizli örgüt mörgüt sularına kaydı. Ne kadar alakasız ama kaydı işte. Ve derken, yeni baş karakteri tanıyoruz, imaj yine değişiyor ve “Fountain abi” yamaçlarına kayıyor. Allak bullak olmayın, hala erken kesin karar için. Kendi ölümüne çare arayan bir biliminsanının ve sevdiği kadının dramına kayıyor olay. Buradaki imaj da diğer tüm takıldıklarımız gibi yeterince sağlam. Tabi tespihi muhtemelen çoktan bıraktınız sehpaya o başka.

Ve ve sona yaklaşırken bir Face Off olayıyla karşılaşıyoruz, kendimizi biraz da olsa tanıdık sularda hissediyoruz. Nic Cage nasıl düşmanının suratıyla yaşamaktan kafayı sıyırma raddesine geliyorsa benzer şey de burada oluyor. Ve anlaşılıyor ki, meğerse tüm film zaten bu kafa sıyırma olayını anlatıyor. Evrene mevrene kafayı takma, hatunların ve izleyicinin başını ağrıtma imajları, gizli proje mroje çalışmalarının içindeki bir karakterin, aynı anda “Fountain abi” oluşunun ve sonrasının zihin patlatma çalışmaları haline geliyor. Ama bomba final, gizemi açığa çıkarırken tüm taşları yerine oturtuyor ve hala tam olarak olayı çözemediğimizi ve gerçekleri ortaya döküyor. İşte gerçek imaj: gizli proje çalışmasından bilgi koparma çalışması ve bu çalışmayı bir zoka olarak yutan karakterin yaşadığı zihinsel iç çatışma filmi Monolog.

Filmin kimin ve neyin filmi olduğunu özetlemek güç değil ama bunu yapabilmek için jeneriği görmek ve pause’a basıp bir an “ne izledim lan ben?” diye düşünmek ve filmi gözden geçirmek gerekiyor. (Eray Dinç’in de istediği tam olarak bu ama bunun bir bedeli var Dinç’e) Filmin birbirini izleyen birçok sekansı, başka başka tür ve alttürlere ait filmlerden –hem de iyi örneklerinden- alınmış gibi. Alen’in gerilim ve huzursuzluk içinde kıvrandığı anlar bir psikolojik gerilimden, evde öd’ünü okşattığı anlar bir korku filminden, masa başı sohbeti bir casus/ajan geriliminden, Alen-Peri/Gizem sohbetleri bir karakter dramından, beden değişim ve laboratuar sekansları bir bilimkurgu gerilimden alınmış gibi. Ve her biri de, konuk ettiği türü görsel kodlarını (imaj dediğim bu işte) eksiksizce barındırıyor.

Şimdi dürüst olmaya çalışalım ve soralım: 82 dakikanın, böylesi bir hikayeyi hakkıyla anlatmaya yetmesi olanaklı mı? Bu soruya cevap vermek, filme not vermek gibi olacak, o yüzden erteleyelim. Bu sorunun cevabını değil, doğurduklarını konuşalım.

Bu noktada film, ciddi bir şekilde “izleyici seçiyor”. Eray Dinç bu açıdan zaten yeterince hoyrat ve cüretkar bir sinemacı. Şaşırtıcı değil bu durum yani ama bu talebi, sözkonusu durumda oldukça sağlam kefiller gerektirir düzeyde alacak oluşturuyor.

Genel bir yapıdır; eğer kısa sürede uzunca ya da zengince bir hikaye anlatmaya niyet ettiyseniz hikaye anlatan değil, hikaye içeren kareler/sekanslar yaratmak zorundasınız. Alen ve Enis’in masa başı sohbeti gibi, Erol’un “yapacağın şey, o kapıyı açmak!” bakışı ve repliği gibi, Gizem ve Alen’in yataktaki sohbetleri gibi, filmin girişindeki Peri-Enis sohbeti gibi, Alen’in “bir cinayet işleyeceğim, katili de cesedi de benim” bakışı ve repliği gibi.

Monolog bunu da yapabiliyor. Bu açıdan başarılı ama bu farklı türlerin görsel kodlarına sahip tüm bu sekanslar öylesine ardı ardına, öylesine “geçiş alanı sunmadan”, “yumuşak geçiş kaygısı gütmeden” karşımıza geliyor ki kendinizi kaybetmemeniz çok zor. Zaten karmaşık hikayeleme ile yeterince zorlanan izleyicinin, bu derece alakasız gibi görünen imaj galerisinde yolunu kaybetmemesi çok güç. (İşte bedel bu) Dinç’in seçtiği izleyici, onun sunduğu tüm görsel kodları (imajları) bir görüşte tanımak, ana hikayeyi tespih gibi sallayabilirken bir yandan sağa sola sıçrayan yan hikayeleri de takip edebilmek zorunda. Bağlantıları hızlıca kurabilmek zorunda. Ve tüm bunları, küçücük dokunuşlardan meyil alarak yapmak zorunda. Tüm bunları yaparsanız Monolog gayet iyi bir film. Ama yapmazsanız karşınızda karmakarışık, anlaşılmaz, çorba gibi bir film ve “yahu birader, bu daha ilk filmin, bi sakin ol, ağır ol da Yoda desinler” tepkisini hak eden bir sinemacı var.

Ama Dinç’in üzerine söylenebilecekler bu kadarla da sınırlı değil çünkü tercihleri dışında (tercih meselesi bir parça daha “tartışılabilir ve değişken” bir şey neticede) kusurları var. Nedir bunlar? Hikaye içeren bu sinemasal yaratımlar dışındaki birçok şey, filmin zaten kısa olan süresini verimlice kullanmıyor. Örneğin filmin başındaki Peri-Enis (Alen) sohbeti görsel olarak gerçek bir “hikaye içerme” yapısı sunarken konuşulanlar hiç de öyle anlamlı, derin, “vurucu” değil. Enis (Alen)-Peri sohbetleri zaten genelde yetersiz ve sığ. Çünkü bu sekanslardaki oyunculuklar, haller/tavırlar, atmosfer anlatılmak isteneni veriyor, bir de dillendirmeye ne gerek var? Havuz başındaki Alen-Gizem sohbetinde de durum aynı. Buyurun izleyin, replikleri bir değerlendirin. Derdini, evrenle ve devamlılıkla kafayı bozduğunu bildiğimiz (hatta en açık ve direk anlatım yöntemi olan dışsesle öğrendiğimiz) Alen’in, Gizem’i kullanarak her şeyi bize tekrar anlatmasının ne gereği var? “Beni özledin mi?” “Evet, hem de çok!” Gizem! Hani beden önemli değildi? “Ama Alen bedenini değiştirince tamamen de değişti!” Biliyoruz Gizemciğim ama sen filmin başında olduğun için bunu söyleyemiyorsun ve o sekansta gayet Alen’in konuşabilmesi için bir neden oluşturuyorsun. “Ya bizi de bulursa?” Sen ne zaman “devamlılık tanrısı”nın varlığını kabul ettin de bundan kaygı duymaya başladın? Adam daha iki dakika önce sana bundan bahsetti ve sen daha neyden bahsedildiğini bile anlamamış gibi görünüyorsun? Zaten Ebru Şahin’in bu sekanstaki oyunculuğunun açık biçimde yetersiz oluşunun sebebi, canlandırdığı karakterin o sekansta net bir yerinin, bir gerekliliğinin olmaması. Tıpkı Perihan Taş’ın Peri’sinin, birçok konuşma sekansında “net” bir duygu ve yaklaşım hali oluşturamaması gibi. Üzgün, o kesin ama Alen’in/Enis’in söylediklerine/fikirlerine karşı verdiği tepki ve cevaplar alenen yetersiz ve netlik dışı. Çünkü bu sekanslarda Peri karakterinin rolü, varlığı yetersiz. Birçok söylenene karşı tepkisiz kalsa da olur. Verdiği cevaplar, fikirleri zaten ne hikayeyi ne Alen’i/Enis’i etkilemiyor, yönlendirmiyor. Baş karakterin yaşadığı kişisel çalkantıya karşı birçok izleyici bir tavır oluşturuyor film boyunca muhakkak. Ama filmin kompozisyonunda önemli yer işgal eden, ne Gizem’in ne Peri’nin söylemleri, izleyiciyi temsil ederek Alen’in/Enis’in yüzüne savrulmuyor. Savruluyorsa da bu bir işe yaramıyor. Çünkü Alen zaten kendi başına çalkantısını yaşayabilecek kadar dolu bir karakter. Zaten derdini bizimle paylaşmakta zorluk çekmiyor. Yeterince rahat ve net. Derdini bizimle paylaşıyorken, kadınlarıyla paylaşmasına gerek yok ki.

İşte bu “karakter dramı, dertleşme ve tortusu kalmış aşk” sekansları nasıl, zaten kısıtlı olan sürenin verimlice kullanılmasını engelliyorlarsa, Alen’in yaşadığı yoğun zihinsel çatışmaya konsantre olmamızı da engelliyorlar. Asıl olan, temel olan hikaye Alen’in yaşadığı zihinsel savaş. Ve tabii ki kaynağı/ortaya çıkış sebebi. Bu yan karakterlerle Alen’in/Enis’in konuşmaları sadece Alen’in içini boşaltmasına hizmet ederken bu yan karakterlerin filmdeki varlık sebeplerini de zayıflatıyor. Alen’in/Enis’in yaşamındaki yerleri bağlamında futbol konuşsalar, ailelerden konuşsalar, oturup tavla oynasalar da aynı önemi sunarlar bu karakterler zaten.

Ve bu heba olan dakikalarda film, yukarıda bahsetmeye çalıştığım imaj maskelerini üzerinden söküp atmaya enerji harcarken, çok daha merak uyandırıcı olan birçok soruyu cevapsız bırakıyor. Örneğin Alen, beden değişimi sonrasında ne oldu da ve nasıl oldu da devamlılık olgusuyla kafayı bozdu? Neler oldu bu süreçte? Gizemle ilişkisi nasıl şekillendi. Alen’in yaşadığı değişimin geldiği noktayı görüyoruz ama gelişimini hiç görmüyoruz. Ve geldiği noktanın ne anlama geldiğini sembolize eden şeyler, yeterli açıklayıcılıkta değil. Enis’e ne oldu? Kaçıp gitti mi? Öldü mü?

Ve bir yandan da filmde en fazla ilgimi çeken ve üzerine dokunuşlar almaya çalıştığım konu unutulup gidiyor ilk yarım saatten sonra. Devamlılık meselesi. Küçük nesneler…. Yerleri hatırlama/unutma. Alen ısrarla “o tanrı değil” dese de, “devamlılık tanrısı” denebilecek üçüncü tekil şahıs. Bir zamanlar, TRT döneminde gecenin bir vakti yayınlanan “alacakaranlık kuşağı” diye bir seri vardı, yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır. Her bölümde başka bir gizemli gerilim öyküsünün anlatıldığı orta seviyede özenli bir seriydi. Onun bir bölümünde yalnız bir adam, insanların hayatlarındaki “bir sonraki kare”yi çizen kişiye kafayı takmıştı. Farklı isimlendirilmiş olsa da Alen’in takıntısıyla bayağı örtüşen bir odak ve benim bildiğim başka örnek yok bu temaya sahip. Hayatımın filminin Rambo ve Raki olduğu bir dönemdeydim ve buna rağmen “bu film keşke daha uzun olsaymış” gibi bir yorumla konuyu uzun metrajda izlemeyi ne kadar çok istediğimi hatırlıyorum. Monolog, hem çok ilginç hem de bakir denebilecek bir meseleyi odağına alıyor girişinde ama sonra onu bırakıyor, ne büyük hata…. Ki bundan da kötüsü, bu tip bir takıntıya, bedenini değiştiren bir adamın bulaşması da çok derin analizlere olanak veren bir bağlantı kuruyor. Herkesin “hiçbirşey değişmeyecek” iddiasıyla giriştiği beden değiştirme operasyonundan çıkıp, değişenin sadece bedeni olmadığını fark eden adamın, hayattaki birçok şeyin yer değiştirdiğini fark etmesi ve bununla uğraşmaya başlaması gayet güçlü bir hikaye. Ama bu esas hikaye hiç mi hiç irdelenmiyor. Bu psikolojik durumun neden olduklarını anlatmaya başladığı anda film sonrasını hepten boşveriyor. Evet, karakter bir şekilde omzundaki yükle başa çıkamayıp intihar ediyor ve bunun anlamı yeterince net ama neticede Alen’in devamlılık tanrısı ile ilişkisi bağlamında gördüklerimiz sadece onun varlığından haberdar olunması, o kadar.

Ve şu, artık Eray Dinç için “meşhur ve geleneksel” olan izleyici seçme konusunda söylenebilecek bir iki şey daha var…. Felsefede bile başlı başına bir tartışma konusu olan “biçim içeriği izler/içerik biçimi oluşturur” ya da “biçim içeriği etkiler/belirler” meselesinde Monolog’un pozisyonunu merak etmemek elde değil. 82 dakika. Öyle sanıyorum ki Monolog’un, hikaye anlatmayan, hikaye içeren kareler/sekanslar yapısı zaten 82 dakikaya sığmak ve belirli bir bütçe rakamının içerisinde kalmak için kullanılmış durumda. Yani biçim, içeriği biçimlendirmiş durumda. Çünkü belirtmeye çalıştığım gibi Eray Dinç, kısıtlı bir sürede büyük bir hikaye anlatmaya soyunmuş. İzleyicisinin, hikayeyi rahat rahat, sindire sindire izlemesindense, sıçraya sıçraya (filmin kurgusu gibi) izlemesini şart koşmuş oluyor bunu yapınca da. Kısacık bir sekansla iki kişinin duygusal etkileşimini, bir kişinin derdini, bir diğerinin korkusunu anlamak zorundasınız. Bir oraya bir buraya atlayan hikayeyi, zihninizdeki kurgu masasında montajlamak ve doğrusal bir yapıya kavuşturmak zorundasınız. Ve bu da yetmiyor, bir süzgeçten geçirmek ve damıtmak durumundasınız. Bunu yapmaya peşinen razı olabilirsiniz ancak o kurgu masasında ve damıtma işleminde, işinize yarayacak birçok şey de mecburen eleniyor çünkü elde o kadar çok malzeme var ki…. Filmin yönetmeninin bile bu elemeyi en “hizmetkar” dokunuşlarla yapmadığını/yapamadığını göz önünde bulundurursanız filmin sonunda aklınızda kalan şey saniyede 12 kare oluyor.

İlginç birkaç not eklemek gerekirse; beylerin oyunculuklarını çok başarılı, hanımlarınkilerini ise yetersiz bulmak garip bir cinsiyet kayırıyor olma korkusu yaratıyor ve suçu bir parça senaryoya atma kolaycılığını sağlıyor gibi. Eray Dinç’in, bu parlak ama pasta/cila gerektiren senaryoyu kimin yazdığını belirtmemesi garip, birçok mekanın özellikle “steril ve yalıtılmış” halde tasarlanmış ve bu tercihten fazlaca fayda sağlanmış olması ise keyif verici. Keyif verici olarak kabul edilemeyecek son şeyi de, en keyif verici ayrıntıdan hemen önce verelim: Birçok sekansı, karaktere yakınımsı plandan başlatıp sonra genel plana geçerek sürdüren ölçek tercihinin çok defa ve göze batacak biçimde kullanılması, kamera konumlandırmalarında kısırlık yaşandığını hissettiriyorsa da, filmi genel olarak temsil eden “can damarı” sekans bu kısırlığı affettirecek kadar güçlü. Alen’in elindeki lambayla karanlık evde, enfes renk kullanımıyla, resmen filmin özetini çıkardığı sekans gerçekten çok değerli. Ve bu sekansta bir ara, pencereden, uzaktaki yerleşim yerleri görünüyor. Her ne kadar Alen de şehirde oturuyor olsa da, pencereden, “uzakta” gibi görünen bu binalar ve netliklerinin bir an kaybolması, Alen’in hayatını özetler gibi. Hayattan/yaşamdan uzak kalmış ve ona bakarken ara ara netliğini kaybeden bir karakterin karanlıkta kayboluşunu bundan daha iyi sembolize etmek zor olsa gerek.

Şöyle kaba bir özet ve final yazacak olursak Monolog, türler (imajlar) arasında gezerken rahat ama içerdiklerini izleyicisine iletmekte fazla hoyrat ve cüretkar bir film. Ve bu cüretkarlık görsel güçte değil, hikayelemede ortaya çıktığı için sözkonusu tercihlerin, çözülmesi keyif verici olan birer bulmaca olup olmadığı şüphe götürür türden. Ortada ne istediğini çok iyi bilen, amaçları ve kaygıları net ve amacına ulaşmada da yeterince becerikli bir film ve sinemacı olduğu kesin ancak izleyiciyle kurulan bağın türü, üzerine konuşulacak veri bağlamında, filmin içerdiklerinden daha fazlasını sunuyor gibi. Çünkü film ve Dinç, içerdiklerini sunmaktan değil, içerilenleri almaya çaba gösterilmesinden hoşlanıyor.

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 28/09/2011 1:22 pm
Paylaş: