Meczup şahıs yaka paça, don atlet, sille tokat meydandan uzaklaştırılırken bu manzarayı büyük bir keyifle izleyen kötü adamımız halka şekerinin bittiğini fark etti. Sinemaya ilk defa gitmiş ve filmin en güzel yerinde patlamış mısırı bitmiş küçük bir çocuğun o insanın içini burkan ezikliğiyle meydandan ayrıldı. Hemen yakınlarda bulunan cankat giyim firmasından içeri girdi.
"Merhaba, ben kendime bir ceket bakacaktım."
"Hay hay. Nasıl bir şey bakmıştınız?"
"Lacivert olabilir. Ekoseli olsun. Bordo veya açık gri çizgili ekose desenli lacivert bir ceket."
"Hay hay. Şöyle arka tarafa buyurun, çeşitlerimizi inceleyin."
"Kadife olursa iyi olur. Fakat yanar dönerli olmasın."
Kötü adamımız kendisine tutulan ceketi sırtına geçirirken bir taraftanda düşünüyordu:
"Filinta için teklif gelirse kabul etmeyeceğim. Benim ne işim olur Osmanlı polisiyesiyle. Ertuğrul için teklif gelirse düşüneceğim. Pek benim tarzım değil ama yinede bir şeyler yapabiliriz."
Kötü adamımız ceketi çıkartıp başka bir ceketi denerken:
"Belkide müstakil bir proje için beni istiyorlar. Bende ki özgün anlatım dilini keşfettiler ve bana ait benim tarafımdan kurgulanmış bir proje istiyorlar. O zaman şu bizim ZURNALI projesini veririm onlara ne yapayım. Çekimleri Havuzlar mahallesinde yaparız."
Kötü adamımız lacivert takım elbiseyi sırtından çıkartırken çaktırmadan göz ucuyla ceketin etiketine baktı ve ilk gözüne çarpan şey yüz otuz beş rakamı oldu.
"Neyse aradığım şey tam olarak bu değil. Ben bir iki yer daha dolaşayım. Artık olmazsa yine buraya gelirim."
Kötü adamımız cankat giyimden çıkıp wc vaykikivay firmasının yolunu tuttu. Otomatik açılır kapıdan içeri girdiğinde müdavimi oldu bu mekanda nereye gideceğini iyi bilen biri olarak kararlı adımlarla ikinci kata çıktı ve ceketlerin bulunduğu bölüme geçti. Kahverengi bir deri ceketi sırtına geçirirken düşünmeye devam etti:
"Ulan şimdi bunlar beni galaya çağırmadıklarına göre demek ki projeyi tv filmi olarak değil de sinema filmi olarak değerlendirmeye karar verdiler. Eh zaten benim proje tv filmi için çok üst düzey kalıyor."
Kötü adamımız sırtındaki ceketi çıkartıp yerine asarken sanki ceketin bedenini merak etmişte kaç bedenmiş öğrenmek için etiketine bakarmış gibi yapıp fiyatına baktı ve yetmiş dokuz rakamıyla karşılaştı.
"Demek larç beden. Birde x larcını mı denesem acaba."
Kötü adamımız hiç bir şey satın almayıp dükkandan çıktıktan sonra böyle bir kaç esnafı daha rahatsız etmek için işcanların yolunu tuttu fakat vakit geç olduğu için kapılar kapanmıştı, kahramanımızda boynu bükük evin yolunu tuttu.
Kötü adamımız eve varınca önce bir poşet buldu, sonrasında Ankara dan gelen ve üzerinde PTT yazan zarfı bu poşedin içine koydu.
Yanıma geldi ve bana şöyle dedi:
"Bu çiçeği masama kim bıraktı, gördünüz mü?"
Elinde ki çiçeği naif bir biçimde tuttuğunu fark ettim ve yerimden kalktım.
"Demek biri masanıza çiçek bıraktı öyle mi."
"Evet, geldiğimde buna masamın üstünde buldum."
Elinde ki çiçeği bana doğru uzatarak gösterdi. Bense yavaşça oturduğum yerden kalktım. Sanki çeçeği masaya bırakan ben değilmişim gibi bir eda takındım.
"Bu çiçeği masanıza bırakan kişi anlaşılan size bir mesaj vermek istemiş. Fark ettiniz mi bilmiyorum burada metoforik bir anlam gizli."
Kuşkulu gözlerle beni süzerken konuşmama devam ettim:
"Çiçeğin rengi sarı, eh sizde sarışınsınız."
Kuşkuları daha da artmış bir biçimde beni süzmeye devam etti.
"Çiçek yuvarlak ve sarı. Bence bunu masanıza koyan kişi size güneş gibisiniz, ışığınızla insana sevgi neşe ve mutluluk veriyor içini ısıtıyorsunuz demek istemiş."
Artık emin olmuş gibi bir ifadeyle bana baktı.
"Geçen hafta çekmeceme GÖÇMEN KIZI adlı kitabı da siz mi koydunuz?"
"Evet."
Çiceği koklarken:
"Teşekkür ederim."
"Rica ederim."
"Fakat, lütfen bir daha olmasın."
Peh... özentilik başka hiç bir şey değil. Evet sevgili okuyucum dün kaldığım yerden devam edecektim ki, işte sonucu sizde görüyorsunuz. Bu paçavra edebiyatıyla adi herif yine benim köşemi kirletmiş. Sizde hak verirsiniz ki bu tür miadı dolmuş eserlele bir yere varılamaz. Bu gün bir kitapçıya girseniz bunun gibi yüzlerce eser bulursunuz. Hayır benim köşe yazıma ne diye ekleme yapıyorsun? Neyse ben dünkü köşe yazıma bu gün kaldığım yerden devam ediyorum.
Kötü adamımız santralden aşağı inmeye başlamıştı. Fakat sevgili okuyucu şimdi aklıma geldi bu bizim kötü adamın yani Bay C. nin bir öyküsü vardı belki hatırlarsınız adı da Bay muhteşem miydi bay haşmetli miydi neydi. O öyküde bir santral ve havuzlar yolu betimlemesi bölümü vardır ki akıllara zarar. Tasfir bakımından tam bir rezalet olan bu bölüm yazarın anlatım kabiliyeti bakımından ne kadar sığ ve yeresiz olduğunu gözler önüne sermektedir. Okuyanlar bilir, okumayanlara ise tavsiyem okumamalarıdır. Zaman israfından başka bir şey değil. Neyse hikayemizin bu bölümünde siz sevgili okuyucunun izniyle bu caddenin tasfirini yapacağım. Birilerine de artık kapak olsun ne diyim.
Kötü adamımız elinde poşet ile santralden aşağı inmeye başladı. Havuzlar yolunda ilerlerken kendisini ilk olarak taze kavrulmuş kahvenin o kekremsi kokusu selamladı. Kuruyemişçiyi geçince kasabın önünde kendisine atılacak pirzolayı veya bonfileyi bekleyen sokak kedisi tırmık ile karşılaştı. Tırmık bir taraftan yalanarak patilerini temizliyor bir taraftanda kasabın kendisine atacağı ziyafeti ( ve ya köteği de olabilir ) bekliyordu. Kasabı geçtikten sonra parlak neon lambalarıyla o güzelim manav dükkanları birbirinden albenili ve süslü ışıl ışıl alış veriş merkezlerini geçti.
Cumhuriyet parkına vardığında ünlü yazarlarımızdan Bay H.Ç. bir bankta oturmuş kendisini beklemekteydi. Kötü adamımızla Bay H.Ç. gibi bir zaatın arasında ne gibi bir bağlantı olabileceğine akıl sır erdiremediğinizin farkındayım sayın okuyucu. Bende önceleri Bay H.Ç. gibi seçkin bir sanat insanının böyle üçüncü hatta dördüncü dereceden bir yazar müsfettesi ile ahpaplık etmesine bir anlam verememiştim. Fakat sonrasında araştırdım ve işin aslının hiçte öyle göründüğü gibi olmadığını öğrendim. İzninizle size bu işin aslını astarını anlatmak istiyorum.
Bir kere bu Bay H.Ç. ile kötü adamımız mektepten tanışıyorlarmış. Kötü adamımız daha o zamanlardan ileride nasıl ezik bir tip olacağının sinyallerini vermeye başlamış. Okulda herkes kendisiyle alay edip onu itip kakıyormuş. Böyle kötü adamımızın alaylara maruz kaldığı itilip kakıldığı bir tenefüs arasında Bay H.Ç. daha fazla dayanamamış ve centilmen kişiliğinin gereğini yaparak kötü adamımızı itip kakan mektepli talebelerden birini yakasından tuttuğu gibi okulun çamurlu bahçesinde bolca bulunan bir çamur deryasının içine fırlatıp atmış. Diğer çocuklar Bay H.Ç. nin şahin bakışları karşısında daha fazla direnememiş ve kaçışmaya başlamışlar. O günden sonra kötü adamımız, koruyucum dediği Bay H.Ç. nin yakınından yamacından ayrılmaz olmuş. Nasıl ki her kralın bir soytarısı olur, şaklabanlıklarıyla kralı güldürür işte kötü adamımızla Bay H.Ç. arasında da böyle bir ilişki varmış.
Neyse lafı fazla uzatmayıp mevzuya dönecek olursak, Bay H.Ç.
"mektubu getirdin mi"
diye sordu. Sonrasında kötü adamımızın poşetten çıkartıp kendisine uzattığı mektubu eline aldı. Kötü adamımız mektup açılırken kendinden gayet emindi. Mektup açılacak, yazmış olduğu senaryosunun tv filmi olamayacak kadar üst seviyede bir eser olduğundan mütevellit bu proje için kendisini galaya davet etmediklerini onun yerine en kısa zamanda sinema filmi için girişimlere başlanacağını bildiren yazı okunacaktı. Filmden gelen para ile borçlarını ödeyecek, sonrasında cankat giyimde gördüğü o lacivert ceketi alacak. Bunca zamandır işi gücü olmadığı bir serseri bir berduş olduğu için teklifte bulunamadığı sevdiği kıza artık teklifte bulunacak ve bir yuva kuracaktı.
"Eh oku bakalım bana zarftan ne çıktı H.Ç. ciğim."
".........,,,,,,,???**??!!."
"Ne dedin cancağazım, anlamadım."
"................!!!!!!!!!!!."
"Fakat bu nasıl olur? Mamafi..."
Evet, sevgili okuyucu, böylelikle bu öykümüzünde sonuna gelmiş oluyoruz. Bu öyküden çıkartılacak ibretlik mesaja gelince: her kim olursan ol, bir kıza teklifte bulunacaksan önce bir mesleğin olacak. Teklif dedimde aklıma geldi, yarın ki köşe yazımda siz sevgili okuyucularıma mutlu sonla biten bir teklifin hikayesini anlatacağım. Şimdilik hoşça kalın.
"Aç kapıyı polis."
Kapıyı açtığımda gerçektende iki polis karşımda duruyordu. Oysa ben mahalleden birilerinin bana şaka yaptığını sanmıştım.
"Buyrun bir şey mi vardı."
"İfade vermeden nereye gidiyorsun."
"Fakat, yarım saat önce ifademi verdim ben. Bahsettiğiniz kişi benim abim değil."
"Nerede verdin ifadeni."
"Olay yerinde."
"Olay yeri neresi lan."
"İşte şeyde... kahvehanede."
"Arkadaşım sen şaka mısın. Kahvehanede ifade mi verilir. Hadi git üstüne ceket mi alacan palto mu alacan git giyin. Karakola kadar gideceğiz."
Diğer polis memuru ayıplar bir ifade ile:
"Ayıp ayıp, koskoca adamsın bir abine sahip çıkamıyorsun."
"Fakat bahsettiğiniz şahıs benim abim değil."
"Hadi hadi fazla konuşmada yürü, derdini karakolda anlatırsın."
Kahramanımız iyi bir işe, parlak bir gelecek vaat eden bir istikbale sahipti. Sevimli ve cana yakın muzip şaklar yaparak sevdiği kızın gönlüne girmiş ve kendini ona sevdirmişti. Neydi bu muzip şakalar peki: örneğin sevdiği kızın çekmecesine GÖÇMEN KIZI adlı bir kitap koymuştu.
Sonrasında başka bir gün çalışma masasına güneş şeklinde sarı bir çiçek bırakmış ve çiçeğede üstünde güneş gibisin, ışığınla bana neşe ve sevinç veriyorsun yazan bir not iliştirmişti. Kızımızda bu romantik ve sevimli gence bu borsada başarıdan başarıya koşan geleceğin iş adamına bu hobi olarak ilgilendiği senaryo yazarlığında birincilik ödüllerini toplayan sanat insanına bu ekoseli lacivert kadife elbise giyen yakışıklı adama gönlünü kaptırmıştı. Birlikte elele tutuştular ve şarkılar söyleyerek sokakları arşınladılar. Önlerine çıkan kuşlara çiçeklere ağaçlara selam verdiler. Kısadan hisse verecek olursak insanlığa hizmet eten insanlar sevilmeyi hak eder.
Kapı çalındığında hava henüz yeni kararmıştı. Kapıyı açtığımda karşımda sokağımızın kahvehanesinde çalışan çırak ile karşılaştım.
"Yetiş abi. Senin abin kahvehaneyi bastı. Bizim ustayı dövüyor. Gel al şunu başımızdan."
Aceleyle ceketimi giyip evden çıktım. Evin kapısını kapamamla jetonun düşmesi bir oldu.
"Bir dakika ya. Benim abim bu mahallede oturmuyor ki. Benim abim pazartesi pazarının aşasına inşa edilen bu yeni apartmanların orada. Yok senin yanlışın var. Başkasının abisidir."
"Abi bilmiyorum. Müşterilerden biri söyledi. Yan apartmanın ikinci katında kardeşi oturuyor git çabuk onu getir dediler."
"Ya tamam bizim apartmandan biriyse tanırım elbet. Ama bahsettiğin kişi benim abim olamaz. Dediğim gibi abim bu mahallede oturmuyor."
Kahvehaneye gittiğimizde ortalık birbirindeydi. Sandalyeler yerlerdeydi. masalar ters dönmüştü. Biraz ilerleyince kahvehanenin lavobusunun kapısının yerde olduğunu masanın üstünde kahvecinin uzandığını Reşadiye Canavarının da elindeki bıçakla kahveciyi altına almış tehdit ettiğini gördüm. Mahallemizin marangozu Reşadiye canavarını kollarından tutmuş "yapma" diye bağırıyordu. Reşadiye canavarı dört kişinin gayretleriyle kahvecinin üstünden alındı. Marangoz, kimselere belli etmeden Reşadiye canavarının elinden bışağı aldı ve çaktırmadan kendi cebine attı. Bunu neden yaptığını ilerleyen bölümlerde anlatacağım. Tam bu esnada polis geldi. Vakit geçirmeden Reşadiye canavarını kelepçeleyip araca bindirdiler. Sonrasında ambulans geldi o da kahveciyi alıp alıp gitti.
Her şey olup bittikten sonra bende kahvehanede işimin bittiğini düşünüp dışarı çıkıyordum ki bir polis beni durdurdu.
"Birader zanlı senin abin oluyormuş. Neden sahip çıkmıyorsun abine. Yazık değil mi, burada bak bir sürü insanı rahatsız ediyor."
"Yanlışınız var. O benim abim değil."