Pek Yakında filminde, sanat filmi için fil tarağı arama sahnesi var. Ordan...
"...Abi adam kurnaz, ödül üç yüz kağıt, filmi yüz kağıda çekiyor, iki yüz kağıt cepte..."
Eleştiri ne kadar doğru bilmiyorum, ama sanat dediğimiz şey bile bi ticaret aslında. Ben mi yanlış biliyorum, yoksa ressamlar gerçekten var mı?
fulgura orman içinde bi evde bulunmadan,yaşamak. seni ne zamana kadar mutlu edecek? sen bişeyler yapmazsan kimse bişeyler yapmaz..onca bilgiyi onca emegi ormanın bi köşesine gömemezsin herhalde
Burada yazılmışı var:
fulgura orman içinde bi evde bulunmadan,yaşamak. seni ne zamana kadar mutlu edecek? sen bişeyler yapmazsan kimse bişeyler yapmaz..onca bilgiyi onca emegi ormanın bi köşesine gömemezsin herhalde
Bu bir benzetme. Burada söylemeye çalıştığım şey bunun bir tercih olmadığı. Yani hal budur. Ben kendimce ormana sığınmış değilim. Fildişi kulelerde yaşayıp aşağıya, halka inmemeyi meziyet görenlerden de değilim. Sadece kitle bu ise ancak kendim gibi olan insanlar ile mutlu olabilirim, belli bir kitleye hitap edebilirim gibi geliyor artık bana. Bazı konularda toplumdaki %30, bazı konularda %10, bazı konularda %5 ve bazı konularda da %1lik bir kitleye aitim ben. Eskiden "sen o çoğunluğa yavaş yavaş yaklaşarak onları zamanla kendin düzeyine getireceksin. Aralarından Guguk Kuşu misali adam çalacaksın" demek meşhurdu. Oysa bu açıklama ve yaklaşım çöktü diyorum. Kitlenin dönüştürülebilir olmadığı görüldü diyorum. Kitle bu kadar oluyor. Ötesine can havliyle direniyor.
Bu demek değil ki ileride olumlu değişmeler olamaz. Kitlenin dönüşümü için öncelikle maddi durumunun gelişmesi gerekli. Karnı doymayan adam sanatsal ve entellektüel kaygıları güdemez. Ondan sonra zenginliğin artması gerek ki fazla parasıyla daha kaliteli zevk arasın. Ama bunun olması için kuşaklar gerek ve ayrıca artık bu sınıfsal dönüşümler çok daha zor. Eskiden bunların olacağı bilinmediğinden herşey kendiliğinden oluyordu ama artık olabileceği bilindiğinden direniş var kitle ya da onu yönetenler tarafından. Kısacası ben halk/kitle/toplum konusunda pek ümitli değilim. Hatta artık sanatçının bizzat toplum/kitla karşısında yer alması gerektiğini hissediyorum.
Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.
Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.
tartışmanızı zevkle okudum 🙂
bence insan şanslıysa, yetenekliyse, yeterince güçlüyse kendini yansıtabildiği "bir" film çekebiliyor. bu tarz filmlerde bi olay anlatılıyor gibi gözükse de aslında yönetmen kendini anlatıyor, bu tür filmlerde izlenenin yönetmen boyutunu da düşünmezsek eksik bir film izlemiş oluyoruz. auteur sinema dedikleri hadiseden benim anladığım bu. auteur yönetmenlerin tek bir film çektiği söylenir yani uzak da üç maymun da anadoluda bir zamanlar da kış uykusu da hatta mayıs sıkıntısı da tek bir adamı anlatıyor o da nbc.
diğer olay anlatan filmlerde ise yönetmenin in, senaristin, görüntü yönetmeninin parça parça izini sürebiliyorsun.işte nokta perspektifi kullanmayı seviyor, filmlerini sarı ağırlıklı çekiyor, hep bu tarz aile içi çatışmaları kullanıyor vs. gibi.
o yüzden auteur sinema iyidir, her şeyiyle sadece yönetmeni, kaygılarını, duruşunu, sevişini, kaçtığı ve kucakladığı şeyleri, sevdiği, tiksindiği insanları anlatır. bu filmleri bu gözle izlemek lazım. o zaman tek bir film izlemiş olursunuz bu da size doyumsuz bir lezzet verir.
bence insan şanslıysa, yetenekliyse, yeterince güçlüyse auteur sinema yapar 🙂
not: bence auteur yönetmen değilseniz senaryo yazarı daha izi sürülmeye layık bir adamdır.
Fulgura, toplumdan, özellikle de değişen toplumdan yakınman, güzel bir rahatsızlık. Çevresinde ne olduğunu farkedebilen, şalteri hep açık dolaşan insanın düşüncesi olur bu, zamanla. Topluluk kararları, toplumun yöneldiği alımlar, seçimler, beğeniler, toplumun tepki gösterdiği şeyler, ses çıkarmadığı şeyler bunlar şahsi olarak bile ölçülebilir, toplum hakkında düşüncelerin kararlaşmasına neden olabilir. Aziz Nesin'in yüzde vererek yaptığı toplum eleştirisi, South Park'ın 20 yıldır ara ara yaptığı Amerikan Toplumu eleştirileri, batı toplumlarının içindeki - dışındaki doğuluların batı eleştirileri, doğu toplumlarının içindeki - dışındaki batılıların doğu eleştirileri, farklı ölçümlerle ama aynı hedefe yapılan eleştiriler.
Toplum eleştirisinin sonu gelmez, bir tarafta topluluklar kitle halinde hareket edecek bir şeyler bulurken bir yanda birileri onlar hakkında fikir geliştirmeye çalışacaktır. Guguk Kuşu örneği halen geçerli bana göre. Özellikle de bizim gibi tek adam zihniyetli toplumlarda ama bu toplumda böyleleri ne sıklıkla çıkar o muamma. İşin sinema - siyaset kısmına gelirsek, Kezzap'ın da örnek verdiği bir Sarmaşık var mesela. Bağıra bağıra siyasi baskı görüyor. Bir de Kod Adı Koz vardı. Kitleye hükmeden bir siyasi iktidar duyduğu kendini anlatma gereksinimi sinema filmi ile karşılamaya çalışıyorsa ve kendine karşı gelişebilecek düşünceleri mikrofonda ya da gişe sayısıyla baskı oluşturarak engellemeye çalışıyorsa bu uğraştığımız meşguliyetin ciddiyetini de kanıtlar. Tek başına bile bir şeyler değiştirilebilir böyle toplumlarda, çünkü fikirler ilkel durumda, sesi çok çıkan dinleniyor sadece.
Bir gün bir toplumu değil de, kendini eleştirebilen bir birey görürsem, dayanamayacam ağlayacam.
Biz kendimizi eleştirdik. Elden geleni yaptık, değiştik, değiştirdik. Zaten dediğim topluma uymadığımız ya da uyamadığımız. Sizin dediğiniz düşünce ise "toplum her zaman haklıdır çünkü o toplumdur" gibi bir çıkış noktası üzerinde duruyor. Yukarıda baştan aşağı kendimizi de eleştirdik ve hatta düşüncelerimizin sübjektif yani kendimize özel olduğunu da vurguladık. Sanat söz konusu olduğunda bunun evrensel bir durum olduğu aşikar. Ne yapmalı? "Ben neden bu topluma uyamıyorum?" diye oturup ağlayalım mı?
Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.
Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.
Neden topluma uymuyorum diye ağlamaya gerek yok, ama neden toplum böyle diye ağlamaya da gerek yok.
Yani o kadar klişe konuşmak istemiyorum ama, konuşma gerekliliği duydum, kendimizi değiştirmediğimiz ve başkasını eleştirmeye odaklandığımız sürece, kimse bir adım ilerlemeyecek.
Kendimiz değişirsek, yani ışık olursak, sadece siyah mat yüzeylere etki edemeyiz, ama toplum siyah değil. Toplumu değiştiremeyiz zaten, anca ışık tutabiliriz. Hadi ışık olamadık, ayna olalım, başka ışıkları yansıtalım, toplumda mutlaka karşılığı olacaktır.
Takdir görülmeyi beklemek, zaten onun için yapmak demek. Kendin için yapacaksın. Kendin için yaparsan, toplum benimser, işte sanat bu oluyor. Kendisi için yapan bir adam, topluma değil, kendini sanatında ne kadar yansıttığına bakacaktır, sadece.
Senin kendini eleştirdiğin bir filmi neden izleyeyim ki SedData, banane senden, sanane benden. İyi anlatıldıktan sonra dini, vicdani, cinsel, ahlaksal vs. farklılıkları olan insan hikayelerini, ne kadar uzak dursa da temel "insan" olduğu için izleyen zaten benimsiyor. Burada kompozisyon ve anlatım önemli, "önce kendini sonra şunu bunu eleştir" demek bunun doğrusu değil, becerebiliyorsa anlatıcı hep diğerlerini eleştirir, diğerlerinin hayatını irdeler ve bu hep kabul görür. Çok da örneği var. Takdir görmek amacıyla yapıldığı için ülke sineması baş aşağı gidiyor. Rahatsız edicilik nedir, sinemada nasıl kullanılır bilmiyoruz. Her yaptığın iş toplumun afyonuna kolayca karışabiliyorsa bir sıkıntı vardır.
Kendin için yapmak derken, sinemada kendimi eleştirmekten bahsetmiyorum. İçinden geldiği için yapılmalı demek istiyorum.
Film yazar ve yönetmenin egosu olduğundan, ister istemez kendi kişiliklerini yansıtırlar. Yani aynı zamanda, izlediğin her filmde, kendini anlatan yönetmen ve yazarı izliyorsun zaten.
Yazılarda umut var. Bedbinlik, ümitsizlik hakim gözükse de; kelimelerin altında saklanan coşku hissediliyor. bu enerjiyi filme çevirecek bir "kuvvetler birliği" ne de güzel olurdu.
ben kuzeyemir
türkiye'de bu konuda bir umuttan söz edebilmek bence mümkün değil. şikayet etmek, umutsuzluğa kapılmak pes etmek gibi sözler beyhude geliyor bana çünkü bir yol olsa zaten yapılırdı. Bu sektörel bir problem değil, çok daha kapsamlı sosyolojik bir problem. fulgura'nın dediği gibi toplumun önce diğer kaygılarından kurtulup daha sonra sanata dair kaygılara düşmesi gerekiyor. bu sadece ekonomik de değil kanımca. daha köklü olan problem ekonomikten ziyade eğitimle ve halk kültürüyle ilgili. amerika'da dünyaya hükmeden hollywood gibi bir şey varken bağımsız olan sanatsal kaygılar güden sektör de varolabiliyor çünkü bu filmleri arzulayan azımsanmayacak bir kitle de var. Avrupa'da bu kitle daha da geniş. Zaten oradaki sinema geleneği Amerika'nın bu hükmüne karşı ayakta kalabilmek için farklı yönde gelişti. Bence en çok dikkat edilmesi gereken bölge iran. iran gibi bir ülkeden çok iyi filmler gelmeye başladı ve bildiğim kadarıyla bu organize olmuş kurumlar ve tuhaf olsa da devletin desteğiyle gerçekleşiyor. Yani belki iktidar bu işlerden anlamıyor ama uluslararası alanda söz ettirmek için bu işleri destekliyor. Aynı stratejiyi türkiye kış uykusu'nda yaptı ama yapabileceği ancak suya sabuna dokunmayan kış uykusu gibi bir film için geçerli olabilir gibime geliyor. Kısacası türkiye'de toplumun bu filmleri izlemesini beklemek beklentiden öteye geçemez. burada sanatçının orta yol bulması gerektiğine inanmaya başladım. bundan yirmi yıl önce eşkiya'nın iki milyon izlenmesi gibi bir gerçek var. Filmleri biraz izlenebilir kılmak sanatsal niteliklerine zarar vermez, aksine daha da katmerlendirir. yönetmenlerin burunlarından kıl aldırmaz tavırlarını değiştirmesiyle bir şeyler olabilir bu alanda.
Merak ettiğimden bir soru sordum, zaten ben de anlayamamışım ki bu sanat filmi tanımlarını o yüzden sordum. Konu nereye gitmiş. 😀 Mesela ben de bu tarz filmlerde yorumlara baktığımda, "NBC, yine içimizdeki kötülüklerin içselliğinin vurgusunu bize realist bir tavırla download etmiş" falan fıstık. Böyle yorumlar var, e adam orda üç dört dakika boyunca yürüyor karın üstünde. 😀 Ama bende bu filmler bir his bırakıyor. Mesela bir aksiyon filmini izlerken, çok heyecanlanırsınız. Ama film biter, bir iki ay geçer. Artık eski heyecanı kalmaz. Ben NBC'ın filmlerini izlerken çok sıkılıyorum, ama film bittikten sonra on, onbeş defa izleyesim geliyor. Böyle, o görüntüler gözümün önünden gitmiyor. Konu da çok dağılmış sanki. 😀
Özgüveni kırılan yönetmenlerden.
Fulgura bir önceki sayfada yazdıklarını okudum.
Biliyor musun, çok ilginç gelebilir, ama katılıyorum.
Hatta belki senden daha karamsar bile olabilirim.
Ama bilemiyorum, 3-5 kişi kalsa bile ben birileri için bir şeyler yapabilmek dışında başka bir motivasyona sahip değilim.
Bilemiyorum. Pir Sultan geliyor aklıma. İnsanlardan korksam da nefret etsem de bir şekilde, inancımı yitiremiyorum. Ama çok haklısın.