Çetin ortaokula giden bir öğrenciydi. Okuldan evine dönüşte, kapıdan içeri girergirmez sırtındaki çantayı çıkartıp yere fırlattı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Eliyle bir takım garip hareketler yapıyor, yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu. Onun bu halini gören, derhal telefona sarılıp bakırköy'ü arardı.
"Ulan arkadaş memleketin çivisi çıkmış. Bundan sonra babama bile güvenmem arkadaş. Ama yok, böylelerini kızılay meydanında sallandıracaksın. Ama yok yok kabahatt bende aslında. Sen, elin herifine ne güveniyorsun be, şapşal. Aptalım lan ben. Ama bundan sonra tek silah. Yok öyle pembe gözlük takmak. Ulan adamı insan yerine koyuyorsun güveniyorsun, arkadaşım deyip bağrına basıyorsun, ondan sonra adam senin ağzına bilmemne yapıyor. Ah benim şapşal kafam ah."
Mehmet dede, gazetesini bir köşeye bırakıp torunuyla ilgilenmeye başladı.
"Bir şey mi oldu evladım?"
"Bırak ya dede. Bizim okulda kol başkanlığı seçimi vardı. Seçimden önce benim yanıma gelip, çevremi sarıp, Çetin diye slogan attılar. Çetin aşağı Çetin yukarı. Bende onların bu sevgi seli karşısında (vay be ben bu seçimlerde diğer çocuğa çetin bir rakibim) diye düşündüm ve onlara güvenip adaylığımı koydum."
"Ee, sonra."
"Bunlar beni gaza getirip aday yaptılar, ama iş oy vermeye gelince sadece bir oy aldım. Bütün okula rezil oldum. Çoluk çocuğun maskarası oldum. Artık kimseye güvenmiyeceğim. Yazarın dediği gibi güvenmek yok, ağlamak yok."
"Bak Çetin'im. O dediğin yazar kimse, montofonun tekiymiş. Olur mu hiç öyle şey. Karşımızdaki insana güvenebilmeliyiz, aynı şekilde o da bize güvenebilmeli."
"Bırak ya dede bu eski toprak lafları. Artık yeni trent bu. Kimseye güvenme."
"Hay ben öyle trenin, trentinin, köküne kibrit suyu sıkayım."
Mehmet dede Çetin'e eliyle yanına gelmesi için işaret etti. Yanına gelince de: "bak Çetin'im, şu pencereden dışarı bakınca ne görüyorsun?"
"Bakayım dedeciğim. Ha, bir adet kırmızı renkte kamyonet duruyor, adam bu araçla kavun satmaya çalışıyor. Sonra çocuklar teneke kutudan bozma bir topla oyun oynuyorlar. Ayrıca yuh yani, denyonun biri sokağın ortasına bir çuval çöp dökmüş, vay ayı vay."
--2--
"Çetin'im dikkatli bak başka ne görüyorsun, orada birde dükkan olacak."
Çetin pencereden tam karşı kaldırıma baktı.
"Evet birde nalbur dükkanı var. Adam müşterileriyle ilgileniyor."
"Şimdi söyle bana Çetin'im bizim mahallede bu dükkandan başka dükkan var mı?"
"Yav olacak işmi dede? Herif resmen sokağın ortasına bi çuval çöp dükmüş, öküzlüğünde bu kadarı artık."
"Yavrucuğum bırak şu görgüsüz ayıyıda soruma cevap ver."
"Dedecim bizim mahallede bu dükkandan başka dükkan yok. Çünkü geri kalan hepsi süper market veya hiper alışveriş merkezi."
"Neden peki Çetin'im?"
"Neden olacak dedeciğim, kapital sermayenin bir süpürge gibi etrafına müthiş bir süpürme gücüyle yaptığı baskının sonucu. Dışarıdan gelen yabancı ortaklı şirketlerin yayılımcı emperyalist tavırları bu tür küçük işletmelere ne arsa bırakıyor nede meydan. Bu tür küçük işletmelerde bu büyük rekabet şeyettirmesinden etkilenip pılı pırtıyı toplayıp iflas ediyorlar tabi. Ama bu batı Amerikada böyle olmamış. Orada Çikovera diye bir adam çıkıp bu sisteme dur demiş."
"Çikovera da kim evladım? İlk defa duyuyorum."
"Çikovera Patogonyalı bir ayakkabı boyacısının oğlu dedeciğim. Ayakkabı boyayıp ekmeğini kazanırken AB'li emperyalistler Patagonya'yı AB topluluğuna alma bahanesiyle orada da bu tür faliyetlerde bulunmuşlar. Bizim Çikovera bi bakmış kimse ayakkabı boyatmıyor. Ne iş demiş. Gitmiş gitmiş birde ne görsün AB'liler fabrika kurup fabrikada ayakkabı boyuyor. Hemde iki kat pahalı fiyata. Çikovera demiş "ya arkadaşlar bunlar gösterişten başka bir şey değil, ne yani ayakkabınızı beş kuruşa boyacıda boyatmayıp, gidip on kuruşa kazık yiyerek fabrikada boyatınca havanız mı oluyor, adam mı oluyorsunuz, daha çağdaş daha entellektüel daha insan gibi insan mı oluyorsunuz? Tabiki hayır kazığı yiyip oturuyorsunuz. Yapmayın etmeyin, yerli malı yurdun malı, gelmeyin böyle emperyalist oyunlara demiş. Adamlarda bunu kolundan tutup anarşist diye kodese tıkmışlar."
"Vay be Çetinim, ee sonra ne olmuş?"
"Sonra dedecim bu Çikovera "ulan" demiş. "Ulan sizi gidi dümbükler sizi. Ulan cebinizde iki kuruş paranız var diye başımıza Tanrı'mı kesildiniz lan. Paranız var diye kendinizi na zannediyorsunuz. Allah mısınız ulan." Diye bir nara atıyor, çekiyor Osmanlı palasını, getiriyor Kelimeyişahadeti."
Mehmet dede heyacandan ağzındaki takma dişleri yere düşürdü. Bir taraftan yerde takma dişlerini arıyor bir taraftanda "ee sonra ne olmuş Çetin'im diye heyacanla soruyordu."
"Sonra dedecim bu Çikovera yanına sadık adamı baltacı deli Zagor paşayıda alıp sefere çıkmış. Düşman ordusunu katmış önüne başlamış kovalamaya. Sonunda bunları Tuna nehrinin soğuk sularına dökmüş."
"Yürübe olum. Ne adammış. Neyse Çetin'im ben ne anlatıyordum sana?"
---3---
"Nalbur dükkanından bahsediyordun dedeceğim."
"Hah işte bu nalbur dükkanı senin dediğin o süpürgeci emper bilmem neci sisteme karşı güvenle ayakta durabiliyor. Çünkü bu mahalledeki bütün müşterileri ona güveniyorlar. Kazık yemeyeceklerinden emin olarak ondan alışveriş yapıyorlar. Bu nalburda müşterilerine güveniyor. Onlara veresiye mal veriyor. Memur olan, işçi olan da maaşını alınca gidip veresiyesini ödüyor."
"Karşılıklı bir güven var diyorsun yani dedeciğim."
"Evet Çetin'im. Böyle bir şeyi o devasal hiper, süper, ultura marketlerde bulamassın."
"İyide bu bir istisna."
"Tamam da bu istisnanın bir öncesi bir başlangıcı bir öyküsü var. İstersen sana bu nalburun öyküsünü anlatayım ne dersin?"
"Peki deciğim anlat bakalım. Seni dinleyeceğim."
"Bundan yirmi sene önce pasajın birinde bir adam çalışıyormuş. Bu pasajın içerisi güneş ışığı görmez. Tavanda gün boyu florasanlar yanar. Bazen dışarıdan bir kedi pasajın bir kapısından girer ve dükkan vitrinlerini seyrede seyrede diğer kapıdan çıkıp gider. Pasajın çaycısının telsizi pasajın her katına ses dalgaları yayar. Bazen de bir ilkokul öğrencisi elinde tartıyla pasaja girer. Gözüne kestirdiklerine tartalım mı diye sorar. Genelde bu çocuklar bir iki dükkan önünden geçtikten sonra, çıkış kapısından çıkıp gider. Bazıları ise dükkanların içine kadar girerler. Bunlar genelde esmer vatandaşlardır. Bazen üçer beşer guruplar halinde dolaşırlar.
Pasajın birde delisi vardır. Bu adam pasajın tam ortasında bir dükkan işletir. Böyle esmer vatandaşlar kimseden yüz bulamazlarsa onun dükkanına giderler. Pasaj sakinleri adamın bu huyundan şikayetçidir. Pasajı esmer vatandaşlarla dolduruyorsun diye ona şikayette bulunurlar. Bu adamsa hiç oralı değildir. Çocuklar gürültü yaparlar, yüksek sesle şarkı söylerler, en sonunda pasaj sakinleri bu adamın dükkanına girip çocuklara dışarı çıkmaları için uyarıda bulunmak zorunda kalırlar.
Bu delinin yediği naneler sadece bunlar değildir. Dükkana gelen bir müşteri kendisinden veresiye mal istese, müşterinin ödemede bulunmayacağını kestirdiği halde malı verir sonra ödeme günü geldiğinde kimsecikler ortalıkta gözükmez. Böyle durumlarda pasajın delisi dönme özelliği bulunan koltuğuna oturup bir kaç tur döner ve "ben zaten bu adamın bir daha bu dükkanın semtine bile uğramayacağını biliyordum" der. Dediğine göre aslında adam onu değil o adamı kandırmış. Abi sen ne yaptın ya diye soranlara "Sen asıl o enayiye bak, beni saf sanıp kandırmaya çalıştı, oysa ben onun beni kandırmaya çalıştığını anlamıştım ve saf numarası yaparak beni saf sanmasını sağlayıp onu kandırdım" der."
"Dedeciğim bu deli nekadar da sana benziyor."
"Pekala itiraf ediyorum bu pasajın delisi benim. Ama deli değilim. Dediğim gibi ben sadece numara yapıyorum. Ha, esmer vatandaşları dükkana doldurmam konusuna değinirsek o konu baya karışık. İstersen sana meseleyi kısa bir öykü şeklinde anlatayım. Belki o zaman sana asıl maksadımı anlatabilirim."
"İyide dedeciğim zaten öykü formatında anlatıyorsun."
"Neyse öykü içinde öykü gibi olur fena mı. Neyse işte, günlerden bir gün, ben dükkanda oturmuş sinek avlarken pasaja bir esmer vatandaş girdi. Bir iki dükkan dolaştı ama kimseyi elindeki tartıyla tartamadı. Sonunda benim dükkana geldi ve vitrini seyretmeye koyuldu. Bende bu arada onu gözlemliyordum. Sonunda dükkandan çıkıp onun yanına gitim "neden içerde bakmıyorsun" dedim. Bunun üzerine o da içeri girip vitrinde sadece gördüğü şeylere dokunmaya başladı.
---4---
Haliyle ilk olarak ritim sazı eline aldı. Bu darbuka büyük boy, dökme demirden, siyah deri kaplama bir parçaydı. Elinde tuttuğu darbukanın sağını solunu inceledikten sonra manalı manalı yüzüme baktı. Bende ona “istersen deneyebilirsin” dedim. Beş, on dakika kadar denedi. Güzelde çalıyordu. Sonra başka şeylere de baktı. Ama bu inceleme işinde gayet ilginç bir durum vardı. Bir şeyi eline alıyor, bakıyor, inceliyor, deniyor sonrada elindekini bana gösteriyor ve “yerine koydum” dedikten sonra aldığı yere koyuyordu. O an bu küçük çocuk üstünde nasıl ağır bir psikolojik baskı yapıldığını anladım. Toplum onu peşinen suçlu olarak görüyordu. Çocuk çevresine bakıyor ve etrafında “sen suçlusun, sen suçlusun” diye kendisine bakan gözler görüyordu. Bu durumdaki bir insanında karar verirken “ben nasılsa suçluyum” diye düşünmesi nasıl engellenir?
Ben bu baskıyı değiştirmek istiyordum. Ona güvendiğimi göstermek istedim. “Bak, sana bir iş teklifinde bulunmak istiyorum” dedim. “Benim elimde bu dükkanın reklamını yapan el ilanları var. Ben bu ilanları dağıtacak birini arıyordum. Aradığım neden sen olmayasın.”
Teklifimi kabul etti. Bende ona yüz tane el ilanı verdim. Sokağa çıkacak ve bu ilanları tek tek dağıtacaktı. Planımın en önemli kısmı ise ücreti peşin vermemdi. Önce almak istemedi “acelesi yok, dağıtıp geleyim sonra verirsin” dedi. Ben ısrar edince aldı. Sonra “ben bu sokaktan itibaren dağıtmaya başlıyorum” dedi. Bende peki deyip onu yolculadım. Birkaç adım attıktan sonra arkasını dönüp bana baktı. Ben o sırada elimdeki bezle camları silmeye başladım. Kendisini izlemediğimi, verdiğim görevi yapıp yapmadığını kontrol etmediğimi görünce şaşırdı. Sonra da köşeyi dönüp gözden kayboldu.
Şimdi planımı açıklıyorum. Birincisi, ona ücreti peşin ödedim, çünkü görevini yaparken “bana dükkandaki aletleri denetmesi boşuna değilmiş, bana iş yaptıracakmış ta o yüzden böyle iyi davranmış, çıkarı olmasa hiç izin verir miydi bakmama, bu davranışı karşılığında da bana bedava iş yaptıracak ve benim ücretimi ödemeyecek, bu dünyada kimse çıkarı olmadan bir insana iyi bir şey yapmaz zaten” diye düşünmesini istemedim. İkincisi onu kontrolde etmedim. Böylece o “aslında bu işi yapmak istemiyorum ama elim mahkum çünkü beni izliyor, takip ediyor mecburen yapmalıyım” diye düşünmeyecekti.
Şimdi önümüzde şu ihtimaller var. Birincisi çocuk vay enayi vay diyecek parayı peşin verdi üstelik beni kontrolde etmedi. İlanları atacak ve çekip gidecek, bir daha da o saf numarası yaptığım müşteriler gibi bu dükkanın semtine bile uğramayacaktı. İkinci ihtimal böyle enayi zor bulunur bunu iyice bir yolmak lazım diye düşünecek, ilanları çöp kutusuna atacak, yarım saat sokaklarda boş boş dolaştıktan sonra tekrar dükkana gelip ilanların hepsini dağıttım diyerek benden ikinci bir iş daha isteyecek. Üçüncü ihtimal ise planımın amacını teşkil eden ihtimal. Çocuk düşünecek, bu adam bana güvendi ve ücreti peşin ödedi, onu aldatmayacağıma da kesinlikle inanıyor ki beni kontrol etmedi, bana ilk defa biri dürüst bir insanmışım gibi davrandı, ki ben zaten dürüst bir insanım ama insanlara bunu anlatamıyordum, şimdi beni ilk defa biri anladı ve ben bana olan bu güveni boşa çıkartmamalıyım diyecek ve ilanları dağıtacaktı.
Aradan on dakika geçince dükkanın önüne çıkıp pasajın kapısından sokağa baktım. Kimsenin elinde kağıt falan görmüyordum. Beklemeye devam ettim. Ama sonuç aynıydı. Bu sırada bir müşteri geldi ve ben dükkana geri dönmek zorunda kaldım. Adam cebinden çıkardığı katlanmış bir kağıdı açtı ve “bu ilanda yazan yer burası mı acaba?” diye sordu. Adam gittikten sonra tekrar pasajın kapısına çıktım. Hemen hemen herkesin elinde sarı renkli bir kağıt vardı. Kimi dikkatli dikkatli okuyor, kimi şöyle bir göz gezdirip çöpe atıyor, kimi sıcak havanın etkisini azaltmak için kağıdı yelpaze olarak kullanıyordu. İşte o an iyi bir şey yaptığımı hissettim. Bu kadar ucuz bir fiyata bir gelecek satın almış gibiydim. Belki bundan yirmi sene sonra iki esmer vatandaş yolda yürüyecek ve biri ötekine “yok arkadaş bu insanlara iyilik yaramaz, çünkü bunların hepsi adi, ciğeri beş kuruş etmeyen çıkarcı şeyler” diye söylenecek ötekide “doğru dedin be, boş ver sende kendi çıkarına bak, tek sen değilsin ki herkes çıkarcı bu devirde” demeyecek, “yo, öyle deme iyisi de var, sen sineye çek iyilikle cevap ver bir gün mutlaka karşılığını görürsün” diyecek.
Biraz sonra çocuk geldi.
“Bütün ilanları dağıttım. Sakın gidip çöpe filan attığımı sanma.”
“Dağıttığını biliyorum, gördüm.”
“Aşağı ki mahalleye bile dağıttım.”
“Yarın bu saatlerde yine gel, sana yüz tane daha ilan vereyim.”
"İşte böyle Çetin'im. Yirmi yıl önceki o çocuk şimdi nalbur dükkanı işletiyor. İşte bu insanlara güvenin bir sonucu."
SON
Güzel yerleştirmeler var fakat inandırıcı gelmiyor be hocam. Yani ortaokula giden bir çocuğun ağzında inandırıcı durmuyor.
"Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır."
-Vladimir İlyiç LENİN