Bir aralar yazdığım öyküler, öykümsüler..
BİZ BİLİYORUZ DA MI OYNUYORUZ?
“Hadi kalk lan bütün gece oturdun. Hadi kalk oynayalım” dedi teyze oğlu. Parmaklarını şıklatıyordu, bir yandan da kafası sağa sola oynuyordu.
“Yok abi ben bilmiyorum oynamayı” dedim.
“Biz biliyoruz da mı oynuyoruz” diyerek beni, düğünden üç beş saat önce mahallenin kuaföründe sıraya girerek saçlarını bu düğün salonundan başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz kabarık modellere sokmuş üzerlerine de cırtlak renkli kıyafetler giymiş yüzleri simli kadınların, masa altında doldurdukları vişne votkalar, ya da düğün salonunu yakın bir birahanede içtikleri üç beş bira yüzünden düğün kasedini tekrar izledikten sonra utanacakları kıvır kıvır hareketler yapan erkeklerin arasına atıverdi. (Bu cümleyi düğünde kurmadım, zira benim de kafam güzeldi.)
Hayatımın en karanlık anlarındandır belki de. Hiç oynamayan biri olduğundan, kimse seni pistte görmeye alışmamıştır, o nedenle herkese bir ilgi çekici gelir, etrafını simli kadınlarla ağızları promil promil alkol kokan adamlar sarar. İstedikleri oynamandır. Bir çeşit amcanlara pipini göster durumu, haydi şu salona figürlerini göster durumuna dönüşmüştür. Hatırladım! Amcalara pipimi gösterirken çok rahattım. Babamın cümleyi kurmasını beklercesine koymuştum elimi tek bir darbeyle inmeye hazır lastiği ipini emmemden dolayı gevşemiş eşofman üzerine. Ama o gün orada o salonun ortasında etrafımda el çırpan tiplerin arasında ne yapacağını bilmeyen bir ceylan yavrusu gibi kalmıştım. Kaçacak yer aradım, ama etrafımdaki çember daralmıştı. Kaçış yoktu, kollarımı iki yana kaldırdım ve içimden ritme uygun şekilde “Allah’ım ne olur şu koca kamerasıyla herkese zoom yapan kameran çocuk beni çekmesin” diye dua etmeye başladım. Etrafımdaki çita sürüsüne istediklerini verdikten sonra götün götün ilerleyerek alkış tutan çitaların arasına katıldım. Sonra da bir dalgınlık anlarını fırsat bilerek masa üzerinde kağıt tabaklar içinde duran kimyasal maddeden geçilmeyen rengarenk düğün pastalarının yanına gittim. Tek isteğim düğünden birkaç gün sonra düğün görüntülerini izlerken kendime rastlamamaktı. Çünkü ailenin şebeği eniştenin salonun ortasında herkesin oyununu taklit ederken seninkini de taklit etmesini, aile büyüklerinin de onun bu şebekçe hareketlerine “İlahi Hasan” şeklinde gülerek katılmalarını istemiyordum.
Bugün burada elimde bir bira şişesi, şişenin kağıdını yolarken kendimi yine o pistin ortasında gibi hissettim. Etrafımda alkış tutup, yeteneksiz olduğum şu hayat arenasında benden folklorik kıvraklık bekleyen insanlar arasındaydım. Yapamıyordum. Kaybediyordum. Bilmiyordum. “Biz biliyoruz da mı oynuyoruz” diyorlardı. “Kalk sen de oyna!”
Düğünde kız kesmek! İşte bu benim işim. Hiç olmak istemediğin bir aile düğününde belediyenin düğün salonlarına müziği kesmek için koyduğu son saat olan 23.30’a kadar vakit geçirmek için yapılacak en güzel eylem belki de. Düğün salonları, gençlerin sıkıldığı bir yer olduğundan oyalanacak bir şey bulmak istediklerinden mi yoksa orada vuku bulan olay nedeniyle insana ilişki kavramını hatırlattığından mıdır bilmiyorum, aşağı yukarı senin yaşında olan bütün kızların radarları açıktır. Ararsın. Birini gözüne kestirirsin. O oynar. Kalkar kıvırır falan. Hatta kimisinin üçlü bir ekibi olur. Sadece üçü bir arada oynar ve başkasını bu kıvraklığa dahil etmezler. Sen de bir yandan önündeki pastayı didiklerken bir yandan sana pet bir bardak içinde sunulan vişne-votkayı yudumlayıp kızı kesersin. O da bakar falan. Mutlu olursun. Hatta yanında bulunan aile büyüklerine “şu kız kimin kızı, hani şu kırmızı renkli kıyafeti olan, şu oynayan ya” diye bir soru yöneltirsin. Eğer karşı tarafın kızı değilse büyük olasılıkla uzaktan akrabadır ve “Hamit’i bilir misin? Annenin kuzeni. İşte onun kızının kızı”na benzer bir yanıt gelir. “Beğendin mi, alalım sana o kızı” şeklinde de ekler. “Yok” dersin. “Bakıyorum, alıcı değilim.” Almadan, dokunmadan bakarsın. Düğün biter! “Gençler düğünden sonra eğlenecekmiş” şeklinde telaffuz edilen bir aktivite yoksa evlere dağılınır. Bu düğün de böyle atlatılmıştır.
Bira bitti. Çakmakla açmayı beceremediğimden yanımda taşıdığım açacakla bir diğerini açtım. Ve aklıma geldi işte. Önümden, plakalarında “mutluyuz, evleniyoruz” yazan kaportası çiçeklerle süslenmiş bir araba geçince. Hayat bir düğün gibi dedim. Oynaman gerekiyor, zorla piste çıkarıyorlar, amaca uygun hareket etmelisin. Ama sen sadece vakit geçirmek için kendi sevdiğin ve eğlendiğin şeyi yapmak istiyorsun. Kız kesmek gibi. Sonunda hiçbir şey olmayacak olan, alıcı değil bakıcı olduğun, vakit geçirmek için yaptığın bir eylem. Ama yok, teyze oğlu geliyor ve “Hadi kalk lan bütün gece oturdun. Hadi kalk oynayalım” diyor.
“Yok abi ben bilmiyorum oynamayı” diyorsun.
“Biz biliyoruz da mı oynuyoruz” diyor. “Biz de bilmiyoruz ki” “Ama oyunuyoruz”
Teeey teeeey!
Herkesinki gibi bir hayat benimkisi de,
Hani biraz ıslak biraz kanlı başlayan...
Biraz da kordon bağı,
Yaşam boyu olacak, bağların göstergesi olarak...
Herkesinki gibi bir hayat benimkisi de,
Daracık sokaklarda taşlardan kale yapıp maç yaparken,
Ben de bağırdım “duvardan gol yok” diye...
Benim de balkonlara kaçtı toplarım...
Ben de çıkardım arabanın altına kaçan topu tek ayağımla,
Kirlenen pantolonum yüzünden annemden azar işiteceğimi bile bile...
Sonra, ben de kaleci oyuncu oldum, sevindim kazanınca
Ne bilirdim ne goller yiyecekmişim hayattan,
ne oyunlar için ne oyunculuklar biçecekmiş bana hayat...
Kaybedecekmişim...
Ama yaşayacakmışım,
Hep o mahalle arasındaki bir taş, bir duvar, bir top ile gülüşen saflığı arayarak...
Herkesinki gibi bir hayat bennimkisi de
Hala birçok yerde kendimi misafir olarak hissetsem de,
Ben de gittim misafirliklere, hala unutamadığım...
Ben de işittim annemden, orada yemek yerken “Evde olsa yemezsin” lafını...
Ben de kaynaştırıldım yan odada, evin, önce utangaç sonra fırlama
Küçük kız çocuğuyla.
O anne oldu, ben baba...
En güzel oyuncak bebeğiyse, çocuğumuz...
Bana da sordular
“Annenimi çok seviyorsun babanı mı?”
“Seni eve götürelim bizim çocuğumuz ol, olur mu?” sorularını...
Ne bilirdim en kolay sorular, en saf sorular buymuş hayatta...
Gerisi hep soru işaretiymiş...
Anla işte, herkesinki gibi bir hayat benimkisi de...
Herkesinki gibi bir hayat benimkisi de...
Hatırla dolabını,
Hatırla kışın binbir zorlukla annenin sana giydirmeye çalıştığı kilotlu çorapları...
Harçlığından üç beş biriktirerek aldığın çizgi romanları...
Ya da hatırla, ki aç bak hala vardır, eşorfmanlarını
üzerinde hiçbir zaman çıkmayacak pembe çamaşır suyu lekesiyle...
Bir süre sonra cam bezi yapılan...
İşte o zaman, ben lekeyi bir giyeceğin cam bezi yapılmasını sağlayan şey,
ya da en azından Ayşe Teyze’nin reklamlarda gösterdiği şey olarak bilirdim...
Ama ne bilirdim ne lekeler bırakacakmış hayat üzerimde,
Hiçbir zaman çıkmayacak, atsan atılmayacak, satsan satılmayacak...
Cam bezi yapılamayacak...
Ayşe Teyze’yi çağırsan da hiçbir şey yapamayacak...
Anla işte herkesinki gibi bir hayat benimkisi de...
Herkesinki gibi bir hayat benimkisi de...
Ben de baktım mahalledeki arabaların camlarından içeri
“Acaba bu araba kaç yapıyor?” diye...
Salıncak önünde sıranın kendisine gelmesini bekleyen çocukların içinde,
Ben de vardım...
Kaydıraktan kayarken benim de bacağım yandı...
Uzun eşekte “yastık” da oldum acılar içinde, zıplayan da çömelen de...
Saklambaçta çanak, çömlek patlattım,
(ki herkes o zaman canağı “çamlak” diye telafuz ediyordu)
Yerden yüksek oynarken ise, genelde yerden yüksekteydim...
Sonra,
ben de zillerine basarak kaçtım evlerin,
Bir elimde sımsıkı tutuğum gazozum,
Bir elimde destelediğim futbolcu kartlarım, koşarak...
Bilirim hep koştum çocukken,
Ama ne bilirdim ki koşarak kaçılmıyormuş hayattan...
Hep geliyormuş üstüne üstüne...
Ne o merakın kalıyormuş, ne sıra beklerkenki heyecanla karışık saygı...
Ne de bacağın yanarken duyduğun, o eğlenceli acı...
Bir bakmışsın ki ne çanak kalmış ne de çömlek patlatacak...
Ne yer kalmış ne yüksek, her yer, yerle bir...
Anla işte...
Herkesinki gibi bir hayat benimkisi de...
Biraz ıslak biraz kanlı başlayan...
Biraz çocukca...
Biraz burukca...
Bu sabah uçabildiğimi fark ettim. Bildiğin uçuyorum. Yerçekimine karşı koyuyorum yani. Bunu fark etmem tekdüze giden yaşamıma bir renk kattı ve beni yaşama bağladı. Ama ölmek üzereyken bu yeteneğimi fark etmiş olmam da hoş bir ironi olarak hafızamda yer edecek her daim. Nasıl mı oldu? Şöyle anlatayım.
Peder salonda oturuyordu. Televizyon izliyordu. Babam geldi sonra yanına. Yanlış anlaşılmasın, iki tane babam yok. Peder başka biri, babam başka… Peder, ta eski dönemlerden İzmir’de kalmış bir Rum. Pederlik yapmış kilisede. Paso haç çıkaran bir adam... Annem kahve getirir haç çıkarır, sütlaç getirir haç çıkarır, tuvaletten çıkar haç çıkarır. Gününün çoğunu haç çıkararak geçirir. Çok karizmatik bir harekettir bence o. İnsanın Hıristiyan olası gelir. Ama zaten anca benim gibi işin ikonografik tarafıyla ilgilenenler için bu böyledir. Neyse, bu adam üst komşumuzdur. Bu sabah bize oturmaya gelmiş, televizyon izliyorlar babamla beraber. Çat! Televizyon bozuldu. Görüntü gitti yani. Peder haç çıkardı hemen. Babam küfür etti. Televizyonun dinine küfür etti hem de. Televizyon da nüfusunun çoğunluğu Katoliklerin oluşturduğu bir ülkenin malı… Garip bir durum oluştu orada, fakat peder annemin getirdiği kurabiyelerin üstüne dökülen kısımlarını parmaklarının ucuyla toplayıp ağzına atmakla meşgul olduğundan o esnada dinine edilen küfrün farkına varabilecek durumda değildi. Babam da coşmuş, günde ortalama 3 kez bozulan televizyonun dinine kitabına sövüyordu. Peder üzerine dökülen kurabiyeler bitince durumun farkına varmaya başlamıştı hafiften, yüzü asılmıştı. Bir an için babamın, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsüne terfi edeceğinden korktum. İşte onu yapsaydı, büyük olasılıkla peder içinde kurabiyelerin olduğu “kutsal kase” yi babama atardı. Sinirli adamdı peder. Bunu bildiğim için hemen kaseyi aldım, ve bir bakıma babamın kasesini kurtardım. Babam bana “çık şu antene bak” demeden, çatıya çıkmak için annemin terliklerimi giymiş yola koyulmuştum.
Anteni bir sağa bir sola çeviriyordum. Günde ortalama üç kez tekrar ettiğim bir hareket olduğundan artık rutine bağlamış ritimli hareketler yapıyordum. Kulaklarım da balkondan bana “oldu veya olmadı” şeklinde talimatlar veren babamdaydı. Bir yandan da ayağıma dar gelen annemin terliğiyle uğraşıyordum. On parmağımda on marifet olduğunu hissettiğim nadir anlardandı. Derken asıl marifetim çıktı ortaya. Tüm bu işleri bir arada yapmaya çalışırken, ayağımdan çıkan terliği düzeltmeye çalışırken birden ayağım kaydı ve çatıdan aşağı bok yoluna doğru bir yolculuğa başladım. Derken bir şey oldu! Hani şu çizgi filmlerde gördüğümüz olay. Karakter yüksek bir yerden düşmeden önce havada asılı kalır ya, aynen öyle havada asılı duruyordum. Babamın “tamam düzeldi, gel” deyişini duydum. Gelemiyordum ama! Öyle durduğum yerde, iki kat üstümüzdeki komşunun balkonunun hizasında duruyordum ki komşunun balkona asılmış dantelli külotlarını fark ettim. Necla Teyze! Dantelli külot! Mature porn, 45 years old, fucked by younger boy! Gündelik yaşamımızda mahrem hayata çok düşkün bir halk olmamıza rağmen, bu külot teşhiri niyeydi pek anlamadım. Çevredeki birçok balkonda, beyaz külotlar asılı duruyordu. Artık Necla Teyze’nin dantelli külot, karşı apartmandaki karizmasından geçilmeyen Albay Fikri’nin yeşil noktalı boxer giydiğini biliyordum ve onları ne zaman görsem artık bu detaylar gelecekti aklıma. Birden Necla Teyze’nin elinde çamaşır sepetiyle balkona yaklaşmakta olduğunu fark edince beni böyle görecek olmasından tırstım. Ama uçmayı bilmiyordum! Konmayı da bilmiyordum işin ilginç yanı. Yüzmeyi biliyordum ama! Yüzer gibi yapayım dedim, baktım hareket edebiliyorum. Hızlı kulaçlarla uçtum oradan. Çıplak ayaklarla apartmanın önüne yavaş bir iniş yaptım. Korkmuştum. Uçuyor olmaktan değil. “Az önce ölebilirdim lan” düşüncesinden!
Ölümden bu denli korkunca dine sığındım. Pederin yanına gittim hemen. Oturdum karşısına.
“Uçuyorum peder” dedim.
Haç çıkardı, “Yüce İsa” dedi.
“Yok estağfurullah” dedim. “İsa kim ben kim?”
“Öyle değil lan” dedi. Sinirliydi, mahallede takıla takıla “lan” demeyi de öğrenmişti.
“Ya nasıl?” dedim. “Uçuyorum işte”
“İnsanoğlu uçamaz” dedi. “Yalnızca kuşlar uçar. Tanrı bize böyle bir yeti bahşetmemiştir”
Çok fazla National Geographic izlemekten oluyor bunlar diye düşündüm. Bütün gün televizyon başında adam… Eve “Lig Tv” bile bağlatmış. Televizyon. Kutsal Ruh… Hac değil anten çıkarıyor…
“Bak göstereyim” dedim.
“Oğlum dur sakin ol” dedi.
Dinlemedim. Çıktım balkonun demirlerine. Saldım kendimi aşağı.
“Yüce İsa” dedi. Haç çıkardı.
“Yaaa! Yüce İsa tabi” dedim. “Sen artislik yap hala, yok insanoğlu uçamaz, yok kuşlar uçar diye”
“Dünyayı kurtarmalısın” dedi.
“Yuh amına koyiim” diye geçirdim içimden. Sesli söyleyemezdim, sinirliydi, İsa falan dinlemez kafa göz dalardı!
“Uçuyorum ulan, ne kurtaracağım dünyayı, kendi dalgama bakarım artık” dedim. Yüzerek uzaklaştım. Arkamdan Haç çıkardı, kendini tokatladı, sonra da Vatikan'a haber vemeye gitti herhalde…
Gördüğünüz üzre uçuyorum işte…
Kollarımda serumlar var…
Deli tırsıyorum…
Ölüm korkusu beraberinde yaşamım için anlam getiriyor…
Uçuyorum…
Dünyayı falan kurtaramam…
Öyle yüce amaçlarım yok…
Kendi dalgama bakarım…
Arada bir uçarım işte böyle…
Mahalle maçlarının en önemli kurallarındandır "duvardan gol yok", bilen bilir. Yolları dardır arka sokakların. Biraz kaldırım, sonra yüksek apartmanlar başlar. Kaleler kurulur sokağın her iki ucuna toplama taşlarla, genelde civardaki inşaat halindeki evlerden ya da yıkılmaya yüz tutmuş gecekondulardan alınan... Atışma yapılır, takımlar belirlenir, bulunan küçük bir taşın bir yüzüne bırakılan tükürük, "yaş mı kuru mu?" sorusunun ardından, top kale seçimini belirler. Ve nihayet maç başlar... Zemin futbola pek müsait değildir, ilk düşüşte anlaşılır bu. Kışın pantolondaki yırtık, yazın dizdeki yara, azar sebebi olacaktır eve gidince... Yine de oynanır... Koşuşturulur "Mikasa" taklidi ya da dokuz katlı "Kames" topun ardından... Çakma mikasa, mahalle arasında herhangi bir bisikletçiye maç öncesi şişirtilmediyse genelde sönüktür ve yer yer soyulmuştur üzerindeki siyah-beyaz plastikler! Pütürlü içi ortaya çıkmıştır yani... Hele bir de yağmur ya da üst mahallelerden birinde sokakta yıkanan çamaşır nedeniyle sokakta su birikintileri varsa, bu sönük ve pütürlü top çamur olur. Ve işte bu durumdaki top, "pisburun" vurulan sert bir şutun vücudun herhangi bir yerine teması durumunda çok acıtır! Kames top ise acıtmaz fiziksel olarak... Fakat çok falso alır... Hele bir de rüzgar varsa... Tam kafaya doğru gelen top, bir saniyede, ortayı açan tarafından "tam rövaşetalık orta" diye tabir edilen bir ortaya dönüşüverir... Bir süre sonra da karşı atağa... Eğer "kaleci-oyuncu" varsa büyük olasılıkla kale boş yakalanır, ve kontrayı geliştiren karşı takımın "ağabeylerinden" ise büyük olasılıkla ortasaha dolaylarından bir "aşırtmalık" izleriz... Gol olur ya da olmaz... Önemli olan "aşırtmalık"tır, ve bunu yapmaya sadece takımın ağabeyinin hakkı vardır... Ağabeyin daha birçok yetkisi vardır... Maç öncesi takıma kimin girip girmeyeceğine karar vermenin yanında, maç esnasında çok "çalıma giren"leri de takımdan çıkarıp, kaldırımda oturan birinin sakatlanmasını ya da annesi tarafından eve çağrılıp maçı yarıda bırakmasını bekleyen çocukları onun yerine oyuna dahil etme yetkisine de sahiptir... Yenilen gol sonrası kaleciyi suçlamak, koşup topu alarak "hadi beyler başlıyoruz" şeklinde gaza getirmek de rutin işleri arasındadır... Bu ağabey önemlidir!
Kaleden gözlemlenir bunların hepsi. Mahalle maçlarında devamlı kaleye geçmiş biri olarak bunu iyi bilirim. Kalecilerin mahalle maçlarında, özellikle futboldan "çakmayan" kızların gözünde çok sönük bir karizması vardır. Zira onlara göre kaleci iyi oynayamadığı için kaleye geçirilmiş şahıstır. Oysa benim gibi iyi kaleci olduğu için kaleye geçenler de vardır ama istisnalar ne yazık ki kaideyi bozmazlar... Evet, kaledeydim... Ve iddialıyım ki bir mahalle maçının en önemli şahsı kalecidir... Zira o daracık sokaklarda, ki yarısını sokağa park edilmiş ve zaman zaman altına kaçan topun tek ayakla çıkartılmaya çalışıldığı arabalar tarafından kaplanır, kimin ne oynadığının pek bir önemi yoktur. Maradona olsan, her bir ayağın çevresine düşen üç kişiyi ekarte edemezsin... Ama kaleci! O her zaman tek başınadır, alanı geniştir, "uçmalık" şutlara uçmalı, forvetle karşı karşıya kaldığında çıkışmalıdır... Mahalle maçlarında yeteneğin tek önemli olduğu yer kaledir, ama yine de bu yetenek kar etmez... Sen oynamayı bilmediğinden kaledesindir...
Ne bir oyuncu, ne de başka bir şey! En büyük belası duvardır kalecinin... Uzun bir pas atılır misal... Sola gidiyordur diyelim... Kaleci olarak mevkini ona göre belirlersin. Ama top birden duvara çarpar, sağa doğru gitmeye başlar ve pozisyonla pek alakası olmayan ve oraya iş olsun diye koşmuş olan sağdaki adamın önüne düşer. Bir şut ve gol! Hiç kabahatin yoktur. Tek kabahatli duvardır... Ama duvardan sadece gol yoktur, ama pas serbesttir... İşte bu çok acıdır...
Elbet maç biter... Anneler çağırır... Kimi balkondan atılan parayla ekmek almaya giderken kimi ise maçın kritiğini yaparak evinin yolunu tutar... Kazanan takımın ağabeyi böbürlenmekte, bilhassa kendi içinde bulunduğu pozisyonları anlatmaktadır... Kaleci ise ne kadar pozisyon kurtarmış olursa olsun, dizleri ne kadar yara almış olursa olsun, sadece bunları dinlemekle yetinir...
Yıllar geçti, kalecilik durumumdan pek bir şey kaybetmediğimi fark ettiğim için bu yazıyı yazmaya karar verdim... Ağabey kadar aktif olamadım, ya da diğer çocuklar kadar pasif... Bir kaleci gibi, durduğum yerde kendi yeteneğimle avundum, ama genel yeteneksizliğimdi birçoğuna göre beni orada yapan... Her şey aynı hala! Tek bir fark var! Ne yazık ki artık duvardan da gol var hayatta! Yanılıyoruz, her daim!
Vay vay vay... Harika hem de ne harika... Gerçekten mükemmel. Şok oldum! Bayıldım...
- baço
Ne kadar iyi bir gözlemci olduğun öykülerinden belli oluyor. Özellikle 3. öykü çok sağlam.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
şööyle çocukluğuma gittim geldim fırat senle 🙂 çok samimi çok güzel buldum. hatta hep izledim okurken. tasvirden ziyade biraz daha olay ağırlıklı 3. öykü gibi başka çalışmaların varsa paylaş mutlaka. belki can verebiliriz bir şekilde 🙂
cehalet mutluluktur
3. hikayeni çok beğendim eline yüreğine sağlık.
Bu sabah uçabildiğimi fark ettim. ile başlayan öykü çok güzel. Bir kitabın var mı? Yoksa yazmay ı düşünmelisin. Gerçekten güzel anlatıyorsun.
ayrıca uçmak ile ilgili bir şeyler okumak istersen; paul auster'ın yükseklik korkusu'nu öneririm. kitabın orjinal adı: mr. vertigo.
SÖZ UÇAR YAZI KALIR!
Fırat bu başlık sana özel bir başlık mı, genel bir başlık mı?
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
Vallaha ben kendim için açmıştım ama yani öyle kalması şart değil...
Yok kitabım ACR. Yazıyorum işte dertlendikçe. Yakında gelir bir şeyler.
3.hikaye çok güzel eline sağlık
(diğerlerini okumadım belki onlar da güzeldir haksızlık olmasın;)
bişeyi izlerken yada dinlerken gülerim de okurken güldüğüm pek görülmemiştir ama 3.hikayede baya güldüm
Gerçekten çok samimi bir öykü 3. olan.Konuşma dilinin kattığı samimiyet insanı karakterin penceresinden bakmaya zorluyor ki bu da olanları resmetmek için bize vesile oluyor.Yapılan ayrıntılı tasfirler bana Theodor Dreiser'ı hatırlattı..
Ve kısaca tebrik ediyorum.Kodak kamera'dan çıkmış bir fotoğraf gibi bir öykü yazıp bizlerle paylaştığın için minnettarım.
Don't talk,just Shoot.
Bir tane daha yazdım, ekleyelim.
Evet, depresyondayım. 🙂
TUTMASAYDIM DÜŞÜYORDUN
Kaldırımın üzerine iki lastiği çıkartılarak park edilmiş arabanın, sokakta duranlar tarafından görülmeyen arka kısmında itiş kakış içindeki ikili mücadeleyi kazanan Fethi, topun altına ayağını sokarak arabanın kaputu üzerinden sokağa doğru bir pas çıkardı. “Sal gelsin” diye bağıran Ahmet kendisinden yaşça da boyca da küçük olan iki çocuğun arasından topa domi vole diye tabir edildiğini çok sonra televizyondaki futbol yorumcularından öğrendiğimiz bir vuruş çıkardı. Top, kalecinin ellerini havaya kaldırıp zıpladığında parmak uçlarının ulaşabileceği en üst noktadan geçtiği varsayılan kale direğinin çok üstünden auta gitti. Maç yapılan mekanın karşılaştırmayla koyulmuş isminden anlaşılacağı gibi “aşağı mahallenin yukarısı”nda olması sebebiyle top, aşağı mahalleye inen duvarın üzerinden yuvarlanarak, sokak başında halı yıkamakta olan teyzelerin sabunlu suları arasından virajı alarak gözden kayboldu. “Aynı hızla” diye Ahmet’e seslenen mahalle karmasının arasından bir yandan Ahmet’e “koşsana lan” bakışını atarak, böyle durumlarda topun sahibinin durduğu yer olan aşağı mahalleye açılan duvarın üstünde durdum. Domi voleyi, daha yeni alınmış üzerindeki derisi henüz soyulmamış topuma acımadan indiren Ahmet topun peşinden koşmak yerine küçük kardeşini “topu al maça alacam seni” diye kandırarak ufaklığı topun döndüğü viraja doğru yollamaya çabalıyordu. Maça girecek olmanın gazını “almayan?” şeklinde bir soruyla abisine ileten ufaklık, benim aşağı dahi bakmaktan korktuğum duvarın üzerinden atladı, dizini yere vurdu, temizledi, koşmaya başladı. Topun peşinden koşmayan Ahmet “ne çaktım ulan” gibi cümlelerin arasına serpiştirdiği salyalı gülücükleriyle arkama doğru geldi ve beni omuzlarımdan tutarak ileri itip birden geri çekerek malum cümleyi söyledi: “Tutmasaydım düşüyordun”. Dediği gibi oldu, tutamadı düştüm. Güldüler. Başımı kaldırdım, balkonda o vardı. O da gülüyordu. Ucu kopmak üzere olan terlikle sürüye sürüye bakkala giderken eve dönüşüne rastgelmek için yolumu uzattığım, tutamadı, düştüm. Gülme! Ben ne yapayım?
.
Gri binaların arasına inşa edilmiş yeşil ağaçlarla bezeli parkta otururken, belediyenin parkın belli kısımlarına yerleştirmiş olduğu üzerinde teyzelerin sağlıklı yaşam için garip hareketler sergiledikleri spor aletlerinin arasından o güzel yüzlü hatunu gördüm. Benim gibi bankta oturuyordu yanında ise bir bayan arkadaşı, konuşuyorlardı. O an çok yalnız olduğunu hissettim. Sıkıntılıydı sanki. Hayat onu boğmuştu. Mutlu değildi belli. Arkadaşı konuşuyor o dinliyordu, ama aslında dinliyor gibi yapıyordu. Aklı başka yerdeydi. Hiçbir zaman elde edemediği mutluluğu aklını vücudunun çevrelediği alandan başka yerlere olası bir mutluluk tablosuna doğru çekiyordu. Yüzünün bu hali, önümde spor aleti üzerinde bir ileri bir geri giden iri teyze kalçasının ardında bir kaybolup bir ortaya çıkıyordu. İçimdeki umut gibi bir şeydi yani. Bir yok oluyor, bir geri geliyordu.
Bir ileri gidiyor bir geri geliyordu kız çocuğu. Herkesin kıçını koyduğu salıncağa ayaklarıyla çıkmış elleriyle zinciri sıkı sıkı kavramıştı ben daha iyi bir bakış açısına sahip banka doğru ilerlemek için yanından geçerken. Sonra bir ses duydum, ve kalecilik yıllarımdan kalma ani bir refleksle düşmek üzere olan kız çocuğunu zor da olsa yakaladım. Kızın korku dolu gözlerine bir şeyin var mı anlamına gelen cümlelerle karşılık verecektim ki bir ses işittim yanımda. “Bıraksana kızı be!” diye kulağımın dibinde bağırdı ve beni kenara doğru itti sesin sahibesinin eli. Çok güzeldi, bağırmasına rağmen. Karşıdaki banktan, arkadaşının yanından fırlamış, ben ona yakın olmaya çalışırken o bana yakın olmuştu, ama bağırıyordu. “Bir şeyin var mı kızım?” diye sordu kıza sessizce. “Yok anne” dedi, o da sessizce. Evliydi. Ben ona bakarken de, bana bağırken de, kıza soru sorarken de, yanımdan kızının elini tutarak uzaklaşırken de avazı çıktığı kadar evliydi. Bağırmak istedim, sessizce fısıldadım ardından: “Hanımefendi, tutmasaydım düşüyordu.”
Cehennem azabıydı. Sıcaktı. Elinde ışın kılıcıyla Luke Skywalker olmayı hayal eden ben harıldayan bir ocağın başında elimde döner bıçağı “iki tek İskender çek” cümlesini dönerlerine ayırıyordum. Usta olarak Master Yoda’yı bekleyen ben, müşteriden bulduğu her fırsatta, kıçını bankoya dayayıp tezgaha saçılmış döner parçalarını ağzına atarak “yorulduk amına koyim” diyen Akif Usta’yla karanlık tarafta takılıyordum. Uçmayı falan bilmezdi Akif Usta, Jedi’ylığa en yaklaştığı an çocuğun birinin elinde gördüğü lazeri alarak müşterinin yoğun olmadığı saatlerde garsonların çeşitli bölgelerine lazer tutup güldüğü anlardı. Ama iyi adamdı. Halden anlardı. O gün Nalan konuşmak için dükkana geldiğinde, onca iş arasında, “git koçum işine bak, bekletme kızı” dedi. Bekletmedim. Arka masalardan birine oturduk. Süslenmişti, süs biberlerinden yapılmış turşunun kavanozuyla oynuyordu, parmağındaki süsü çıkardı, masaya koydu. Kendi aramızda kestiğimiz sözün nişanesi, dönerciye kız vermem klişesinde direten ebeveynler sayesinde süs biberlerinin yanında yerini almıştı. Kendi aramızda sözlenmiş, yüzüklerle süslenmiş ve et kokularının arasında kendi aramızda ayrılmıştık. İlk taktığımda bana kendimi Yüzüklerin Efendisi olarak hissettiren bu yüzük masanın üzerinde parmaklarla yapılacak bir futbol müsabakasının topuymuşçasına parmağımla bir o köşeye bir bu köşeye yollanıyordu. “Usta işi bittiyse gelsin dedi” lafı bitiş düdüğüydü. Kalktım, dönerin başına gittim. Güç yüzüğü olsaydı şu dedim. Parmağıma taktığımda kaybolsaydım. Ya da yanımda yanmakta olan kebap közüne atınca üzerinde mutluluğun sırlarını bana verecek olan alevden yazılar çıksaydı. Olmadı. Tezgahın üzerine bırakıverdim. Kendimi kaybettim. “Sosu bol olsun abi” cümlesinin abisi, “adana at usta” cümlesinin ustası olarak tezgahın arkasında suratıma çarpan alevlerle hiç kimseydim. Durdum. Arkamı döndüm. Masalara baktım. İştahla yemek yiyenler, ardından çay içenler, hesap ödeyenler. Onların hayatındaki yarım saatlik rutin benim hayatımın tamamıydı, lanet ettim. Ellerimi iki yana açtım, bir süre çarmıha gerilmeyi bekleyen İsa gibi durdum öyle. Ağır geldi kollarım tezgahın üstüne bırakıverdim onları taşısınlar diye. Elime bir şey çarptı umursamadım. Bir ses geldi, oralı değildim. Kütüğüm başka yerdeydi artık. Sesler arttı. Akif Usta çevik bir hareketle elini lavoboya atıp bir şey yakaladı. Yüzüktü. Bana uzattı. Yüzüğe baktım, baktım. Akif Usta’ya baktım sonra. “Tutmasaydım düşüyordu” dedi. “Dikkat et oğlum altın” dedi, güldü.
…
…
…
Elimi tuttu. Akif Usta değil, yanlış anlamayın, bıraktım işi zaten. Bir hatun. Rüzgarlı ve soğuk bir havada havayla tezat bir biçimde bir çay bahçesinde oturuyorduk, elimi tuttu. Az önce bırakmıştı. Bir daha tutmayacağını “ayrılalım” cümlesiyle özetlemişti ama yine tuttu. “Neden tuttun?” dedim ümitle karışık. “Tutmasaydım üşüyordun” dedi. “Hava soğuk ellerin buz gibi yanlış anlama ayrıldık yani” dedi, bıraktı. Üşüdüm.. Bir ip çıkardım cebimden. Boynuma doladım. Sandalyenin tepesine çıktım. Bana baktı, “ne yapıyorsun” dedi, duymadım, ağız hareketlerinden anladım. Ağacın bir dalı sarkmıştı başımın üstüne doğru, ipi salladım dalın üstüne. Bağırıyordu, ama duymuyordum. Dokunmaya çalışıyordu, dokunamıyordu. Yoktum. Sandalyeye bir tekme vurdum. Nefesim kesildi. Demek böyleymiş dedim. Ne kadar sürecek diye merak ettim. Sonra çocukluğum geldi aklıma, aşk acımın kronolojisi geldi sonra. Hadi ulan dedim içimden, yaparsın, yine yaparsın. Elimi attım, dalı tuttum, kendimi yukarı çektim, boynumdan ipi çıkardım, dalda asılı duruyordum, tutmasaydım düşüyordum.