Başyapıt Nedir? 2
Yazının ilk bölümünde filmleri, bir yenilik içermeleri ya da mevcut bir şeyi en iyi biçimde kullanmaları üzerinden “başyapıtlandırmaya” çalışmıştık. Şimdi, işe sinema tarihindeki türler ve dönemler açısından bakmaya çalışacağız.
Filmin yenilik içermesi, özgün olması ya da mevcut olanları en iyi biçim ve durumlarda kullanıyor olması durumu ile bir filme başyapıt denmesi fikri, burada biraz güncelleniyor hatta güncellenmek zorunda. Çünkü o bakış, sinema sanatının ve sektörünün hala şekillendiğini varsayarsak sonuç veriyor. 100 küsür yıllık sinema tarihinde hiç denenmemiş şeyler aramak ya da mevcut bir şeyin uygulanmış en iyi örneğiyle karşı karşıya olup olmadığımızı tartmak zorunda kalmamız biraz zahmetli bir durum. Böyle düşünsem de, aslında sinema sanatının hala şekillendiği, hala yenilikler barındırdığı ve bunun devam edeceğini düşünenlerle –azınlığa duyulan sempatidir belki- aynı fikirdeyim. Ama kaçınılmaz olarak bakışlarımızı, şu güne kadar birçok kez yapılmış, belirlenmiş, uygulanmış, tescil edilmiş devasa bir sinematografik malzeme deposuna çevirmek ve bugüne kadar olup bitenlerin nasıl bir değişim geçirdiğine bakmak zorundayız ki ne, ne zaman nasıl bir değişim geçirmiş ve bu değişimler ne zaman, en azından bir süreliğine değişmeden kalma başarısını göstermiş.
İşte bunu yaptığımız anda da kaçınılmaz olarak filmlere tür filmleri ve dönem filmleri bakışıyla yaklaşmak zorunda kalıyoruz. Çünkü bugüne kadar yapılmış her şey belirli türler/dönemler altında tasnif edilmiş, belirli sınıflamalara sokulmuş durumda. Bundan dolayı filmleri, içerisinde bulundukları döneme ve mensubu oldukları türlere göre değerlendirmeliyiz. Bu bakış açısının sonuç vermeyeceği örnekler olabilir ama filmler, kaçınılmaz olarak çekildiği dönemin, dönemden öte bir örneği olduğu tür ya da türlerin etkileri, genel yaklaşım ve kaygıları üzerine bir şeyler içeriyordur/içeriyor olmalıdır.
Sinemada sanatında, film türlerini “güncelleme” diye bir şey var. Aslında var olan, çok iyi örnekler vermiş bir tür, bir şekilde içerisinde bulunduğu dönemin/zamanın sanatsal, sosyal, ekonomik, kültürel durumunu özetleyeme gücünü yitiriyor. Aslında bu özetleyememe dediğimiz şey, çok iyi örnekleri tecrübe etmiş izleyicilerin bakışıyla ve türün zamana ayak uydurma içeriğine sahip olup olamamasıyla ilgili bir şey. Bu şekilde hemen her tür, dünyadaki değişimlerden meyil alıp kabuk ve şekil değiştirir, değiştirmektedir. Ana tür alttürlere indirgenebilir, alttürler ana türü temsil edebilir.
İşte ana türü temsil etme girişiminde bulunan alttürün ilk örneği ve doruğunu teşkil edecek en iyi örnek başyapıt muamelesi görecektir. İlk örneğin bunu yapabilmesi için en önemli faktör, o filmin alttürü bütünlük içerisinde özetleyebilmesidir. Ve tabii ki sinematografik olarak “eli yüzü düzgün” olması. En iyi olarak görülen örneğinse o alttürün en iyi “sinemasallaştırılmış” örneği olması beklenebilir pekala. İşte yazının birinci bölümünde belirttiklerimin aksine bir durumdur bu. Bu filmler, sinema tarihine bir bütün olarak bakıldığında birer başyapıt olarak görülmüş filmlerden bambaşka özellikleriyle öne çıkmış durumdadırlar.
Yazının ilk bölümünde bilimkurgudan örnek verdik, devam edelim. Bilimkurgu, teknolojik/bilimsel gelişmelerden, buna göre haliyle zamanın mevcut olanaklarından, izin verdiği fantezilerden en fazla etkilenen türdür. Bir zamanlar Mars’tan gelen isyancılarla uğraşıyorduk, zaman geçti, Mars avucumuzun içine sığdı, uzaylı filmi denen alttür sistemimizden gökadamız olan samanyoluna hatta diğer gökadalara sıçradı. Önceden bir gerilim kaynağı olarak görülen istila olgusu aksiyona temel oluşturmaya başladı. Alın, elimizde Independence Day. Çünkü dünyalılar istilalara direnebilecek teknolojiye sahipti artık. Ama odak bilimkurgu’nun gereklerinden biraz uzaklaştı, bilimliğini yitirip sadece kurgu oldu ki örnek verdiğimiz film, bir bilimkurgudan daha çok bir aksiyon/savaş filmi olarak değerlendirilebilir. Ama bilimkurgu bilim’ini yitirmeyecektir. Bir zamanların bilimkurgu denince akla gelen alttürü, ana türü temsil etme gücünü yitirdi, başka alttürler öncülüğe soyundu. Günümüzde dünyayı etkisi altında tutan bilimsel gelişme nedir? Bilişim, haberleşme, bilgisayar teknolojisidir. Buyurun siberpunk’a. Siberpunk’ın sinemadaki ilk “sağlam” temsilcisi de Blade Runner’dır. Bugün birçok siberpunk örneği büyük ilgi görmüştür ve kökenlerinde bu film vardır. Günümüzde alttürü zirveye taşımış filmde The Matrix ve devam filmleridir tabii ki. Buna göre Blade Runner ve The Matrix birer başyapıttır. Sinematografik içerikleri, senaryoları, görselliklerinin kabaca inceleyerek bile bu yargıyı yapabiliriz. Farklı açılardan örnek teşkil edecek filmler sayacak olsak eXistenZ, Robocop, Terminatör ve Terminatör 2…. Birçok kişi, farklı sebeplerle bu filmlerin herhangi birini, alttürün başyapıtı olarak görebilir.
Bahis ettiğim alttür öncüsü ve en iyi örneği bağlanımda diğer örnek polisiyeler olabilir. Ve buyurun Kuzuların Sessizliği’ne.
Polisiye denince aklınıza hangi film gelir? Eğer Se7en, Kemik Koleksiyoncusu gibi örnekler geliyor ise siz, 90’ların polisiyeleriyle eğitilmiş sinema ve polisiye severlersiniz. Çünkü bu yıllar, polisiye denen türün, “psikolojik profil çıkarma+kriminalojinin –yani teknolojinin- olanaklarından faydalanma” etkisindeki polis prosedürü denen alttürün egemenliğinde olduğu dönem. 1950’lerde polisiye sever olsaydınız aklınıza, sokak/sokak bar/bar dolaşıp, barmenle bir içki içip bilgi toplayan, pardösüsüne sıkı sıkı sığınan, her an birileriyle vuruşmaya hazır dedektifler gelirdi. Ama o dönemin dokusu değişti, teknolojisi ve yöntemleri değişti, dedektif artık laboratuarda suçlu kovalıyor. Zamane suçluları, o zamanki gibi pisliğin teki değiller artık. Kimi profesör, kimi doktor, kimi kahraman bir asker, hatta birçoğu ahlak savunucusu. Eski yöntemlerle işini yapanlara da nostalji duygusuyla yaklaşıyor, içinde bulundukları filmi 50’lerin kara filmleriyle bağdaştırıyoruz. İşte 50’lerin kara/polisiyeleri 70’lere kadar etkisini sürdürdü, 80’lerde polisiye aksiyonlar popüler oldu falan ama 50’lerdeki gibi karakteristik bir polisiye olgusu hakim olamadı sektöre. İşte Kuzuların Sessizliği, 90’ların ve sonrasının polisiyelerinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek kadar iyi biri filmdi ki, bunun gerçekliği şu an göz önünde.
İşte Kuzuların Sessizliği’ni bir başyapıt yapan şey sinematografik özellikleri değil. Tabii ki iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış bir filmdir ama onu başyapıt yapan şey, tıkanma yaşayan polisiye türüne, tematik olarak yepyeni bir soluk getirmiş olmasıdır.
Kuzuların Sessizliği’nin takipçisi olarak son 10-15 yılda çok sayıda örnek gördük. Kimi iyi kimi vasat. İyi polisiye denilince akla Se7en gelir herhalde ki Se7en, görsel olarak başka bir öncülük teşkil eder; türün tematik özelliklerini Kuzuların Sessizliği belirlemiş olsa da görsel dokusunu Se7en belirlemiştir. Bu filmden sonra yapılmış olan çok sayıda dedektiflik filmi var ama hiçbiri ortalamanın üzerine işler değil. Çünkü birkaç çok iyi film, neler yapılabileceğini göstererek türde bir doruk teşkil ettiler ve ortalama dediğimiz soyut kavramı somutlaştırdılar. Ve izleyiciler için bir kriter film tanımı oluşturdular. Bu teknolojiyle, bu zamanda, böyle amaçlarla, böyle sebep ve etkilerle yapılabilecek olan yapıldı.
Buradan hareketle….. yeni bir dedektiflik filmi başyapıtı bekliyorsak, suçluların başka yerlerde, başka zamanlarda başka etki ve nedenlerle suç işlemelerini, hadi o olmasa da kanun adamlarımızın başka yöntem, yol ve içerisinde bulunduğu dönemin karakteristik özeliklerinin belirleyeceği ruh halleriyle işlerini yapmalarını beklemeliyiz. Beklentimizin aksine bahsettiğimiz filmlerle aynı zamanın başyapıtı olarak değerlendirilecek başka bir çok iyi filmle karşılaşacak olsak da o film, hızla diğerlerinin yanında yerini alacak, bir güncelleme beklentisini hızlandıran etkiye sahip olacaktır. Bundan dolayı, belirli bir döneme ait olduğu düşünülen her tür, başyapıtlığı tescillenmiş birkaç örnek verdikten sonra bir güncellenme ihtiyacı duyar. Buna istisna olarak aklıma romantik komediler geliyor ki, bu alttürün izleyicileri çaktırmasalar da şaşılacak ölçüde sadık ve türlerine bağlı sinemaseverlerdir. Şablon 1940’ların komedi/aşk filmlerinden bu yana neredeyse hiç değişmemiştir. Hala ve hala aynı şablonlarla romantik komediler çekiliyor ve izleyici buluyor. Ama… ama işin içine aktör/aktrist faktörü giriyor tabii ki. Julia Roberts, Meg Ryan gibi. Oyuncular türü yüzleriyle güncellemiş oluyorlar.
Belirttiklerimizden kasıtla, bir tür kendini yenileyemiyorsa bu sinema camiasında genelde türün tıkanması olarak isimlendiriliyor. Slasher denen korku alttürünün yaşadığı tıkanma buna örnek gösterilebilir. Hallowen’lar, Scream’lerden (birde aklıma Candyman geliyor) sonra başka iyi örnek göremedik çünkü. Urban Legents, ı Know What did you last summer vs gibi kötü ya da eh… vasat filmler bu alttürü yaşatmaya çalıştı.
Anlattığım süreçler, illa böyle gerçekleşmeyebilir tabii ki. Ben olayı biraz kategorize ettim ve sınırladım kolay izah edebilmek için. Ama kaçınılmaz olarak, türlerin dönemler içinde girdikleri bir kılıf, yaşadıkları bir değişim vardır. İşte sinema tarihinin tamamı dikkate alındığında aslında başyapıt olarak değerlendirilmesi bir abartı teşkil edecek filmler, belirli bir dönem için başyapıt sıfatını hak edebilirler ve ilerleyen zamanlar da adları anılır.
Bir türün ya da alttürün dönemini başlatan filmler olduğu gibi, akıllıca ve cesurca davranıp dönemi sonlandıran filmler de mevcut. Clint Eastwood’un Affedilmeyen’i gibi.
1960’lardan bu yana tekrar tekrar kovboy olmaktan bıkmamış Eastwood, şapkası, yorgun ve süzgün bakışları, çöl tozunu iliklerine kadar emmiş ve rengini kaybetmiş pançosuyla unutulmaz bir kovboy tiplemesi çıkarmıştı.
Uzun yıllar western türünün demirbaşı olmuş, o damardan çok ekmek yemiş biri olarak Eastwood, zaten popülaritesini yitirmiş, sadece fanlarına hitap etme gücünde kalmış türe noktayı koyacak kişidir. Affedilmeyen, 1970’lerde yapılacak ve gösterime girecek olsaydı, özenli yönetimi ve senaryosu ile ortalamanın biraz üzerinde bir film olarak kayıtlara geçer ve belki nadiren hatırlanırdı. Ama 1990’larda çekilmiş ve tüm dünyaya ulaştırılmış olması onu farklı anlamlara gebe kılar.
Filmdeki hikaye, oyunculuklar, karakterler…. Ne varsa bir dönemin, hatta daha çok bir döneme ait bir türün bitişini, artık tarihte kaldığını hissettirmek için şekillendirilmiştir. Kahraman hasta, yorgun, bitkindir. Eskisi kadar inatçı değildir. Eskisi gibi yalnız değildir, yaşlı ve yorgun olduğu için yardıma ihtiyaç duymaktadır. Unforgiven’i başyapıt yapan şey, yazının ilk bölümünde belirttiğim, sinema sanatının anlatım tekniklerine bir şeyler katıp katmaması falan değil, türe kattıkları hatta türü sinema sanatı tarihine, an’ıyla/şan’ıyla gömmek görevini doğru ismin elinden anlının akıyla yerine getirmektir.
Bu filmden sonra hiç mi Western çekilmedi? Çekildi tabi ama o eski hava, eski kaygılar, eski doku yok hiçbirinde. Zaten o iddiayla gösterim görmüş filmler değil hiçbiri. Kendi hallerinde, mümkün olduğunca iyi olmaya çalışan yapı ve yaklaşımdalar. Ve hiçbiri de klasik western değil ve mensubu olduğu alttürü popüler kılacak güçte karakteristik özelliğe sahipte değil. Yani klasik western dediğimiz şey katıksız bir nostalji kaynağı artık. Sever ve meraklılarını yıllar öncesindeki o klasik örneklere davet eden bir tür.
Özet olarak, dönemler ve türler açısından bakıldığında başyapıt kavramının, aslında hemen hemen benzerliği sadece bir sinema filmi olmalarıyla sınırlı olan birçok film için tek kalemde, tek kasıtla telaffuz edildiği görülüyor. Ama aslında bu hiçbir ayırt edici, belirleyici yorum barındırmıyor. Çünkü başyapıtın ne olduğu da net değildir, olduğu kadarıyla bile başyapıtlık, çok farklı açılardan yaklaşıldığında varılan bir sonuç olabilir. Herkes kendi algı, zevk ve tercihlerinden yola çıkarak “şu mu iyi bu mu” sohbetine girer mutlaka ama bir filmin başyapıt oluşu, çoğu zaman sadece ait olduğu tür ve o türün sinema tarihindeki yeri bağlamında değerlendirilmelidir.
Ayrıca, bir filmin başyapıt olup olmadığını –yapmaya çalıştığım gibi- iki ayrı bakışa göre tasnif etmek bir açıdan da yanlış gibi görünebilir. Bir türü ya da alttürü yenilemek, güncellemek de bir “ilk”lik teşkil etmektedir belki de. Yani Eastwood’un Affedilmeyen’inin kendi türüne yaklaşımı da bilindiği kadarı ile sinema tarihinde bir ilktir. Eğer öyleyse bu ayırım da gereksiz ya da etkisizdir.
Bu fikre karşı da şöyle bir açıklama yapılabilir: Eğer bir film, mensubu olduğu türün ya da alttürün dinamiklerine göre hareket ediyorsa kaçınılmaz olarak o türe/alttüre bir şeyler katmaya çalışıyordur. Yine Affedilmeyen’i örnek verebiliriz buna. Bu film, baştan sona western kültürü üzerine inşa edilmiştir. Karakterleri, hikayenin ilerleyişi, repliklerin gözden kaçmayacak kısmı hep westernin geçmişi hesaplanarak biçimlendirilmiştir. Çığlık, aynı şeyi slasher korku alttürü için yapar. Coen Kardeşlerin, Tarantino’nun birçok filmi de bu yapıya uygundur. Ve hemen aynı bakış açısı ile 2001 Uzay Macerası’na dönersek, elimizde en küçük bir ortaklık kalmaz. 2001, kendisinden önceki bilimkurgu kültürünü yoksaymış bir filmdir. Sinemanın ilk dönemlerindeki filmlerin hemen hepsi böyledir, onların geçmişlerinde zaten çizgileri çizilmiş türler ve alttürler yoktur. İlerleyen yıllarda da ara ara bazı filmler bu cesarete soyunmuş ve başarılı olmuşlardır. Ama artık günümüzde bu pek olanaklı görünmüyor, belirtmeye çalıştığımız gibi sinema anlatacağı hikayeleri neredeyse tüketerek, bilinen tüm hikayeleri belli türler/alttürler altına tasnif etmiş durumda. Bu tür ve alttürler çok fazla örnek verilmiş olmaları sebebi ile kendilerine has görsel özellikler, oyunculuk tarzları, hikayeleme tercihleri bile oluşturdular denebilir.
Ve bu noktada da filmlere şöyle bir şans doğdu: bir film, belirli bir türe/alttüre ait bir öykü anlatabilir. Ama diğer alışılmış tercihler üzerinde yenilikler getirebilir. Buna verilecek en doğru örneklerden biri ise David Fincher’in Se7en’ı.
Polisiye türünde “polis prosedürü” diye bir alttür var. Anlatılan polisiye hikayenin, şansa ya da kişisel kahramanlığa yaslanılmadan gerçekçi biçimde çözüldüğü, mantık çerçevesine sadık kalındığı, yasal gerekliliklere uyulduğu filmler bu kapsamda. Bu gereklilikler hemen başka bazı gereklilikleri ortaya çıkarıyor kuşkusuz, ayrıntıya inmeyelim. Ama bu filmler ciddi bir tonda iseler genelde daha bir resmi, daha bir anlaşılır, daha bir hikaye odaklıdırlar. Eğlenceli olma amacında iseler de karakterlerinin eğlenceli özelliklerini işlerine adapte etmelerini resmederler. Görsel özelliklerinden çok hikaye ve senaryoları ile karakterleri ile söz konusu edilirler. İşte Se7en, bu yapıyı/yaklaşımı değiştiren filmdir.
Se7en, günümüzün polis prosedürü yapısıyla tamamen zıt olan polisiye alttürünün, kara filmin görselliğini, eski nesil özel dedektiflik filmlerinin görsel tercihlerini polis prosedürü alttürü ile kaynaştıran filmdir. Basit bir bağlantı gibi görünüyor belki ama kesinlikle değil çünkü söz konusu görsel doku, filmin izleyicisi ile kurduğu ilişki belirler önemde. Polis prosedürü alttürü, gerçekçi olduğu için daha açık, net, sunumcu bir görsellik içerir. Işık renk kullanımları rahatsız edici değildir, hemen her şey göz önündedir, anlaşılır haldedir. Mekanlar hem tanıdık, bilindik özelliktedirler, bizim de dilekçemizi yazıp kapısından girebileceğimiz yerlerdir. Bu yapı sağlandığı için, sözgelimi baş karakterin köhne bir mekana girmesi bir gerilim an’ını işaret eder.
İşte Se7en baştan sona karanlık görselliği, isimsiz şehri, karamsar atmosferi ile bize tanıdık gelen her şeyi bir kabus dokusu ile kaynaştırarak türe yepyeni bir soluk getirmiştir. Olayı çözme yöntemleri yine gayet gerçekçi ve anlaşılırdır ancak gerek bu görsel tercihler, gerekse hikayenin vardığı nokta her şeyi değiştirmiştir. Se7en, hikaye yapısı olarak gayet tanıdık bir filmdir. Ama görsel tercihler ve hikayenin vardığı nokta düşünüldüğünde bir ilktir.
…………………
İşte günümüz sinema anlayışına endeksli olarak başyapıt olarak görülen filmler bir Potemkin’den, Bir Yurttaş Kane’den, bir Metropolis’ten farklı olarak görülmelidir. Bunlar, sinema tarihi boyunca her dönemde başyapıt olarak değerlendirilecektir çünkü sinemanın en temel içerikleri bağlamında öncülerdir. Yurttaş Kane’den önce hiçbir film, hareketli kamera ve alan derinliğiyle ile anlam yaratmamıştı. Potemkin’den önce hiçbir film kurguyla böyle anlamlar yakalamamıştı. Metropolis, bilimkurgu denen türün dokusunu, ana temalarını belirlemişti. En çağdaş bilimkurguda bile bu filmin etkisi görülebilir. İşte Kuzuların Sessizliğiyle Potemkin Zırhlısını yan yana koyup karşılaştırmak abesle iştigalden ibarettir. İkisi de başyapıttır ama bambaşka özellikleriyle önemlidirler. Bu özelliklerin başında birinin sinema sanatının henüz şekillenmesi döneminde yapılmış olması, diğerinin ise gayet eskilere dayanan ve kendine has birçok özellik içeren polisiye türünü revize etmiş olması ile ait oldukları döneme ilişkin birçok etmenin boyunduruğunda yapılmış olmaları fark yaratır.
Denebilir ki, artık sinemanın geçmişini yok sayarak film üretmek pek olanaklı değildir. Belirlenmiş ve tescillenmiş bir türe ait olmayan film bulmak olanaksız gibidir, tescillenmiş tür kaynaşmaları dışında bir tür kaynaşması yakalayabilen film de yüksek olasılıkla bir başyapıt ilan edilecektir. Bu nedenlerle günümüzde başyapıtlık, sinema sanatı ve sektörünün bütününe, tüm tarihine bakılarak değerlendirilecek bir şey olmaktan çıkma yolundadır. Bu nedenle yazımın ilk bölümündeki bakışı günümüz filmlerine uyarlamak doğru değildir. Çünkü eğer günümüz filmlerine öyle bakma çabasında olursak Peter Greenaway gibi, sinema sanatının tamamen bitmiş olduğunu kabul etmek durumundayız. Kendine has özelliği olmayan, bir yenilik içermeyen herhangi bir üretim sanat eseri olamıyorsa artık sinema sanatı adına yapılacak bir şey kalmamıştır.
Ancak bu fikrin karşısında olmak da zor değildir çünkü sinemanın, ilk günlerdeki bazı hikaye yapılarını kullanıyor, karakterleri anlatıyor, dengeleri koruyor olması yenilik içermemesi demek değildir. Bir türü/alttürü yenilemek/güncellemek de bir yeniliktir. Dünyadaki değişen, gelişen ya da gerileyen şeyleri sinemaya malzeme etmek, onları konuşmak, anlatmak ve bu değişimlerin en ideal anlatımını yakalamak zaten bir yeniliktir.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Akira Kurosawa'dan Rashomon'u izledim. Daha önce izlemiştim zaten ama net değildi. İyice geçtim üstünden. Harika bir film, bir başyapıta yakın. Kurosawa'dan birkaç film edindim.
Şimdi bizi bir şems gibi aydınlatan bu değerli bilgiler ışığında arkadaşlarımla aramda bir tartışma çıktı. Rashomon bir başyapıta yakınsa bir başyapıt olma ihtimali ilerde belirir mi? Bu ihtimal yüzde kaçtır? Gelecek neyi gösterir? Ya da ilerde bir başyapıt olma ihtimalinden daha da uzaklaşabilir mi? Kol kırılır, yen içinde kalır mı?
Mesele gelecekle, filmin bir süre sonra bir başyapıt olup olmaması ile ilgili birşey değil Payi.
"Başyapıta yakın" diye bir söylem kullanmam, filmin bazı özelliklerinin (kendimce) daha ayrıntılı biçimde incelenmesi gerekliliğini kast ediyor.
Birincisi acaba Rashomon, sinematografisinde ne derece başarılı bir film? İkincisi, filmin mesajları fazla direk. Atasözü gibi replikler var. Bu iyi bir durum mu yoksa bir zayıflık mı? Üçüncüsü film, üzerine durduğu meseleler üzerine ne derece sağlam tespitler yapmış?
Fİlmi bir iki kez daha izleyip incelersem varsa zayıflıklarını ya da güzelliklerini daha net görebilir ve (yine kendimce) net bir sonuca varabilirim. Ama henüz (yine kendimce) kesin bir yargı sunsam ve kalkıp (örneğin) hegel, fikirlerime aksi yönde bir meyil verse onu haklı bulabilirim, fikrim değişebilir. Değişne ne olur? Belki hiç. Ama yine de Rashomon'u (tabii ki kendimce) "kesinlikle şöyle bir filmdir" olarak sınıflayamadım. Ama ilk izlediğimde (tabii ki kendimce) bir başyapıt olduğuna en küçük bir şüphe duymadığım filmler oldu. Rashomon onlarla bir değil ama onların arasında yer alabilir.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Bu yazıyı da iyice okudum. Filmleri türlerinin ilki olması kaydıyla ve dönemlerinin içinde bulunduğu sosyolojik, kültürel vesaire özellikleri içermesine göre başyapıt kıstaslarını açıklamışsın. Ben bu yaptığın tasnif ve sınıflandırmaların, sinemanın bir şekilde gelecek nesiller için incelendiğinde faydalı olacağını düşünüorum. Belki de olması da gerekli. Güzel de hatta ama bu başyapıt mevzusu hala sıkıntı yaratıyor.:)
Peki bir filmi kasa kasa iki kez izleyip didik didik etmekten zevk duyuyor musun ağabey? Çok samimi soruyorum. Böyle onu tartıyorsun, milimlik santimlik kararlarla başyapıttır ya da değildir diyorsun. Bana çok sıkıcı geliyor da ondan soruyorum.
Erçin, sana şöyle söyleyeyim. Sana çok sıkıcı gelen şey, benim hayatımda başka hiçbirşeyden almadığım, alamadığım bir keyfe denk geliyor. Eğer senin o sıkıldığın şeyi tecrübe etme gibi bir seçeneğimiz olmasaydı öylesine film izler, iyileri araştırmaz hatta şu an yaptığıma göre çok daha fazla tv izler, kitap okurdum.
Bir filmi değil iki kez, otuz kez izleyip didik etmekten ve filmdeki 2 dakikalık bir sekans üzerine 10 sayfa yazmaktan anlatılamayacak bir keyif alıyorum. Bir sürü filme bunu yaptım ve yapmaya da devam edeceğim. Belki yüz kez, bir filmdeki enfes bir sekansı geri alıp alıp tekrar tekrar izlediğim olmuştur. Tek bir kadrajda bütüm bir filmlik malzeme görmüşümdür bazen. Bütün bunlar sana çok garip gelebilir belki. Birçok kişinin zevk ve tercihleri başka birçok kişiye garip gelir. Ama benim bu çabam ve keyfim bu kapsamda sayılmaz. Çünkü benimle paylaşmadığın şey, filmleri incelemek değil, bize keyif veren şeyi dillendirmek. Sana şöyle bir sır vereyim: Seninle benim aramda hiçbir fark yok sinema sevgisi açısından. İzlediğimizden aynı şeyi anlıyoruz. Sanatçının gönderdiklerini alıyoruz, sen de ben de. Fark şurada: aldığın keyfi incelemiyorsun, ben inceliyorum. Sen sadece keyfi alıyorsun, ben hem alıyorum, hem "bu herif bizi nasıl mest etmiş bakalım?" diyorum ve bunu abartıyorum. Bu kadar. Sen de sinemaseversin, bende.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Bir yönetmenin iki tane başyapıtı olabiliyor mu? Benim başyapıttan anladığım en yüksek seviyedeki eser olduğu için bir yönetmenin en iyi eseri "O"nun başyapıtıdır. Yani her sanat işinde öyle değil mi? Ustalık eseri diye bir şey benim anladığım. Adam usta olduktan sonra bir sürü eser verir ama bir tanesinde zirve yapar ona başyapıt denir. Belki de yanlış tabi.
Erçin, sana şöyle söyleyeyim. Sana çok sıkıcı gelen şey, benim hayatımda başka hiçbirşeyden almadığım, alamadığım bir keyfe denk geliyor. Eğer senin o sıkıldığın şeyi tecrübe etme gibi bir seçeneğimiz olmasaydı öylesine film izler, iyileri araştırmaz hatta şu an yaptığıma göre çok daha fazla tv izler, kitap okurdum.
Bir filmi değil iki kez, otuz kez izleyip didik etmekten ve filmdeki 2 dakikalık bir sekans üzerine 10 sayfa yazmaktan anlatılamayacak bir keyif alıyorum. Bir sürü filme bunu yaptım ve yapmaya da devam edeceğim. Belki yüz kez, bir filmdeki enfes bir sekansı geri alıp alıp tekrar tekrar izlediğim olmuştur. Tek bir kadrajda bütüm bir filmlik malzeme görmüşümdür bazen. Bütün bunlar sana çok garip gelebilir belki. Birçok kişinin zevk ve tercihleri başka birçok kişiye garip gelir. Ama benim bu çabam ve keyfim bu kapsamda sayılmaz. Çünkü benimle paylaşmadığın şey, filmleri incelemek değil, bize keyif veren şeyi dillendirmek. Sana şöyle bir sır vereyim: Seninle benim aramda hiçbir fark yok sinema sevgisi açısından. İzlediğimizden aynı şeyi anlıyoruz. Sanatçının gönderdiklerini alıyoruz, sen de ben de. Fark şurada: aldığın keyfi incelemiyorsun, ben inceliyorum. Sen sadece keyfi alıyorsun, ben hem alıyorum, hem "bu herif bizi nasıl mest etmiş bakalım?" diyorum ve bunu abartıyorum. Bu kadar. Sen de sinemaseversin, bende.
Abi ben sana yukarıda neden iki kere filmleri izleyip didik didik ediyorsun demek istemedim aslında. Hani, soruyu soruş amacım filmlerin incelenip, onlar üzerine makaleler yazılması değildi. Dikkat edersen mevzu “başyapıt”. Ben, bu senin belirlediğin kıstaslara göre santimlik, minimlik başyapıt belirleme savaşını sıkıcı buluyorum.
Şimdi bi örnekleme yapayım. Ben 2001’i sevmiyorum ama o film kesinlikle başyapıttır diyorsun ya. İşte bana göre sıkıcı olan taraf bu… Benim sevmediğim Memento’ yu başyapıt diyecem diye defalarca izlemem söz konusu bile değil mesela. Bu beni kötü sinemasever nasıl yapıyor pek anlamış değilim. O film çok kimseye göre başyapıt dahi olsa, ben sevmiyorum ve sevmediğim bu filmi defalarca izlemem. Ama Taxi Driver’i yüzlerce kez izlerim ve her defasında da keyif alabilirim.
Böyle sinemaseverliğimize de laf ettin be ağabey, olmuyor ama.:)
Benim hiçbirşeye laf ettiğim falan yok Erçin. İkimiz de sinemaseveriz dedim, bu yanlış mı? Sana kötü sinemasever diyen kim? Yıllardır birçok yazımı görmüşsündür, benim bir üyeye, bir allahın kuluna "kötü"dür dediğimi gördün mü?
1- Ben hiçbir filmi, santim milim inceliklerle başyapıt kılmış değilimdir kendimce. Kocaman, net, devasa sebeplerle başyapıt olarak görür, ama filmin incelemesini ince ince noktalara da değinerek yaparım. Filmler çok syaıda bileşenden oluşur. Hİçbir film, tek bir nedenden başyapıt ya da çöp değildir. Hele hele başyapıt mertebesindkei filmlerin çoğu, yaz yaz bitmez çok sayıda güzellik barındırırlar. Bu durum da "ince inceleme" gerektirir.
2- BEni yanlış anlamışsın, ben hayatımda hiçbir "sevmediğim filmi" defalarca izlemedim ki. Sadece çok sevdiğim filmleri defalarca izlerim. BUnların da bazıları başyapıttır bana göre. Aslında hiç de iyi olmadığını düşündüğüm ama çok kez izlediğim filmler de vardır. Yani senin sandığın gibi asla ince ince yazabileyim diye sevmediğim ya da sıkıldığım bir filmi çok kez izlemişliğim yoktur. 2001'i ben sadece bir kez izledim. Ben sevmediysem o filmin bir başyapıt olarak görülmesi umrumda değildir, tekrar tekrar izlemem. Ama Nothing Hill'i çok severim, on kez izlemişimdir. Bu 10 kez izleme, onu başyapıt olarak gördüğümden mi? Hayır, sevdiğimden.
3- Bazı filmlerin güzelliklerini, tek izlemede tecrübe etmek kolay değildir. Sen demişsin ya "mementoya başyapıt diyeceğim diye defalarca izlemem söz konusu değil" Bu cümlende birçok sayıda yanılgı var. Birincisi: Bir filmle ilgili notum (iyi, kötü, başyapıt vs) kaç kez izlediğimle alakalı değildir, olamaz. Film üzerine uzun uzun yazmak istiyor isem tekrar tekrar izlemem gerekir. Bu tekrar sayısı filme vereceğim notla ilgili değil, yazacağım yazının içeriği ile ilgilidir. İkincisi: Hiçbir filme birşey deme eğiliminde olmam. En kepaze film için de "ben çok severim" derim, en başyapıt olarak görülen filme de "bence kötü" derim. Ve bu serbestliğin herkesin hakkı olduğunu düşünürüm.
Dİğer başlıkta bahsettiklerin de burada bahsettiklerin de aynı yanılgıdan ileriye geliyor: Başyapıttan bahsediyoruz diyorsun ama sen filmleri sevmekten bahsediyorsun. Yine diğer başlıkta verdiğim bulanık su ifdesinin sebebi de bu. Bunun üzerine de uzun uzun yazmıştım çünkü çok keyifli bir konudur. Bir filmi sevmek başkadır, başyapıt olarak görmek ya da çok iyi bulmak başkadır. Hiçbiri biribirne mecbur değildir. İnsan çok kötü filmi sevebilir, bir başyapıtı hiç sevmeyebilir. Dikkat edersen bu sevme kelimesini sen kullandın. Yanılgı değil söylediklerin, evet, hemfikiriz filmleri sevme konusunda. Ama sen, bir filmi bir sinema yazarı gözüyle incelemeyle sevmeyi karıştırıyorsun. Kimin neyi seveceği tartışılamaz. Ama kimin hangi filmi başyapıt olarak gördüğü gayet tartışılabilir. "Ben bu filmi seviyorum" dersin, konu kapanır. Bunu "neden seviyorsun?" diye sorgulamak hatadır. ama sen dersen ki" ben bu filmi başyapıt olarak görüyorum" O zaman ben sana gayet "neden?" diye sorabilirim. Sevmenin bir şartı yoktur. Ama bir başyapıt olamanın vardır. BEn de kendi bilgi ve fikirlerim çerçevesinde bunları belirlemeye çalıştım yazılarımda.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Kimseye kötü demezsin tabi, art niyetli bi cümle değildi o söylediğin biliyorum. Zaten ben de cümlemin sonuna gülücük koymuştum. Sorun yok yani.
Ayrıca sevmediğin filmi defalarca izlemediğini ve bu kadar kasmadığını duyduğuma çok sevindim, yine burda da sorun yok. Ama 1.madde de söylediğin, ben hiçbir filmi santim milim incelliklerle başyapıt kılmış değilim diyorsun. Ama aynı zamanda bir başyapıtı belirlemek için ortaya o kadar çok kıstas koyuyorsun ki... Eğer bu kadar çok kıstas varsa demek ki buna karar vermek için çok hassas bi teraziye ihtiyaç var. Bu da santimlere milimlere tekabul ediyor demektir. Yani yanılma payı yüksektir ve herkesin aynı fikirde olması çok zor. Sen aksini söylesen de başyapıt belirlemek de göreceli bir şey halini alabiliyor. Bu yüzden bu başyapıt meselesinin karşısında bu kadar ısrarcıyım. Ne demek istediğimi daha da açıklayayım.
Yanılıyorsun, yanılgı içindesin diyorsun ya bana, şimdi yanılgı kelimesini düşünüyorum. Kime göre neye göre yanılıyorum peki? Tamam kabul ediyorum, sinemada başyapıt yoktur önermesi oldukça iddalı ve büyük bir kesimi karşıma alacağım bir söylem. Geri adım atıyorum ve sinemada başyapıt mevzusu vardır ama bence anlamsız diyerek düzeltiyorum. Çünkü, bu cümle ne demek istediğimi daha iyi ifade ediyor. Yani ben başyapıt yoktur cümlesi ile,bundan öte bunu neden söylediğimle ilgileniyorum. Bu yüzden sevmek ya da sevmemeyi anlatıyorum. Benim nedenim bu çünkü. Bu yanılgı da değil.
Şimdi sen diyorsun ki bir filmi sevmek ya da sevmemek görecelidir ama bir filmin başyapıt olması ya da olmaması göreceli değildir. Dolayısıyla yanıldığımı söylüyorsun. Peki sen yanılmıyor musun? Senden çok kez duyduk: "işte şu film aslında söylendiği gibi başyapıt değilmiş." gibi. İşte gayet açık, diğerleriyle (sinema eleştirmenleriyle) başyapıt konusunda sen de ayrılıyorsun. Bu kıstaslar bi yerde çöküyor. Yani başyapıt ta göreceli bir konu haline geliyor. Mesela bundan sonra ne diyebilirsin? Kalkıp da bana o filme söylendiği gibi ( bazı sinema eleştirmenlerince gayet göreceli bir biçimde) başyapıt değil tümceni, birden fazla kez izleyip iyice süzgeçten geçirdikten sonra karar vereceğim ve hatta düzelteceğim dediğin zaman pek de ikna olamıyorum. Çünkü onlardan etkilenmiş oluyorsun bir şekilde. Aklında şu soru beliriyor. Bunca adam buna başyapıt diyorsa, bu başyapıt olmalı. İzliyorsun, izliyorsun, bir sürü kıstası kafanda tartıyorsun ve en sonunda onlara katılmak zorunda kalıyorsun. Bu sevmediğin bir film olsa bile. Ne kadar nesnel olduğunu düşünsen bile mutllaka bi şekilde etkileniyorsundur.
Çok tehlikeli ve zararlı bir şey bu başyapıt meselesi yani... İnsanların bir filmi neden sevdiğine ya da sevmediğine karar verme algılarını bozan bir şey.
Valla çok güzel açıklamışsın birçok şeyi, fırsat bulunca cevap vereceğim.
Bir ara devam ederiz. Kısa bir ara lütfen. 🙂
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;