Başyapıt nedir? Bölüm 1
Güçlü bir hikaye anlatım aracı olması, gelişiminde çok önemli bir etki sağladı sinemaya. Bu avantajın fark edilmesi, neredeyse sinemanın bir sanat ya da anlatım aracı olarak icadına yakın döneme denk geliyor. Ve sinema yine ilk dönemlerinde tüm dünya insanlarının anlayabileceği hikayeleri en saf, anlaşılır biçimde anlatabilmenin mücadelesini verdi, kendini bu yolda geliştirdi. Ve bunu da başardı ki hala aynı amaçlarla hareket ediyor, başarılı oluyor. Bu başarı da geniş kitlelerden ilgi görmesini sağlıyor.
Bu, hasılat rekorları listeleri için iyi bir durum gibi görünse de aslında sinemanın geleceği için ciddi bir dezavantaj. Çünkü sinema, anlatacağı hikayeleri neredeyse tüketmiş durumda. Artık yeni hikayeler yok. O kadar çok şey, o kadar kısa zaman diliminde anlatıldı ki….
Bu gerçeğin artık kabullenilmiş olması sinemacıları farklı arayışlara itmekte. Yenilik arayan sinemacılar farklı hikayeler aramak yerine daha çok farklı anlatımlar, anlatım yöntemleri ve bakış açıları bulmaya yönelmiş durumda. Ki aslında şimdiki zamanla konuşuyorum ama bu eğilim yeni değil elbette. Sinemacıların, yeni hikayeler kadar yeni anlatım biçimleri üzerine yoğunlaşmalarının hangi dönem, tarih, akım vs. gibi noktalara geldiği ayrı bir araştırma konusu sayılabilir. Ama hiç kuşkusuz bir zamanlar yeni bir hikaye anlatan film, orta karar bir anlatım tuttursa da başyapıt olarak kabul edilebiliyordu. Zamanında başyapıt olarak değerlendirilmiş bazı filmlerin günümüz sinema izleyicisini tatmin etmemesinin odağında da bu var zaten. Ancak artık bir filme başyapıt diyebilmek için hikayesinin iyi olması dışında birçok kritere dikkat ediyoruz. Artık ne anlatıldığı kadar, hatta daha çok nasıl anlatıldığı önemli diyebiliyoruz. Tabii birçok farklı anlatım tekniğinin varlığı işleri karıştırıyor. İyi film, kötü film kavramları iyice bulanıklaştı. Çünkü kayda değer bir filmi değerlendirirken göz önünde bulundurmanız gereken o kadar çok ölçüt, o kadar çok bakış açısı var ki….
Bu noktada başyapıtın ne olduğunu tanımlamak lazım sanırım. Kendisine sık sık rastlıyor olmama rağmen açıklayıcı bir tanımına ulaşabilmiş değilim. Şaheser, mükemmel örnek, başeser, kendi türünde mükemmel olan, “üstün ve kalıcı nitelikte eser” (bu aslında tehlikeli bir tanım) “çok iyi abi”, “elli kere izledim, yine izlerim” gibi gerçekten içinde üzerine uzun uzun konuşulabilecek şeyler barındıran tanımlamaları var. Ama çoğu zaman sadece küçük belirtmelerle, kastetmelerle, göndermelerle ne olduğu hissettirilmeye çalışılmış hep. Başyapıtın ne olduğuna dair fikirler, hemen her zaman tanımın bir kısmını teşkil etmiş gibi. Ve bir yandan da sinemanın her zamanki iki –elma- yarısı olarak isimlendirilecek içerik, görsellik ayırımları da başyapıtın tanımı ya da içeriğini etkiler özellikte olmuş.
Belki de en basit noktadan, adından başlayarak bakalım. Baş-yapıt. Ortada bir lokomotif olma durumu olduğu kesin ve bu bize ışık tutuyor. Sinemanın içerdiği anlatım tekniklerinden biri ya da birkaçı üzerine yenilikler getirmiş, mevcut teknikleri geliştirmiş, geliştirmese de kullanımları üzerine farklı bakış açıları ya da uygulamaları oluşturabilmiş, tüm bunlara ek olarak, sinemanın daha önce ilgilenmediği ya da keşfetmediği konuları, karakterleri odak almış ve bunlar üzerine kayda değer şeyler söyleyebilmiş filmler başyapıttır.
Bu tanımlamaya göre, bir filmin başyapıt olabilmesi için öyle ya da böyle bir yenilik içermesi, bir ilk’e imza atması ya da bir farklılık teşkil etmesi gerekli. İşte bu noktaya geldiğimde durum çetrefilli bir hal alıyor. Çünkü var olan her şey bir yeniliğin mirasıdır. Sinemada da öylesine “çok şey” var ki, her biri bir ilk barındırıyor olmalı. Tematik olarak ilkler var. Çeşitli tür ve alttürlerin öncüleri gibi. Sinemaya mal olmuş karakterler var. Dahi katil, sempatik hırsız ya da altın kalpli fahişe gibi. Metinlerin içinden çıkan özellikler yani. Anlatım ve hikayeleme yöntemleri var. Hikaye kurgusuyla oynanması gibi. Görsel özellikler açısından ilkler var. İlk hareketli kamera, ilk hızlı kurgu, objektif seçimleri gibi. Yani…. saymaya çalışmak dahi güç….
Buna göre bir kere en başta dipsiz bir kuyu olan sinema tarihinde kimin neyi ilk olarak kullandığını net olarak tespit etmek pek olanaklı görünmüyor. Genelde Hollywood’tan gelip geniş alanda gösterime çıkan ya da diğer sinema üreticisi ülkelerin tanınan isimlerinden doğan filmleri takip etmek zor değil sinema meraklıları için. Ama sinema sanatının bu kapsamla sınırlı olmadığı da kesin. Kim hangi ilk’i yapmış, kim neyi bulmuş/keşfetmiş? İlk yılları da anlayabiliriz, film üretimi belirli merkezlerdeydi ve sinemacılar belliydi. Ama sonrasında durumlar değişti. Ve evet, “Yeteneksizler esinlenir, yetenekliler çalar” ifadesi doğru ise durum çok daha karmaşık….
Ve bu belirsizlikler ister istemez kişiyi “işin miladına gitme”ye yönlendiriyor. Herhangi bir şey için “İlk örnek bu galiba” dediğimizde onun da bir öncesi oluyor hep. Tamam, burada sorun yok. Araştırıyoruz, ilkleri bulup çıkarmaya uğraşıyoruz ama ulaştığımız yer öylesine uzak bir geçmiş oluyor ki artık dil değişmiş oluyor sanki. Etkileyici olma amacında olmak tek ortak taraf oluyor neredeyse.
Bu noktada da ortaya, sinema tarihindeki dönemler, dönemler arası ilişkiler, vs. giriyor. Ve ileride üzerine uzun uzun konuşacağımız, her sinemaseverin, sinemayla tanıştığı ve kendisini bir sinemasever olarak “eğiten” dönemin filmlerine daha fazla değer verme ve diğer dönemlere ait filmlerle kaynaşmada sorunlar yaşama olgusu öne çıkıyor. Ve bu durum da, sayısız ilki barındıran, sinemanın ilk dönemlerinden gelen filmlerle günümüz sinemaseverlerinin asla kaynaşamaması gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Yine de, her şekilde, her sanat dalında olduğu gibi sinemada da beğeninin, estetiğin ve etkileyiciliğin esas olduğu gerçeğini hatırlarsak, hangi eserin kime ve neye göre etkileyici, estetik olduğu sorusu her kişi için ayrı anlam kazanıyor, netleştirmesi olanaksız hale geliyor.
Şöyle bir soru soralım: bir film, içerdiği yeniliği, estetik ya da etkileyici biçimde kullanamamışsa o film başyapıt mıdır?
Kullanamadıysa, etkileyici olamadıysa zaten başyapıt olamaz diye düşünmek yanlış olmasa gerek. Ama neyin etkileyici olup neyin olamadığı net değil ve kişinde kişiye değişen bir şey.
Ve aslında yine bu noktada ilk sorunun içinden doğan ikinci soruyu sorabiliriz hemen. Sinemanın içerdiği her türlü yenilik, ilk’lik teşkil edebilen konu üzerine bir “ilk” ve bire de “en iyi örnek” karşılaştırması var. Aslında eğer tanımım az çok doğru ise, herhangi bir sinemasal öğeyi ilk kullanan da en iyi kullanan da bir başyapıttır. Peki acaba bu iki örnek arasında, dedeyle torun arasında bir seçim yapma durumu ortaya çıkıyor mu?
Hatta bir adım ileride şöyle bir sorun var: İlk, her zaman ilk olacaktır. Ama söz konusu ilk’lik öylesine geliştirilir ve biçim değiştirir ki ilk’i benimsemiş olan son’u temelsiz ya da saflığını ve bu sebeple özelliğini kaybetmiş bulur. Son’u benimsemiş olan ilk’i etkisiz, çeşitliksiz, renksiz, sessiz ve haliyle zayıf bulur. Hemen aklıma gelen basit bir örneği verecek olursam Metropolis belki de siberpunk bilimkurgunun tarih öncesi örneğidir. Siberpunk’ın adı yokken Metropolis vardı. Bu durumda Metropolis, Blade Runner (Sinemadaki ilk gerçek örneği ve görsel miladı) ve Matrix’i (Son ve birçok açıdan zirve teşkil eden örneği) karşılaştırmak, tür içinde analiz etmek gerekli. Bu da yapıldı zaten. Peki neden Blade Runner gösterime girdiği dönemlerde takdir toplamadı? İlgi çekmedi ve zarar etti? Neden bugün sinema tarihinin en büyük ve en önemli bilimkurgularından (hatta filmlerinden) biri olarak kabul görüyor? Matrix’in de takdir edeni kadar sevmeyeni var. Matrix’in de sonu böyle mi olacak?
Gerçek başyapıt hangisi? Çok da özenerek seçmediğim bu 3 filmden hangisinin daha değerli, etkileyici, önemli, güçlü olduğunu düşünmek ne derece doğrudur? Metropolis’i başyapıt olarak görüp Matrix’i görmemek ya da tam tersi yaklaşımda bulunmak…. hangi taraf haklıdır? İkisini ne başyapıt olarak görmek birine haksızlık mıdır? Bazılarının iddia ettiği gibi Metropolis zayıf, sıkıcı, Matrix abartılı, taklitlerle dolu ve gişeye oynayan bir film midir?
İşte bir cümleye sığdırmaya çalıştığım tanıma ve fikrime göre bu 3 filmden 3’ü de birer başyapıttır. Her birinin birer başyapıt olduğunu düşünmek için onlarca sebep bunabilir. Matrix’i estetik bulup Metropolis’i garip bulmak, Metropolis’i milat olarak görüp Matrix’i kopyanın kopyasının kopyası olarak görmek bunu değiştirmez çünkü bu gerekçeler bu filmleri başyapıtlıktan muaf tutmaz. Farklı dönem, görsel anlayıştan gelmelerine rağmen –hatta aslında bu nedenle/şekilde- 3’ünü de bir başyapıt olarak görmenin bir yanlışı değildir. Yanlış olansa ikisini karşılaştırarak aralarından bir tercih yapmaktır.
Bir filmin bir yenilik içermesi başka bir şeydir, o yeniliği ya da herhangi bir anlatım aracını iyi kullanması başka bir şeydir. Metropolis’in ilkleri, yenilikleri artık çok çok az izleyiciye etkileyici, çekici, estetik gelir ve bu konuda yapacak hiçbir şey yoktur. Ama Metropolis gerçek bir başyapıttır ve bunun, onun insanlara etkileyici ve estetik gelip gelmemesi ile ilgisi yoktur. Genelde bir tekniği ilk kullanan, herhangi bir şeyi keşfeden en iyi kullanan olmamıştır ki zaten. Hemen her alanda büyük bir kalabalık, birilerinin yapacağı bir girişimi, bir yeniliği geliştirmek için hazır bekler. Yaratıcı dediğimiz yönetmenler, iyi zanaatkarlar olacak beceriye sahip olsalar da amaçları çoğu zaman, akıllarının, zihinlerinin bir köşesine takılmış, daha önce görmedikleri/duymadıkları bir şeyleri açığa çıkarmaktır. Ama “diğer” (bu “diğerleri”ni de ayrıca konuşacağız) kişilerin yaklaşımı, algısı bu değildir. Mevcudu en iyi şekilde kullanmakla, yepyeni bir şey ortaya çıkarmak arasında ciddi bir yaklaşım farkı vardır. Ve yaratıcıların kendileri ve yarattıkları çoğu zaman tepki, hor görülme, önemli bulunmama tavırlarıyla karşılanmıştır. Yurttaş Kane’den 2001 Uzay Macerası’na, Blade Runner’dan Ucuz Roman’a (Tarantino’nun abartılmış bir şöhrete sahip olduğunu düşünmem, bunu kabul etmemi engellemez) birçok “ilk”lerle dolu film, yıllar sonra hak ettikleri saygıyı kazanmıştır. Neden? Çünkü onlardan miras alınanlarla inşa edilen filmlerin harikalığı fark edilmiş, işin kökenine gidilmiş ve bir zamanlar hor görülen filmlere varılmıştır.
Bugün çok ilgi gören, çok başarılı bulunan filmlerin kökenine gitmeyi deneyin…. Varacağınız nokta hep zamanında hak ettikleri saygıyı görememiş filmlerdir. Çünkü o filmlerin o zamanlar yaptıkları birer ilkti ve o zamanın izleyici ve entelektüellerine göre sinema “öyle bir şey” değildi, olamazdı ya da olmamalıydı vs..
İşte bir şeyi ilk kez yapanla, o ilki görüp/fark edip en iyi şekilde değerlendiren yapıtlar arasında bir çekişme var gibi geliyor bana. Ve bu çekişme de başyapıt dediğimiz kavramın tanımını, ona bakışımızı etkiliyor.
Hemen herkes kendine göre bir örnek verebilir, James Cameron (Peter Jackson daha güncel aslında ama….) benim ilk aklıma gelen örnek. Cameron, hiçbir şey icat etmeyen ancak var olanları en iyi biçimlerde kullanan ve birçok temayı kusursuzca bir araya getirebilen isimlerden biri. Klasik sinemayı, günümüz teknolojisini, günümüzün popüler temalarını, sorun ve kaygıları en iyi kaynaştıran sinemacılardan. Örnek teşkil edecek filmi de (yine güncel olmasa da) T2 olabilir gayet. Klasik dramatik yapı, karakter gelişimi, teknolojik gelişmelerle insan ilişkileri, teknofobi, aksiyon çekme teknikleri…. T2’yi başyapıt yapan şey nedir? T2’deki hiçbir şey sıfırdan değil, yeni değil. Ama mükemmel kullanılmış. İşte özetlemeye çalıştığım tanım yerindeyse, “geliştirmese de kullanımları üzerine farklı bakış açıları ya da uygulamaları oluşturabilmiş” diye başlayan kısım buna tam uyuyor.. Kimine göre T2 başyapıt değildir. Değil diyenler neden olarak “herhangi bir yenilik içermemesini”, konuya “daha önce var olmamışı yakalama” gibi bir motivasyonla yaklaşmıyor olmasını sebep gösterebilir. T2’de var olan her şey daha önce bir yerlerde, birileri tarafından kullanılmıştır. Ama çok az örnek var olanları T2 kadar kusursuzca, bir bütünlük halinde birleştirmiştir.
Birçok sinema yazarından, son dönemlerin (90’lar ve 2000’ler) sinema tarihinde “en az kaliteli yapımın üretildiği yıllar” olarak anıldığını görmüşüzdür. Bir yıllık bir dönemden akılda kalan 3-5 film bile, o yılın iyi geçtiğini gösterir olmuştur. Ve yine, bu son dönemlerin ayırt edici özelliği olarak da çoğu zaman “tür kaynaşmalarının ortaya çıkışı” gösterilmiştir.
Eğer ortada, sinemasal herhangi bir özellikle anılan dönem varsa bu dönemin de başyapıtları vardır, diğer bir bakış açısı olarak bunu da konuşmaya çalışacağız. Belki bu başyapıtlar çok az kişiye estetik ve etkileyici gelmektedir ki öyle görünüyor. Ama bu şart değildir zaten. Başyapıt kelimesi, bir esere duyulan beğeninin ifadesi değildir. Bir entelektüel, bir eserden zerre has etmeyip onu bir başyapıt olarak gördüğünü ifade edebilir, bu garip bir durum değildir. Çünkü ortada, bir teknik olarak kullanılamamış ya da her döneme hitap edecek güce sahip olmasa da bir yenilik mevcuttur.
Buna göre, sinemanın ilk dönemlerinden gelmiş bir öncü filmin, günümüz izleyicisini etkisi altına alamaması onu bir başyapıt olmaktan çıkarmaz. Eğer o film bir yenilik, bir ilk içeriyorsa istediği kadar ilkel görünsün bir başyapıttır.
Tam tersi durumda da, herhangi bir film, gerçek bir ilk’e imza atmasa da bir başyapıt olabilir. İçermesi gereken şey, daha önce keşfedilmiş, uygulanmış, kullanılmış herhangi bir şeyi ileriye götürme başarısını göstermesidir.
Ya da belki, bu iki tarafı da yeterli görmeyen öyle bir sinemasever vardır ki, beğeni ve sinema tarihi bilgisi sınırları, sinema sanatının sınırlarını zorlayan ve bunu başarırken, sınırlarını genişlettiği alanın merkezindeki yumağın bir parçası olabilen, sinemanın daha önce hiç odağa almadığı bir şeyler bulup bunlar üzerine en önemli şeyleri anlaşılır biçimde özetleyebilen filmlere muhtaçtır. Belki öyle bir sinemasever vardır….?
Peki öyle bir film var mıdır?
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Yoktur Görkem ağabey yoktur diye cevap vererek başlayayım ben de o zaman. Herkesi memnun edebilecek bir film yoktur. Mutlaka birisi çıakcak ve senin başyapıt diye tabir ettiğin filmlere aslında bu başyapıt değil diyecek. Hemen bir anekdot bunu sen de çok yapıyorsun mesela. İşte bu nedenle bu başyapıt meselesi bu kadar da kafaya takılmaması gereken bir hadisedir.
Yazdıklarını çok dikkatli okudum, ilk olarak senin söylediğin ve benim sadeleştirip 3 madde haline indirgediğim aşağıdaki başyapıt kıstaslarını yazmalıyım.
1) Başyapıt, ilk olandır. Bu ne kadar zaman geçse de geçsin başyapıttır değişmez.
2) Başyapıt, ilki geliştiren ve dolayısıyla onu ileriye taşıyandır.
3) Başyapıt, aynı zamanda ilkleri yapmakla kalmayıp sinemanın bütün bileşenlerini (Senaryo, kurgu, kamera kullanımı, öz, biçim vesaire..) nitelikli bir biçimde kullanandır.
Paraf paraf o kadar çok yazmışsın ki ve bu uzun yazıda yer yer bir başyapıtın kıstaslarını ortaya koyabilmek için kendini kasım kasım kasmışsın. İşte ben bir filme başyapıt denilmesinden öte bundan hoşnut değilim. Her şeyi sınıflandırıp, bi yerlere koyup tanımlayabilirsin ama iş sinemaya gelince, iyi film kötü filme gelince bütün bu tanımlamalar çöküveriyor. Sen dahi, insanların her birinin bu hayata çok farklı yerlerden baktığını dolayısıyla kesin bir yargıya ulaşmanın imkansız olduğunun ipuçlarını vermişsin yazında. Ve finalde de işin içinden çıkamayıp o can alıcı soruyu sormuşsun! Eee peki bun da hemfikirsek ne diye bu kadar kasıyoruz?
Mesela herkes Memento' ya hasta olur. İşte müthiş film, harika film… Senin yazındaki kıstaslarına göre belki bir başyapıttır ama ben çok da sevmiyorum o filmi. Bir Taxi Driver'ın yerini tutamıyor. Belki başka birine göre ve hatta başka bir sinema yazarına göre Memento belki (başyapıt olarak senin yukarıda yazdığın kıstasları göz önünde bulunduruyorum.) Taxi Driver' den daha başyapıt. Ama tekrar ediyorum ben Taxi Driver’i daha çok seviyorum. Bu benim bir filmi neden sevip sevmediğimle alakalı çok göreceli bir şey gördüğün gibi. Yoksa senin kıstaslarına göre değerlendirirsek Memento kötü film değil, hatta başyapıt.
Geleyim en can alıcı yere. Çok açık ve net söylüyorum. Bence sinemada başyapıt yoktur. Bence, sinema'da böyle aşırıya kaçmış bir sınıflandırmaya gerek de yoktur. Filmler, bütün bu kıstaslardan öte başka bir hisle yapılıyor ve işte o hislerle yoğurulduğunda tadından yenmez bir hal alıyor ve işte ben o filmleri daha çok seviyorum. Ama böyle kasım kasım kasılarak, yenilikler yapacağım, sinemada devrim yapacağım diye yola çıkılan bütün filmler mutlaka bir yerinden açık veriyor ve benim nezdim de iyi film de değillerdir onlar. Örnek mi yine Memento mesela.
Peki, her şey bu kadar somutsa bir başyapıt çekmek için bu kıstasların tamamını uygulayayım o zaman. Bir insan ömrü hayatında böyle düşüne düşüne mutlaka hiç yapılmamış olan bir fikrin senaryosunu yazabilir ve onu hiç kimsenin anlatmadığı gibi anlatmaya kasım kasım kasabilir. Ama sinema sadece bu değildir. Böyle bazı insanların içinde bir yerlerde bir şey var. Abi adamların en başta başyapıt çekmek gibi derdi yok.. Onların ki başka bir şey. Fatih Akın mesela, adam bu hayata acayip bi yerden bakıyor. Örneğin geçen gün bir röportajını izliyorum, işte ufakken video da korku filmleri izlerlermiş, bu bakamazmış çok korkarmış ama ne zaman ki jeneriği görürmüş korkusu geçermiş. Haa bu filmi insanlar yapmış demek ki gerçek değil diye düşünürmüş. Abi soruyorum şimdi, içinizden kaç kişi böyle düşündü. Var işte var, bazı adamların hamurunda var bu. Ve işte iyi filmleri bu adamlar içlerindeki o şeyin yardımıyla çekiyor. Kıstas mıstas yok yani. Ama görkem ağabey ben delinin birinin kuyuya attığı taşı bulup çıkarmak istiyorum diyorsa devam etsin bu başyapıt değerlendirmelerine, saygı duyuyorum. Bu benim naçizane, kimilerine göre doğru kimilerine göre yanlış olabilecek düşüncem aynı Görkem ağabeyin düşünceleri gibi.
Edit: Şuursuz kelimesini tam olarak kulanmak istediğim anlama tekabül eden "aşırıya kaçmak" ile değiştirdim. Görkem ağabeyi kırdıysa bu söz affola.
Şİmdi yine bulanık sulara dalmışsın dostum.
Birşeyi özetlemenin en kısa yolu, anafikri açıklayacak başka bir örnektir. Hemen şöyle bir örnek vereyim:
Kadında/erkekte güzellik, yakışıklılık, çekicilik, seksilik, sevimlilik falan hep değişkendir değil mi?
Birine şöyle gelen ötekine böyle gelebilir.
Peki neden o zaman güzellik yarışmaları var?
BU örneği sorudğun sorulaırn bazılarına adapte edersen derdimi anlayacaksın. BU bir.
İkincisi, o en can alıcı soruyu sormamın sebebi, senin sandığın gibi kasıp kasıp o noktaya gelmem değil. Senin o noktaya gelmeni istemem. Ben konu bağlamında sorduğum her soruya cevap verebilirim. Ama o cevaplar beni bağlar sadece. Böyle yazdığımda ancak herkesi bağlayabilir. Soru, her zaman, verilecek cevabı bulamadığın zaman sorulmaz. Karşındakinin, seninle aynı derdi paylaşmasını isteyebilirsin, hatta aynı derdi paylaştığını hissedersin. Cevaplarınız ayrı olabilir ama aynı soruyu sormanız zaten aynı derdi paylaştığınızı gösterir. Ve sen de sadece, karşındakinin, o soruyu sormasını sağlamaya çalışırsın. Bu soruları sorman, benim amacıma ulaştığımı, seninle bir fikir paylaşımında bulunmayı başabildiğimi gösteriyor.
Memento-TAxi Driver? ==> Ben de 2001 Uzay Macerası'nı sevmiyorum. Ama zerre şüphem yok, o bir başyapıt.
Bence yanılıyorsun: sinemada başyapıt vardır. Yİne yanılıyorsun: Bu zaten bir ihtiyaçtan falan çıkmaz. Yine yanılıyorsun, hatta bir parça konuya bambaşka açıdan bakarak konuşuyor gibisin: "Ama böyle kasım kasım kasılarak, yenilikler yapacağım, sinemada devrim yapacağım diye yola çıkılan bütün filmler mutlaka bir yerinden açık veriyor ve benim nezdim de iyi film de değillerdir onlar. Örnek mi yine Memento mesela." BU büyük bir yanılgı bence. Çok çok çok az gerçek başyapıt, bir başyapıt olma amacı ile üretilmiştir. Kasmayla, zorlamayla başyapıt yaratılmaz, konuya böyle yaklaşma nedenini kavrayamadım. Çok çok çok az sanatçı, yaptığı şeyi hesap kitapla ölçer, karar verir. En büyük bilimsel keşifler entesadüfi olanlar ise, en büyük sanatsal başyapıtlar da sadece sanatçının duygularından beslenip karşımıza gelen örneklerdir. Muhasebe değildir ki hiçbir sanat. Kasmak, hesaplamak, dervrim planlamak falan hep sektörel kaygılardır, sanatsal değil.
Fatih Akın'ı örnek verip "Kıstas mıstas yok yani" demişsin ya. Olduğunu hiçkimse iddia etmiyor ki? Fatih Akın hissedip isteyip yapıyor. Ben onun yaptıklarını kıstaslara sığdırmaya çalışan kişiyim. Ve evet, haklısın. Ben, delinin attığı taşı çıkarmaya çalışmak için uğraşıyorum. Ve bunda hiçbir yanlış da görmüyorum, aksine bana göre sinemanın anlamı bu: "görsel anlamları/mesajları çözmek"
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Bulanık sudan kastın nedir?
Benim gördüğüm yer, benim baktığım yerden gayet net ve açık.
Sen suyu benim kafam bulansın ve sana cevap vereyim diye yazdım diyorsan, ikimiz de başardık bu işi demektir. Başyapıt belirle çabası dışında her dediğinle hem fikirim zaten.
Ayırca o başyapıt belirlemedeki aşırılık gibi bahsettiğin o güzellik yarışmasından da hiç hazzetmiyorum. Yani beni ikna edemedi o örnek. Yukaırda yanıldığımı ve bu başyapıt mevsuna bam başka bir yerden bakarak konuştuğumu söylemişsin. Ama bu cümleyi yazdıığın paragraf benim yukarıda yazdığım aynı şeyden bahsediyor. Yukarıdaki tüm yazımın ana teması zaten sinemanın bir muhasebe olmadığıydı. Hislerle yapılan ve belki de tesadüfü ortaya çıkan filmlerin iyi filmler olduğunu söyledim. Benim için sinema bu zaten, her zman savunduğum şey de bu.:) Sen de aynı şeyi söylüyorsun ama cümlenin başında bambaşka yerden baktığımı söylüyorsun. Seninle ayrıldığımız tek ve en önemli mevzu başyapıt belirleme çabası. Bi türlü de ikna olmuyorum, o kadar yazını okudum. Aslında öyle çok da zor ikna olan biri de değilimdir.:)
Bulanık sudan kastım, bir filmi başyapıt olarak görmekle bir filmi sevmenin bambaşka şeyler olduğu. Sen, benim başyapıt üzerine yazdığım yazıda katılmadığın bir noktayı, çok sevdiğin bir filmden örnek vererek belirttin. Bu senin yanılgın. Çünkü herhangi bir filmle izleyicinin ilişkisi, bulanık su ifadesinin en yakışacağı durumdur. Profesyonel bir sinema yazarından de buna benzer birkonu üzerine yazılmış inceleme de çıkarıp getirebilirim sana. BEnim baktığım yerden gayet net ve açık diyorsun ama hiç de öyle değil. Sana diyorum ki "konumuz başyapıt nedir?" Sen sevdiğin filmden örnek veriyorsun.
Ve o "şuursuz" söylemi de biraz ayıp oluyor. Ben günlerce araştırıp, onlarca film izleyip bir metin derliyorum, benim bu çalışmamı değerli görebilirsin, görmeyebilirsin, "boşa yazmış" diyebilirsin (ki kelime kelime okuduğuna göre bu fikirde değilsindir) neden şuursuzca kelimesini kullanıyorsun? BU kelimenin anlamı bir insanı rahatça kıracak birşey, farkında değil misin? "BEni ikna edemedi o örnek" o örneğin amacı seni ikna etmek değil, konuyu açıklamaktı. Başyapıt kelimesi tüm sanat dünyasında kullanılan bir kelimedir. Tüm sanatseverler şuursuzca bir yaklaşım mı sunuyorlar?
Kelimelerindeki özensizlik ve tavrın beni kırdı. Bu konuyu daha fazla konuşmayalım.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Görkem ağabey, şuursuz lafını ben bir çok yerde aşırıya kaçma manasında kullanırdım, seni kıracağını düşünemedim.. Aslında çok fazla özen gösteririm böyle şeylere ama bu meselanin galeyanına kapıldım sanırım. Daha farklı bir kelime kullanmam gerekirdi. Kusuruma bakma lütfen. Ayrıca yazılarına çok çok fazla değer verip okuyorum ve sürekli üzerlerine düşünüyorum. Bana kattıkları tartışılmaz.
Diğer başlığa da cevap yazarken bana kırılmış olduğunu ve bu konu hakkında konuşmayalım dediğini görmediğim için oraya cevap yazmıştım. Şimdi geri dönüp ordaki cümlelerime ve kelimelerime dikkat edeceğim.
Kırgınlık, küskünlük olmasın lütfen. Tekrar kusura bakma.
Yok est. ben elimden geleni yapıyorum sadece. Birilerine birşey katabiliyorsam ne mutlu bana.
Kişisel bir kırgınlık değil bahsettiğim. Yazdıkları üzerine tepki alınca insan ister istemez "ne demişim ki ben?" diye düşünmeden ve bir hata aramadan edemiyor. En azından ben öyleyim.
Ama lütfen konuyu şimdilik kapatalım, açılacağı varsa kendiliğinden açılır zaten.
Forumu sen de en az benim kadar bilirsin, aynı konu elli kere bile ziyaret edilir.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Bir filmin başyapıt olması, genel anlamda hemen hemen imkansızdır. Bu biraz da fizikte adı geçen, "ideal ortam"ın (sürtünmesiz ve kütle çekimsiz) hiç gerçekleşmeyecek olmasından kaynaklanır. Fiziksel şartları sağlasanız bile, filmi oluşturmak için kullandığınız kaynakların varoluş şekli de baş yapıtınızın ortaya çıkmasını engelleyebilir. Kapitalist zihniyetle oluşturulmuş Holywood stüdyoları, ahlaken bile bu başyapıtın sakat doğmasına yol açar. Böyle bakıldığında hemen hemen bütün eserlerin sorunlu olduğunu görürüz. Film çekme eyleminin sonuçta bir üretim olması, zamana yayarak çekilip birleştirilen her film parçasının o boşluklardan da beslenip -kötü beslenme- kirlenmesi, kalıcı olma, beğenilme, ün ve para isteğinin işi zedelemesi gibi faktörler, ana damar dışı yan faktörlerden gelen bozulmalar oldukları halde "doğal film"e çok zarar verirler. Ana damar, zaten varoluşu anlamlandıramadığından "film çekme eylemi"ni de fazlasıyla baltalar. Kurşun kasalarda saklanan film makaralarını kendi rengine boyayarak içinden çıkılmaz hale getirir. Ortada başyapıt bırakmaz. Bütün bunlara rağmen "ben bir başyapıt çekeceğim" diyen kişi aslında önce işe saçını başını yolarak başlamalıdır. Bunun bilincine varamayıp ya da önemsemeyip bu isteğini yerine getirmeye çalışırsa, yaptığı işe başyapıt diyenleri kaale almanın da bir anlamı yoktur. Hep beraber, filmin gösteriminden sonra saçlarını başlarını yolabilirler. Bu eylemi filmin gösteriminden önce yapmaları bir umut ışığı olduğu anlamına gelebilir.
"Gerçek", simgeselleştirmeye mutlak anlamda direnerek, ortaya bir eser (ürün) çıkmasına engel olur. Ölüm, "gerçek"in parçalanamaz çekirdeği olduğu sürece bu durum da değişmez. Bu yüzden bilmeden de olsa ölüm konusunu bolca işleyerek "gerçek"in arkasından dolaşmaya çalışırız. Bu bazen az da olsa işe yarar. Diğer geçerli bir yol da seyirciyi karakterle özdeşleştirme çabasıdır. Bu çaba samimiyetle ters orantılıdır aslında. Ve bu yüzden bize fazlasıyla mesafeli gibi görünen Bresson filmleri fazlasıyla değerlidir. Yalın sinema her türlü üçkağıttan vazgeçmekten geçer.
Başka türlü düşünüp bambaşka şeyler söyleyenler de çıkabilir. Ama ideal olan, Tanrısal bakış açısına yaklaşmak ise -böyle bir derdiniz olmayabilir elbette- yazdıklarıma benzer şeyler düşünmeniz kaçınılmazdır. Haklı her zaman güçlüdür; ama güçlü her zaman haklı değildir.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Hegel, söylediklerini anlayabildiğimi söylemek isterdim ama onun yerine şunu itiraf edeyim: Söylediklerinden hiçbirşey anlamadım sanırım, bnu da zoruma gitti. 🙂 Yani, belirttiğin bazı şeyleri az çok anlayabilseydim sana antitezler sunmaya çalışacaktım ama botanik hocasıyla tartışmak zorunda kalan ilk okul öğrencisi gibiyim şu an. Yani (fizikteki) ideal ortam sorunu, (film yapımındaki) kaynakların varoluş şekli, sakat doğum, eserlerin sorunlu oluşu, kötü beslenme, birşeyleri baltalamak.... Afrikadaki ya da Latin Amerika'daki sosyal ve ekonomik dengesizliklerden bahsediyor gibisin valla dostum. 🙂
Sen iyisi mi, kendince uygun gördüğün başyapıtın olası tanımını yapmaya çalış, biz de seni yormadan söylediklerini bu tanıma uyarlayıp daha bir özümsemeye çalışalım. Çünkü gerçekten iddia ettiğin, "bir filmin başyapıt olmasının olanaksızlığını" bunu neye dayandırarak savunduğunu, ben anlayamadım. Yine anladığım kadarı ile sana göre sinema tarihinin, sinema sanatının bir tane bile başyapıtı yok. Bu fikri savunuyor musun gerçekten?
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Şu an kar yağıyor. "Black Hole Sun" çalıyor. Bu basit bir tezat. Temelde söylemek istediğim şuydu: Tehlikelere fazlasıyla açık olmasından dolayı insan ve bu tehlikeleri hem oluşturan hem de savuşturmayan evren kusurludur. Bu durumda iki türlü düşünülebilir:
1- Evren kusurluysa, hiçbir anlamda ortaya bir başyapıt çıkamaz. Çünkü o da kusurlu olacaktır.
2- Evrenin ve dolayısıyla insanlığın kusurlu olduğunu kabul etsek bile, bu kusurlu dünyayı olduğu gibi kabul edip derecelendirmeyi ona göre yaparız. Yani kusurlu dünyamızda çekebildiğimiz en iyi filme başyapıt deriz -her ne kadar kusurlu olsa da- ve kusurlu olduğunu aklımıza getirmeyiz. Bu mantıkla her filme bir değer biçebiliriz. Yani çıtayı biraz aşağı çekip hareket ederiz.
Ben birinci şıkka inandığım için "başyapıt yoktur" dedim. Sen ikinci şıkka inanırsın, tersini söylersin. Bunda da hiçbir problem yoktur. Açıklayıcı olmuştur herhalde. Yazdıklarımı bazen ben de anlamıyorum. Tutarsız, yanlış ve hatta bilerek çarpıtılmış olabilir. Bu da benim yöntemim. İnsanları biraz yorarak fikir jimnastiği yapmalarına çalışıyorum.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
İkincisine inanan birincinin tersini söylemese de olur ama hegel. 100 üzerinden 100'lük film yoktur ama 90'ın üstüne başyapıt denir diyebilirsin yani. Ahlaki açıdan söylediklerine ve gerçeklik ile filmin kapışmasına söylediklerine katılıyorum ama bir şeye nasıl baktığın değil nereden baktığın önemli oluyor işte.
100 üzerinden 100'lük film yoktur ama 90'ın üstüne başyapıt denir diyebilirsin yani.
Bu harika bir özet. Zaten bana göre tanımı gereği bir filmin başyapıt olabilmesi için illa 100/100 olması şart değildir. O belirttiğimiz 100 olma her ne ise (ki esas değişken olan, esas tartışılır olan budur) başyapıtlık vasfıyla ayrı bir konudur. Hadi diyelim ki bir film 100/100 oldu. Tamam, o filmi başyapıt olarak görmek hakkımızdır ama öyle olmayan filme başyapıt dememek her zaman doğru bir yaklaşım sayılmaz.
Valla Sickman, ben Hegel'in bu belirttiğin konu üzerine yorum yaptığını düşünmemiştim.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Hegel, yazdıklarını tekrar okudum da.... Şimdi daha iyi anladım. Daha doğrusu anca anladım galiba. 🙂
"İnsanları yorarak fikir jimnastiği yaptırmaya çalışıyorum" diyorsun, emin ol başarıyorsun. Gerçi bu beyne jimnastik yaptırmaktan çok Arnie kas'ı yaptırmaya benziyor ama olsun 🙂
Ama söylemek istediklerini anladım. Vallahi billahi anladım. Oh be. 🙂
Anladığımdan çıkan sonuç: Evet haklısın. Söylediğin gibi bu bir tercih ve bakış açısı meselesi. Dediğin gibi, bir problem yok. 🙂
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
🙂 Güzel, beni anladığına sevindim. Bu konu üzerine devam edelim. Daha çok su kaldırır. Aklımda çok şey var, yazıya dökebilirsek. Kezzap'tan da bir şeyler bekliyorum. Ayrıca Lacan'dan ve onu anlaşılır kılmaya çabalayan Zizek'den çok beslendiğimi -kötü beslenme mi?- itiraf etmeliyim. İsteyene özelden Zizek'in sinema üzerine yazdığı "Yamuk Bakmak - Popüler Kültürden Jacques Lacan'a Giriş" kitabının pdf baskısını gönderebilirim. Son cümle silinebilir. Bu değil bir önceki. Bu da değil. Bundan öncekinin öncesi. Ama bu son cümle daha da karıştırdı işi. Ya buna ne demeliyiz? Bu yazdığım -şu an- cümle ise açıklayıcı olma çabasıyla bitirilmeye çalışılırken, aslında bir boka yaramayacağı iyice netleşti kafamda. Cümle düşüklüğü, kalça çıkığı da cabası. Bu netlik uğruna her şeyi unutalım, unutalım.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Hegel.... Yine birşey anlamadım. Ya da güldüysem anlamış mıyımdır? 🙂
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;