Nasıl bir sinema" sorunsalını Marxizm dahilinde incelemek, ilk etapta yine çok genel bir sorunsal üzerinde konuşulmayı gerektiriyor:
"Bilinç nedir?"
Marxizm'de üzerine çok tartışılan bu soruya dair iki ana akım görmekteyiz.
Bunlara detaylı olarak eğilmeyeceğim fakat ana bir giriş için buna bakmak gerekiyor.
Temel soru, ezilen sınıfların devrimi gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları bilinçlilik halinin önündeki engellerin ne olduğu, bunların nasıl aşılabileceği etrafında döner.
İlk etapta, özellikle Engels'in Marx'ın eserlerine dair yaptığı yorumlarda, "yanlış bilinç" gibi bir kavramla karşı karşıyayız.
Bu kavram, çok kaba hatlarıyla, bir çeşit ilüzyonik durumun hakim olduğu, insanların aslında eziliyor olduklarının bilincinde olmadıkları,
bu durumun bir çeşit hayal perdesiyle üzerinin örtüldüğü fikrini savunur. Burada temel mesele aslında şudur:
İnsanlar, birtakım eylemler yaparlar ve bu eylemler üzerinde düşünceler üretirler. Yani düşünce dediğimiz şey eylemin bir sonucudur.
Yanlış bilinçlilik hali, bunun tam tersine, bütünüyle insanların eylemlerinden gelmeyen (yani "gerçek" olmayan) düşüncelerin insanların eylemlerini kontrol etmeye başlaması halidir.
Çok klasik bir örnek olarak "din" böyle bir şeydir. "Din" aslında çıkış olarak, insanların eylemlerinin ötesinde, insan-ötesi bir şeydir.
Böyle olduğu halde, insanların eylemlerinin arkasında "dini" (ya da daha genel söylersek, meta-fizik) bir şeylerin yattığı düşüncesi, bir yanlış bilinçlilik halidir.
Böyle bir durumda ezilen insan, ezilme durumuna "kader" der, bu yanlış bilinçtir. Kader'in yerine "sistemin kuralları, kapitalizmin doğası, rekabetin sonucu vs." her şeyi koyabiliriz, fark etmez.
Bunlar aslında var olan bir eylemi, ezme/ezilme durumunu, bir "yanlış" düşünceyle açıklarlar. Bu nedenle kapitalist bir açıklamayla meta-fizik bir açıklama, aynı katagoridedir: Yanlış bilinç.
Bu Marxizm'in klasik yorumunda geçerli olan bir şey. Marx'ın eserlerinin yeniden okunması, daha farklı bir bilinç yorumunu da ortaya çıkardı.
Bunu söyleyenler, Marx'ın hiçbir şekilde bir "yanlış" bilinç durumundan bahsetmediğini belirttiler.
Bu durumla ilgili çok klişeleşmiş bir örneği vereyim hemen:
Din, kitlelerin afyonudur. Marx'ın en fazla alıntılanan sözlerinden biri. Fakat onun devamında Marx, dinin aynı zamanda vicdansız bir düzenin içindeki vicdan olduğunu da belirtir. Dolayısıyla, din
bütünüyle bir "yanlış" bilinç hali değildir, çünkü aslında "vicdansız bir duruma karşı vicdanı" temsil eder. Yani aslında işaret ettiği bir doğru da vardır: vicdansızlık. Bu şu demektir:
Düşüncelerin bir şeyi, bir olguyu, bir gerçekliği, bütünüyle açıklayamıyor oluşu, onu "yanlış" yapmaz, sadece "eksik" yapar. Dolayısıyla hakim düşüncelerin, bilinç hallerinin içinde "doğru" taraflar da vardır.
Bu iki basit gibi görünen ayırım, çok ciddi bölünmelere, farklılaşmalara neden olur. Hem teoride, hem pratikte.
İlk yorum, hakim olan bütün fikirleri "burjuva" ya da "egemen" olarak tanımlayıp, halkı bu hakimiyet karşısında "bilinçsiz" olarak değerlendirip, görünmeyen gerçekliğin önündeki perdeyi toptan kaldırmayı, ve mutlak gerçeği sergilemeyi amaçlar.
Diğer yorum ise, gündelik hayat içerisindeki fikirlerin ya da nesnelerin bile içinde "doğru"lar bulunduğunu düşündüğünden, bu doğrulara önem verir, "yanlış" değil "eksik" olduğunu düşündüğünden,
bir bilinç aşılama meselesini değil de eksikleri tamamlamayı kendine hedef olarak belirler.
Dolayısıyla, ilk yorum kültürel bütün ifadelerin ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir anlayışın konulmasını hedef olarak koyarken diğerinde ise hedef varolan kültürel ifadelerin kullanılarak eksiklerin tamamlanmasıdır.
Bu çok kaba, temel girişin ardından, sinemaya dair yazacağım yazılarda, ikinci yorumu benimsediğimi belirtmek isterim.
Bugün yapılan herhangi bir sinema filminin içinde, bir ezme/ezilme durumunun varolabileceğini, bu varlığın amaçlanılan "sosyalist sinemanın" temellerini oluşturabileceğini, yani sosyalist sinemanın sıfırdan değil bugün varolan sinema üzerinden kurulacağı fikrini benimsiyorum. Dolayısıyla halkın bilincinde karşılık bulan, evet, bu anlamda popüler olan her film, başta Hollywood sineması olmak üzere, Sosyalist bir sinema açısından çok önem taşır.
Hem güncel, hem de daha önce bahsetmiş olmamla alakalı olarak, Avatar'ı ele alalım.
Filmin bir ezme/ezilme durumundan bahsettiği aşikar, halkın bilincinde bu şekilde yankı bulduğunu da düşünüyorum. (yine de bir araştırma yapmak gerekir.)
Fakat film ezilme durumunu, ezilmeyi ekolojik soruna benzer bir sorun haline getirmesi, ezilenleri "insan" olmayan, uzak diyarlarda bazı yaratıklar olarak kurgulaması ve kurtuluşun yine "ezenlerin" içinden gelen bir kahraman tarafından sunulabileceğini savunması nedeniyle "eksik" değerlendirir.
Ortaya çelişkili bir resim çıkar:
Bir yandan ezme/ezilme meselesinden rahatsız olan, fakat onu "eksik", "eksik olduğu için yanlış" açıklayan bir resim.
Örnekler çoğaltılabilir:
Bir hocamın devamlı verdiği örneği vereyim. STV ve KANAL 7 gibi kanallardaki "sır dünyası" biçimindeki programlar, "yoksulluk" meselesini bir anlamda gayet gerçek yansıtan programlardır.
Zaten fazla izlenmelerinin, izleyen kesimlerin, genelde yoksullar olmasının sebebi de budur. Fakat dizilerin, yoksulluk meselesinden kurtuluşu ilahi kanallara yönlendirmesi, eksik olan taraftır.
Hem avatar'da hem bu programlarda, bir gerçek dile getirilir, ama eksik bırakılır.
Sosyalist bir sinemanın görevi, zaten var olan bu bilinci, yani insanların aslında farkında oldukları bir durumu, ana sebeplerine yönlendirecek filmler yapmalarından geçer.
Bunu Yılmaz Güney başarmıştır, garip gelecek yine belki ama, Yılmaz Erdoğan son filmi Neşeli Hayat'ta, kısmen de olsa başarmıştır.
Yılmaz Erdoğan'ın çelişkisi başka bir yerdedir, onu da daha sonraki yazılarda değineceğim konularda örnekler dahlinde inceleyeceğim.
Bu yazı, yine temel bir girişi olsun.
Öyle sanıyorum ki, konu üzerine fikir ve araştırmalarını eksiksizce bire aktarabilmen için onlarca sayfaya ihtiyacın var KEzzAP.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Yaz dostum, takipteyiz ama ben şu ana kadar pek de birbiriyle ilintili şeyler hissedemedim.
Muhakkak öyle.
O yüzden birçok yazı yazmayı planlıyorum.
Fakat kafanızda soru işareti olan yerleri belirtirseniz işim çok fazla kolaylaşacak.
Hem genel olarak nelerin sorunlu olduğunu, hem de bundan sonra ne üzerine öncelik vermem gerektiğini anlamam açısından.
Soru işaretlerini belirtmemizi istersen de onlarca sayfaya ihtiyaç var aslında KEzzAP.
Biliyorum ki, benim odaklanmak isteyeceğim şey senin derdinin kapsamında değil ama madem böyle bir soru sordum, kısaca yazayım:
Bir kere en başta, söylediklerine geçmeden önce, bu bakış açıları ile ilgili ilk netleştirilmesi gereken şey şu: bir filme politik bakıp bakmamak ne demektir?
Bu gerekli midir? Gereksiz midir? Şart mıdır? Doğru mudur? Yanlış mıdır? Her film, bu açıdan bakıldığında bir fikir savunmak için mi yapılmaktadır? Başka hiçbir eleştirel bakış açısı için "her film görseldir, her film tür filmidir, her film popülerdir, her film göstergebilimseldir, her film auteur sinemasının bir üyesidir" gibi söylemler dile getirilmezken, politik bakış için neden illa" her film politiktir" deniyor? Hatta neden her filmin politik bir mesajı olduğu iddia ediliyor? Başka inceleme parametrelerinde inceleme yapılırken başka bazı eleştirle bakışlara hiç uğranmazken nedne politik mesajlar illa cımbızlarla, ameliyatlarla çekilip çıkarılıyor? Fİlmlerdeki, ister özenle konmuş, isterse farkında olunmadan konmuş politik fikirlerin umrumuzda olmamasına hakımız yok mu? Bir sürü sinemacı, patlamış mısır yiyerekten tükettiğim filme gerzek 2000 yıllık politik görüşünü enjekte etse etmese ne olur?
Bir çırpıda aklıma gelenlerle özetlemeye çalıştığım "bakıştan önce bakışın kendisi"ni soruşturmak lazım.
......................
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Sorununu çok iyi anlıyorum Görkem.
Haklısın da.
Her şey politiktir, ya da her şey ideolojiktir sözü, aslında bir paradokstur. (Mannheim paradoksu sanırım ismi de)
Böyle bir iddia, cümleyi kuranı da içine aldığı için, cümleyi kuran da bu cümlenin kendisi de ideolojiktir.
Tüm bu cümlelerimde politik olanın yerine ideolojik koymam gerek aslında, ama öyle yazdım, öyle devam etsin...
Her şey politik demek öte yandan, politik olanla politik olmayan arasındaki mesafeyi kaldıran, her şeyi birbirine eşitleyen bir söylem.
İki çocuğun bir top için yaptığı kavgayla, iki devlet arasındaki kavganın her ikisinin de politik olduğunu iddia edebilirsin elbette, ama ikisini de
genel bir çatı altında ortaklaştırmak birçok şeyi etkisizleştirmek anlamına da gelebiliyor.
Her şey politik değildir, ama her şey politik olabilme potansiyeline sahiptir dersek iş biraz daha farklılaşıyor.
Örneğin kırmızı kelimesi tek başına politik bir şey değildir.
Ama kırmızıyı, al-yıldızlı bayrak, ya da şehitlerimizin kanı olarak kodlarsan iş o zaman değişiyor.
Aslında politik olmayan bir şeye politik anlamlar yüklüyorsun.
Tabi bir de bunun alımlama tarafı var. Sen istediğin kadar kırmızıya bu anlamları yükle, kırmızıyı hiç o şekilde algılamayan,
örneğin erotik çağrışımlar doğrultusunda algılayan birisi de olabilir.
Ama her alımlama da politik bir şeye dönüştürülebilir. Kırmızı üzerinden "erotik" çağrışımlar algılayan birisi için,
erotizmin cazibesi kullanılarak herhangi bir fikir kabul ettirilebilir, ama ettirilemeyebilir de.
Söylediğim şeyin özü şu:
Herhangi bir sinema filmini politik alımlamak istemeyebilirsin. Bu sonuna kadar mümkündür.
Bu anlam dediğimiz şeyin çoklu doğasından kaynaklanıyor.
Bir şey ile birçok şey kastedilebilir, bir şey çok farklı şekillerde dillendirilebilir, aynı şekilde, farklı da algılanabilir.
Ama tüm bu durum içerisinde bile, bazı anlamlar toplumsal olarak sabitlenebilir.
Bir şeyden belli bir grup ortak şeyler algılayabilir. İşte politik olan orada başlar.
Ben kırmızı deyince, ya da kırmızıyı gösterince, bütün bir toplum gaza gelip, milliyetçi düşünceleri kafalarında çağrıştırıyorsa,
ilk etapta politik olmayan, politik olmuştur. Ama bu herkesi eşit olarak etkilediği anlamına gelmez. Ben hala kırmızıyı görünce seks düşünüyor olabilirim.
Dolayısıyla anlam alanını, bir mücadele alanı olarak tanımlamak gerekiyor.
Bir şeylere anlam verme, anlamı sabitleme mücadelesi.
Dolayısıyla sinemaya politik bakış da böyle bir şey.
Sabitlenmiş anlamları, onların nasıl kodlandığını anlamak, alımlayanların o kodları nasıl çözdüğünü yorumlamak, ve kendi anlamını inşa etmek.
Politik bir amacın varsa bunu yapabilirsin, dediğim gibi, her şey politik değildir, ama politik olma potansiyeline sahiptir.
Bir işin politik olup olmayışı algıda bitiyor sanırım.
Dileyen dilediği şeyi dilediği şekilde anlatsın, her şey karşısındakinin algısıyla sınırlıdır. Algı sınırları, algılamak isteyiş biçimi, birikimi ve tarafı. Hepsi çok önemli. Özellikle de politika konuşuyorsak.
Bana sorarsan her şey politiktir. Senin "kırmızı bana seksi çağrıştırabilir" deyişin bile politiktir. Ben bunun altındaki imayı, sebepleri görebiliyorum. Biri göremiyor diye bu onun varolmadığını göstermez. O nedenle her şey politiktir diyorum, zira bilinçaltı çok büyük derya.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
"Herşey politiktir" fikrinde olan kişiler şu ayırımı göz ününe almıyorlar galiba ve KEzzAP'ın söyledikleriyle örtüşen bir ayrıntı bu: "Herşeyden politik sonuç çıkarılabilir" Ama herşey politik değildir. Bir kere en başta politik dediğimiz şey nedir ki? Politik, politikayla ilgil olan demektir. Politika da TDK'ya göre, aynen kopyalıyorum: "Devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü"
Bakın bakalım şimdi tanıma ve herşeyin politik olmasına. Neden her söylenen şey, devletin etkinlikleri ile ilgili olsun ki ahpab?
KEzzAP'ın dediği gibi, eğer senin bakış açın hep bu yöndeyse ve kişinin eldiveninin renginden Demireli sevip sevmediğini anlayabiliyorsan ne diyeyim? Vallaha bravo. Bunu başarabilen herkese cidden saygı duyuyorum, ti'ye almıyorum yani.
Kendimce komik bulduğum şey, en olmadık şeylerde politik alt metin aranması. Kalkıp gerzek bir romantik komediyi zerre önemsemezken, salak gişe filmi olarak değerlendirirken iş politik bir mesaja geldiğinde kişiler çok önemli bir konuda konuşuyorlarmış gibi geliyor bana. Yahu dostlar, bu film kimin umrunda? Hiçkimsenin. Ama politik bir alt metin konuşulurken film birden önem kazanıyor.
Ve.... Bir kişinin, toplumların yönetilip yönetilmemesi ile ilgili olarak net fikirleri olmak zorunda da değil. Tamam, sanatla ilgili kişi mutlaka bir çok şeye kafa yoruyordur, eyvallah. Ama önceliği bu olmayan kişinin bu konu üzerine içerdiği net olmayan fikirleri tutup çıkarmaktaki sebep nedir? Biryerlerde yazmıştım. Oliver Stone gayet politik bir heriftir. Ama herif politik alt metinler kadar filminin kurgusuna da kafa yorar. Ve kimse bu kurguyu konuşmaz. VArsa yoksa vietnam. Yeter yani.
Kişilerin kamerayı nereye koyduğundan politik görüşünü anlayabiliriz. Ama bu, o adamın, kamerayı politik görüşü sebebi ile oraya koyduğunu göstermez.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Öncelikle şunu belirteyim ki TDK'daki politika tanımı eksik.
En basitinden, bir sürü devlet-dışı, yasa-dışı politik örgüt mevcut, onlar politika yapmıyorlar mı?
En geniş tanımıyla politika, bir fikrin bir başka fikirle girdiği kendini kabul ettirme mücadelesidir.
Tabi böyle bir tanımlama dediğim gibi işi çok geniş alanlara da taşıyabiliyor, politik olanla / politik olmayan arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor.
Ama yine de, meseleyi daha geniş bir çerçevede düşünmek için olanak da veriyor.
Erotik örneğini vermem iyi olmuş. Eylem haklı bir şekilde eleştirerek, benim de işimi kolaylaştırdı aslında.
Eylem'in belirttiği bilinçaltı meselesi çok önemli bir konu.
Yukarıdaki yazıyı yazarken bir noktada belirtmem gereken bir şeydi bu aslında.
Şöyle bir görüş de var:
İdeolojik olan bilinçaltına nüfuz eder. Kendini oraya yerleştirir, ve farklı maddi pratiklerle kendini ifade eder.
Bu yapısalcı dil-bilimden beslenen bazı düşünürlerin iddiasıdır.
Kırmızı örneğini aslında bundan kaynaklı verdim. Çünkü yapısalcı dilbilimin babası sayılabilecek Sausseure kendi meramını anlatmak için bu örneği
kullanıyor, ama benim söylediğimden farklı bir şey söylüyor.
Kırmızı dediğimde, "dur" anlamının doğrudan bir çağrışım yapmasından, kırmızı rengin iktidarı çağıran anlamıyla kendini var ettiğinden bahseder.
Kırmızı dendiğinde bu anlamların çağrışmasının, hatta Eylem'in de çok doğru bir şekilde söylediği gibi bana erotizmi çağrıştırmasının da bir iktidarla ilişkisi var.
Çünkü birtakım kodlamalarla bilinçaltına yerleşen anlamlardan bahsediyoruz.
İşte ideolojik olan da kendini birtakım kodlarla bilinçaltına enjekte eder.
Hatta Görkem'in söyledikleri de bunu haklı çıkarır. Görkem diyor ki: Neden en düz önemsiz şeyi bile politik algılıyoruz.
Çünkü bu düşünceye göre, önemsiz gözüken şeylerin herbiri kendini anlam olarak iktidar söyleminin içine kodlamıştır.
Artık senin bilincine seslenmeye ihtiyacı yoktur, çünkü bilinçaltını kontrol ediyordur.
Kırmızı deyince, senin durman gerektiği anlamını çıkartacağını, erotizm anlamını çıkartacağını biliyordur.
O yüzden sana artık dur demek zorunda, ya da sevişin demek zorunda değildir.
Bu düşünceyi benimseyen insanlar o nedenle aptal romantik komedilerin içinde bile ararlar bunu.
Gösterge analizi yaparlar.
Fakat yapısalcı dilbilime benim de savunduğum eleştiriler geldi.
Bunlar en temelde bu dilbilimin "alımlayı" hiçe saydığını, özneyi tamamıyla belirlenen haline getirdiğini söylüyorlardı.
Yapısalcı dilbilim, "kırmızı" gibi kelimelerin, göstergelerin, iktidarın kodları dışında algılanamayacağını iddia ediyorken, bu görüşü savunanlar
bunu kabul etmediler:
Bir şey iktidarın kodları dışında, bambaşka bir şekilde de çözümlenebilir. Bu o çözümün "politik" olmadığı anlamına gelmez, sadece sabit bir anlamı olmadığı anlamına gelir.
Yan anlamlar, lehçeler, bölge farklılkları, kültür farklılıkları gibi birçok şey, bir şeyden algılananı değiştirebilir.
Ama bu, tekrardan söylüyorum, onların farklı politik kodlarla kodlanamayacağı anlamına gelmez. Yani her şey politik olma potansiyeline sahiptir.
Daha net anlatmak için merkezcil kuvvet ve merkez-kaç kuvvet üzerinden işlediğini söyler bu dilbilimciler dilin.
Kendi anlamını başka anlamlar üzerine hakim kılmak isteyen merkezcil güçler, göstergelerin, kelimelerin anlamlarını kendi merkezlerine doğru çekerler.
Ama dil, çok canlı bir şey olduğundan, o merkezden kaçar.
Yani bir mücadele alanıdır bu. Kimin belli anlamlar üzerinde iktidar kuracağına dair bir mücadele alanı.
Yani temel meseleye dönersek, her sinema filminin içinde "bilinçsizce de olsa" kodlanmış ideolojik mesajlar vardır.
Yönetmen onu oraya öyle olsun diye koymamıştır, ama yönetmen iktidarı zaten kendisi kabul etmiştir. Onun için nettir, kırmızı erotiktir örneğin.
Kırmızı giyen bir "femme fatale"in politik olup olmadığıyla ilgilenmeyiz artık, çünkü öyledir der geçeriz.
Ama birileri çok haklı olarak çıkar ve cinselliğin tarihine bakar ve şu soruyu sorar:
"Acaba tarihte hangi iktidar/sınıf ilişkilerinde cinsellik kırmızıyla birlikte kodlanarak bizim bilinçaltımıza nüfuz etmiştir?"
Ama birileri de çıkar der ki, kırmızı illa erotik ya da benzeri çağrışımlar yapmaz, başka bir yerde kırmızı, erotizmden çok farklı bir şeyi ifade ediyordur.
Daha geleneksel bir şeydir örneğin. O halde bir firma, o geleneksel kodu kullanarak, ürünlerinin ambalajını kırmızı yapar, o geleneksel kodu da onun üzerine yükler,
böylelikle ürününü daha rahat satar. Aynı örneği yeşil renk içinde verebiliriz rahatlıkla:
"Ramazan'da Coca-Cola şişelerinin kapakları neden yeşil olur?"
Basit bir şekilde yeşil işte deyip de geçebiliriz, insanların kafasında hiç öyle bir çağrışımı da olmaz, ama yeşil İslam'ın rengidir, firma bir mücadele alanına bu göstergeleri kullanarak dahil olmak ister.
Öyle algılanıp algılanmayacağı belli değildir. Algılanabilir de algılanmayabilir de.
Dediğim gibi bir anlam verme yarışmasında mücadeledir poltika. Bu anlamda bakarsak her şeyin poltik olma ihtimalini düşünebiliriz.
KEzzAP! Sen bu işi biliyorsun dostum. Daha çok yazsana yaa. 🙂
Bakalım uyumsuz Ahpab ne diyecek, beklemedeyiz. 🙂
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
KEzzAP! Sen bu işi biliyorsun dostum. Daha çok yazsana yaa. 🙂
Bakalım uyumsuz Ahpab ne diyecek, beklemedeyiz. 🙂
🙂
Yaptığım sadece, varolan tartışmaları aktarmak Görkem, tek özgün tarafı aktarış biçimim, kullandığım dil olabilir.
Kolaysa mutlu olurum.
Bir de zaten burada bu yazılarla yapacağım, varolan tartışmaları burada paylaşarak, en nihayetinde varmak istediğim "özgün" sonuca evriltmeye çalışmak. Bunda sizlerin katkıları inanılmaz olacak.
Eylem'in söylediklerinden farklı bir şey söylemedim aslında, söylediklerini kabul ederek, biraz daha genişlettim diyelim.
Kezzap'ın dediklerine ekleyecek bir şeyim yok. 10 kat iyi biçimde açıklamış zaten.
Her şeyin politik oluşunu psikanalize girmeden anlatmak mümkün değil. O yetkinlikte bir adam olmadığımdan da bunu benden beklemeyin. Sembolizm falan filan hepsine girmek gerekir.
Örneğin bir ok işaretinin yön belirtmesi doğada olan bir şey değil, kendisine sonradan yüklenen bir anlamdır. CHP'nin tüm oklarının yukarıya ve yana bakması estetik tercihlerle alakalı değildir örneğin.
Uzar gider bu tartışma.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
Vay be....
Valla hayatımda ile kez politik sinema üzerine birşeyler söyleyenlerin ya da sinemanın politiği üzerine konuşanların sıkıcı olmamayı başardığını gördüm.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
............
İlk yorum, hakim olan bütün fikirleri "burjuva" ya da "egemen" olarak tanımlayıp, halkı bu hakimiyet karşısında "bilinçsiz" olarak değerlendirip, görünmeyen gerçekliğin önündeki perdeyi toptan kaldırmayı, ve mutlak gerçeği sergilemeyi amaçlar.
Diğer yorum ise, gündelik hayat içerisindeki fikirlerin ya da nesnelerin bile içinde "doğru"lar bulunduğunu düşündüğünden, bu doğrulara önem verir, "yanlış" değil "eksik" olduğunu düşündüğünden,
bir bilinç aşılama meselesini değil de eksikleri tamamlamayı kendine hedef olarak belirler.
Dolayısıyla, ilk yorum kültürel bütün ifadelerin ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir anlayışın konulmasını hedef olarak koyarken diğerinde ise hedef varolan kültürel ifadelerin kullanılarak eksiklerin tamamlanmasıdır.
Bu çok kaba, temel girişin ardından, sinemaya dair yazacağım yazılarda, ikinci yorumu benimsediğimi belirtmek isterim.
Bugün yapılan herhangi bir sinema filminin içinde, bir ezme/ezilme durumunun varolabileceğini, bu varlığın amaçlanılan "sosyalist sinemanın" temellerini oluşturabileceğini, yani sosyalist sinemanın sıfırdan değil bugün varolan sinema üzerinden kurulacağı fikrini benimsiyorum. Dolayısıyla halkın bilincinde karşılık bulan, evet, bu anlamda popüler olan her film, başta Hollywood sineması olmak üzere, Sosyalist bir sinema açısından çok önem taşır.
.........
İlk yorumun hayata geçirilmesi çok zor, olması gereken bu olduğu halde. İkinci yorumu benimsek daha akıllıca görünüyor. Sosyalizmin de aslında Marksist anlayışa göre komünizme bir geçiş evresi olduğu düşünülürse, yerinde sayması hatta durumdan memnun olunması hali bir tür güdük kalma halidir; yani eksiktir, amacından şaşmıştır. İkinci yorum görevini tamamladığında birinci ve asli olan yorumun gerektirdikleri uygulanmaya çalışılmalıdır.
İdeolojik bir anlayışla yapılan sinemanın da ideolojik olması gerekmez. Bunu dolaylı yollardan hissettirmek gerekir. Filmin bütününe yayılmış insancıl bir duygu taşımalı filmler. 70'lerde sol bakış açısıyla yayınlanan çok sinema dergisi çıktı. Ama hiçbiri uzun ömürlü olamadı. Bunun sebebi yazdıkları şeylerin yanlış olması değildi. Tersine en gerekli ve doğru şeyleri yazıyorlardı. Ama senin en başta yazdığın gibi "yanlış bilinç"in bir türlü kırılamaması ve onu kırmak için yanlış tercihler yapılması sonucu yayından kalktılar. Eğer devrim Marksizme göre yapılacaksa, işe başlarken sonuna kadar gitmek gerektiği bilinilmeli. Çünkü Marksist aygıtları kullanarak devrimi gerçekleştirip, ondan sonra Marksizmden uzaklaşırsanız devriminizin de anlamı kalmaz, başka bir şeye dönüşür. Rusya'da Stalin dönemi, Küba'da devrim sonrası ne yapılacağına karar verilememesi, fikir ayrılıkları, gibi örnekler verilebilir. Daha açık söylersek sizi ilerleten şeylere sıkı sıkıya sarılmanız gerekir, sonuna dek.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Soru işaretlerini belirtmemizi istersen de onlarca sayfaya ihtiyaç var aslında KEzzAP.
Biliyorum ki, benim odaklanmak isteyeceğim şey senin derdinin kapsamında değil ama madem böyle bir soru sordum, kısaca yazayım:
Bir kere en başta, söylediklerine geçmeden önce, bu bakış açıları ile ilgili ilk netleştirilmesi gereken şey şu: bir filme politik bakıp bakmamak ne demektir?
Bu gerekli midir? Gereksiz midir? Şart mıdır? Doğru mudur? Yanlış mıdır? Her film, bu açıdan bakıldığında bir fikir savunmak için mi yapılmaktadır? Başka hiçbir eleştirel bakış açısı için "her film görseldir, her film tür filmidir, her film popülerdir, her film göstergebilimseldir, her film auteur sinemasının bir üyesidir" gibi söylemler dile getirilmezken, politik bakış için neden illa" her film politiktir" deniyor? Hatta neden her filmin politik bir mesajı olduğu iddia ediliyor? .......
Çünkü Marksizm bütün hayatı kapsar ve kuşatmıştır. Yani her şeye Marksist bir bakış açısı ile bakıldığından ve bu bakış ideolojik bir bakış olduğundan sinema da bu ideoloji tarafından kuşatılmıştır. Tabi içerden de fikir ayrılıkları vardır. Frankfurt Okulu vs. Marksizme yeni bir yorum getirmek için oluşturulmuştur ama beraberinde de birçok bölünmelere yol açmıştır.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer