Eylem'e sordum cevap şu:

eylem: televizyon nası vardı o zaman onu düşün 🙂
canlı yayınlar falan
erkan: sen soruma cevap ver
eylem: bilmem onu çöz onu da çözersin işte

😀

1968 de Türkiye ilk tv yayınını yaptı, Amerikayı hesap edebilirsin sanırım.
Hatırladığım tüplü yayın kameraları varmış o zamanlar 🙂

Yahu televizyonu kamerayı tüpü anladım ben de. Bir kameranın direk canlı yayın yapabilmesi için sensörlü bir yapısı olması lazım diye düşünüyorum çünkü; ben o zaman filme çekip yıkayıp sonra tv ile eşleştiriyorlar diye düşünmüştüm. Bunu da canlı yayında olması mümkün değil gibi. Ha kameralar var filme kaydetmiyor diyorsanız tamam. Ama neye kaydediyor? Banda? o zman sensör var vay be?

Sensör dediğin şey tüp işte 😀

http://en.wikipedia.org/wiki/Video_camera_tube " onclick="window.open(this.href);return false;

olm ben daha cahilcesini sorayım. Kamera paso karşıdan çekiyo hakkat nası çekiyo. önce birinin inip oraya sabitlemesi gerekmiyor mu? Ayın karanlık yüzüne mi indiler? (bknz. Eyüp & Eser filmi) KAranlık yüzüne önce inip spot ışık mı kurdular o kadar aydınlık. Hayır aydınlık yüzüyse koca dünyayı aydınlatan bir ay yüzeyi. Yani yansıması ile dünyayı aydınlatabilen bir yansıma yüzeyi orada gezinen adamın humuna gomaz mı? Cidden bilmediğimden soruyorum. Zaten anlaşılıyordur bu cümlelerden ama einstein'de böyle çocuk gib isoru sorarmış 🙂
Oraya direk güneş ışını vuruyor güzelim. Bir atmosferi de olmadığından ayın, o ışık hiç dağılmıyor. O astronotların kıyafetlerinin o kadar gocaman olmasının sebebi içerisinde klima olmasıdır. Su bazlı bir sistemle kıyafetlerin içi ısıtılır/soğutulur. Zira yüzey sıcaklığı gündüz 100 derecenin üzerinde gece ise -150 derecenin altındadır. Kasklarında da her zaman tek taraflı ayna cam kullanılır ışınlar direk yansıtılsın diye.

Aya indiğinizde kamerayla da çıplak gözle de yıldız göremezsiniz. Çünkü yüzey parlaktır ve gözünüz de kamera da diyafram kısar, yıldızların ışıkları görünmez bu nedenle.

Kameralar da önceden konur sonra çeker. Neil Armstrong'un aya inerken geniş açı görüntüsü yok, kendi kaskındaki kamerasından görüntüsü var adımını atarken. Bir de içinde kaldıkları aracın yanından çıkar kamera var. Senin o yerleştirilmiş sandığın kamera da odur.

https://www.youtube.com/watch?v=
Buradan da görebilirsin.

Şunu izleyin bi:

" onclick="window.open(this.href);return false;

Şunu izleyin bi:

" onclick="window.open(this.href);return false;
😯
galaksiler arasında ışık hızıyla yolculuk ederken karşına o sondaki şey çıksa bittin işte..

Şimdi evrimdir, aya iniştir falan konuşuyoruz da bugün öyle bir şey öğrendim ki hepsini geride bıraktı.

Bundan birkaç ay önce, Flat Earth Society'nin (Düz Dünya Cemiyeti) sitesine girip biraz bakınmıştım. Burada dünyanın düz olduğunu iddia ediyor ve bunu sağlayacak bilimsel kanıtları üretmeye çalışıyorlardı. Çok ince bir mizah anlayışına sahip dehşet bir site olduğunu düşünmüştüm çünkü içerisinde dünyanın 9,8m/s hızla yukarıya doğru hareket ederek yer çekimi kuvveti oluşturduğunu falan iddia eden saçma sapan yazılar vardı. Bugün öğrendim ki bu topluluk gerçekmiş, 2001 yılına kadar da varlığını sürdürmüş, aya çıkışın yalan olduğunu iddia eden ilk insanların arasında da yer alıyor bu güzide insanlar, zira aydan dünya küre şekliyle görünebiliyor. Aya bile gitmeye gerek yok, neyse.. Şok olmuş durumdayım.. Diyecek bir şeyim yok.. http://en.wikipedia.org/wiki/Flat_earth_society " onclick="window.open(this.href);return false;

oha bi tür telapati olmalı:) ben de o gönderdiğin linkte oraya takıldım. baktım araştırdım hayret ettim. buraya da yazacaktım sen yazmışsın. paranormal bir durum.

Bence o işte iyi para var ondan. Ben de böyle bir sosyal tarikat kurmak istiyorum ya, zamanında teklif ettiler ama para getirmez diye girmedik, halbuki deli para varmış tarikat işinde be.

Son noktayı buldum, Hürriyet'in sitesinden geliyor.
Bir sucu, asansörde damacana ile masturbasyon yaparken yakalanmış. Bu da Hürriyet'in haberi duyurma şekli.

Geçen Türk Ocağı diye bir yere gittik, 20 yıllık arkadaşım ‘acizbirkulumben’ ile. Bahçesinde Şeyh Bedrettin’den tut, II. Abdülhamit’e kadar onlarca büyük şahsiyet yatıyordu. Dipte de bir karavan tuvalet yapılmış. Titreyip kendime gelmeyi denedim, beceremedim. Tepede nargile içen insanların bakışları arasında, Bedrettin’in mezarını eşeleyip kemiklerini koklamayı isteyen bir sokak köpeği gibi bakakaldım rakım altında. Arkadaş mp3ünü uzattı, ‘Lithium’ çalıyordu. İnsan sosyal bir hayvandı o an, anlamıştım. İnsanların arasına karışıp iki nargile söyledik. Bir süre sonra 7 kişilik bir Japon grubu geldi. Kısa şortlu, çekik gözlü kızlar. Biri devamlı beni süzüyordu. O kadar masum görünüyordu ki, kafasını baltayla yarıp, dışarıdaki mezarlardan birine aceleyle gömerek, mezarına çiçek bırakmak geçti içimden. Aklımdan geçenleri anlamışçasına gelip yanıma oturdu. Bir paket çıkarıp bana uzattı: Minyatür baltaya sarmaşık şeklinde dolanmış güller. Bu Japonlar çok zekiydiler ve artık düşünce okuyabiliyorlardı. ‘‘Hideo Nakata’’ dedim, ‘‘ringu’’ dedim. Gülümsedi. İntihara meyilliymiş. Türkçe bilen, onları gezdiren yerli Japon açıkladı. Turistler ve bizim okuryazar takımı, gazeteciler, kıyıda köşede kalmış gururlu yazarlar, nargile içen örtülü kızlar. Belki çoğuyla aynı fikirleri paylaşıyor, aynı şeylerden keyif alıyorduk ama bu içimdeki sıkıntının büyümesini engelleyemiyordu. Kat kat maskeler ardında gerçek yüzlerini saklayan insanlarla bir arada bulunmak bana iyi gelmiyordu. Poe’nun meşhur öyküsünde olduğu gibi, mezarlar arasına sürgün edilmiş, yarı ölülerdik orada, o an. Ve belki de gerçekten kızıl ölümün maskesi örtüyordu, bütün yaşanılır kılınmış rakım üstü parçacıklarını. Birer ‘Pennyroyal Tea’ alıp çıktık.

Hacı japonu götürdün mü götürmedin mi sadede gel.... 😀

Evli ve çocuklu adama forum ortasında ayıp böyle sorular :). Yapsa da söylemez hehe..