Bilindiği üzere Sait Faik Abasıyanık, Necip Fazıl, Sevgi özel gibi yazarlarımızın meşhur kısa öyküleri vardır, ve çoğu eserleri edebi yönden güçlü ve anlattıkları hikaye yönünden iletisi kuvvetli eserlerdir. Sait Faik Abasıyanık - Ege nin Öfkesi bulursanız kısa bir öyküdür okumanızı tavsiye ederim. Bunun dışında merak ettiğim şey aslında tam olarak şudur; eğer ben bir kısa öyküyü alsam, film yapsam, o filmin sonunda şu öyküden esinlenilmiştir yazsam telif hakkı sorunu olurmu? Ki sanırım olur. Karakterleri değiştirsek, farklı mekanlarda geçse ama senaryodan anlaşılır. Kitabı okuyan zaten bilecek aslında. Ama gel gelelim aramızda şu öyküyü bilen kim vardır ahanda paylaşıyorum:
Necip Fazıl Kısakürek - Eski Elbiselerin Hafızası
Kapalıçarşı'da birkaç istikametten düdük sesleri gelmeye başladı. Bu, her akşam üzeri çarşı bekçilerin verdiği bir işarettir ki, kapanma saatinin geldiğini ve dükkânın kapamaya geç kalanların acele etmesini ilân eder. O saatte Sahaflar Çarşısı tarafındaki büyük kapıdan içeriye bir göz atmak korkunçtur. Çarşı, kimi kapanmış, kimi kapatılmaya uğraşılan iki sıra dükkânın çizdiği, karanlık ve nerede bittiği belirsiz bir dehliz halinde uzar. Ayrıca kepengi olmayan bazı vitrinli mağazaların camekânlarındaki eşya, bütün gün üzerlerine serpilen elektrik ziyasından ayrı düşünce, korkularından büzülürler ve camdan, çarşının tenhalaşmış yoluna görmemek için gözlerini yumarlar.
Yine o saatte çarşıdan geçenlerin adımlan o kadar hızlı ve halleri o kadar telâşlıdır ki, üç adım geride bir cinayet işlemiş farz edilebilirler. Sanki tepelerindeki kurşun kubbe biraz sonra çökecekmiş gibi, çarşının tâ öbür başında gündüzün son beyazlığını çevreleyen kapıdan bir an evvel geçip temiz havaya kavuşmak için can atarlar. O saatte çarşıdan geçen herkesi görünmez bir elle arkasından iterek kapılardan dışarıya atan ve ağır kilitler, keskin gıcırtılarla kapanan iki tunç kapının arasında tek başına kalmak isteyen, sanki bir manâ, bir ruh vardır. Vehimleri seven bir adam için bu ruhun yuva kurduğu yer eski elbiseciler tarafıdır.
Düdük sesleri seyrekleşmiş ve eski elbiseci, dükkânının yola doğru uzanan peykesindeki mankenleri omuzlayarak içeriye aldıktan sonra kepenkleri kapamıştı. O günkü kazancını buruşuk bir zarfın içine doldurup cebine attı. Kepenkleri bir bel kemeri gibi saran demir kolu muayene etti. Kilidi vurdu ve arkasına bakmadan ağır adımlarla ilerleye ilerleye kayboldu.
Kullanılmış elbise giyen, siyah boyalı, dört başsız manken, küf kokan kubbeli daracık dükkânın içinde yüz yüze duruyorlar.
Koyu karanlıkta birbirlerini görüp görmedikleri malûm değil... Dördü de dükkân sahibinin gittikçe uzaklaşan ayak seslerini dinleyip artık hiçbir şey duymaz olduktan sonra hâlâ gizli bir ses işitiyormuş gibi, bir müddet dalgın, beklediler. Taş kubbeden, rutubet damlaları hâlinde şıp şıp süzülen, âdeta, yürüyen zamanın ayak seslerini sayan bir âhenk duyuluyor.
Mankenlerden biri fısıltıyla yanındakine hitap etti:
- Bak, şu karşımızdaki koyu elbiseliyi görüyor musun? Yahudi, bugün satın aldı onu... Haydi konusalım!
Öbürü başını salladı:
- Haydi konuşalım!
Üçüncü mankenin de eteğini çektiler:
- Haydi konuşalım!
İlk söze başlayan manken yeni gelene dönerek sesini biraz daha dikleştirdi:
- Bugün seni Yahudi'ye getiren genç ne kadar da solgun yüzlüydü. Sönük gözlerinin manâsını, karanlıkta ancak biz anladık. Üstünde, kollar; iki parmak kısa gelen bir ceket, bol gelen bir pantolon vardı. Belliydi ki, o elbise, bir arkadaşından bir günlüğe alınmış bir elbiseydi. Seni fena bağlanmış bir paket içinde, koltuğunun altında taşıyordu. Sen onun yegâne elbisesiydin, değil mi?
Ve üç manken, yeni gelenin henüz hiç işitmedikleri sesini duymak için kulak kabarttılar.
Yeni gelen cevap verdi:
- Evet!
Fakat bu tek kelimelik cevap o kadar resmi ve ses o kadar maskeliydi ki, yeni gelenin içyüzünü anlamak, kabil olamadı. Aylardan beri bu dükkânda oturan Yahudileşen öbür mankenler, hemen ittifak ettiler ki, yeni geleni anlayabilmek için ona uzun bir cümle söyletmelidir.
İçlerinde en kıdemli ve açık gözlü, ilk söze başlayan manken devam etti:
- Biz o gence ne kadar şaştık. Senin gibi iyi kumaştan ve iyi terziden çıkmış, ana ve baba tarafından asil bir elbiseyi hiç pazarlık etmeden Yahudi'nin ilk verdiği paraya bırakıverdi. Genç, paralan alırken dikkat ettim, öyle bit nefretle aldı ki, müthişti. Parayı alırken bir anda gözleri Yahudi'nin siyah tırnaklarına takıldı. O kadar... Sonra dükkânın önünden uzaklaştı. O nasıl uzaklaşıştı o.. Biz ki, başsız tahta mankenler, her şeyi görür ve anlarız; eminiz ki, o genç sokağın köşesini döner dönmez: “Yahudi arkamdan geliyor; Şimdi satın aldığı elbiseyi geri vererek vazgeçtim diyecek...” diye koşa koşa kaçmıştır. Halbuki bu neticeye asıl kendi lâyık olan Yahudi, o anda keyfinden benim omuzlarımı okşamış ve bir dükkâncı komşusundan ödünç bir sigara istemişti. Gencin elbise paketini uzatırken titreyen parmaklarıyla, Yahudi'nin elbiseyi muayene ederken suratının zoraki somurtuşu hiç hatırımdan çıkmayacak. Seni bu şekilde satması için kim bilir o genç ne büyük bir ihtiyaca düşmüş olmalı, değil mi?
Ve yine üçü birden, görünmeyen başını, teessürden göğsüne düşmüş farz ettikleri yeni gelen mankenin artık içini dökeceğini tahmin ederek beklediler. Yeni gelen gene kısaca cevap verdi:
- Evet...
Artık yeni arkadaşlarının ağzından bir söz almak için:
- Anlatsana, kuzum bize gencin hikayesini anlatsana!
Demekten başka çare kalmamıştı. Halbuki bunu söylemeye üçü de tereddüt ediyorlar ve karanlıkta, elsiz kollarını büyük bir heyecanla inip kalkan tahta göğüslerine bastırarak bu suali sorduracak cesareti yüreklerinde biriktirmeye çalışıyorlardı. Yeni gelenin kumaşı gibi asil sükutu, onların merak ve heyecanlarını arttırdığı kadar cesaretlerini de kırmıştı. Yine en akıllıları olan birinci manken bütün zekâ ve inceliğini toplayarak son bir hücuma kalkışmak istedi. Fakat gözünün önünden geçen bir hayâl, son sahibinin hayâli dudaklarını kilitledi. Artık o, yeni gelen genci söyletmek değil, kendisi söylemek istiyordu:
- Ah, bilsen biz senin ıstırabını ne iyi anlıyoruz! Biz ki, her şeyi görür ve anlarız! Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün! O elbise ki, terzinin elinden vücudun basit hendesesine göre yapılmış manâsız bir kalıp halinde çıkar ve sonra bir vücuda yapışıp onun bütün hareketleriyle yaşamaya başlayınca ne hale gelir, düşün! Başlangıçta dümdüz bir alın gibi hiç bir şey ifade etmeyen elbiseler atılacağı güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaydeden korkunç bir hafızadır. Birçok oturuş şekillerinin kabarttığı diz kapaklarımızı düşün! Her duygunun hususi bir biçim verdiği omuzlarımızı düşün! Kambur vaziyetlerde nasıl arkaya toplandığımızı, bütün mafsal yerlerinde nasıl halkalaştı-coşkunlukların, kahkahaların alnımıza çizdiği hep husus! bir çizgi vardır. İnsanlar sanırlar ki, bizim üstümüzdeki her çizgi, her intiba, bir diğer çizgi veya intiba ile silinir, hepsi birbirine karışır, manasız bir halita olur ve sonunda biz eskimiş bulunuruz. Eskiriz, fakat insanlardan evvel eskidiğimiz için onlardan daha ince ve hassas olan biz, bütün çizgiler ve intibalarımızı hep birbirinin içinde saklarız. Bu öyle bir halitadır ki, bunun düğümünü ele geçirebilen göz onu çözdükçe, doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatımızı, zamanın atomları içine sıkıştırır ve bu korkunç, hafıza küpü içinde, mazinin, birbirinin üstünden akan küçük yılanlar halinde nasıl kaynaştığını görür. Fakat o göz kimde vardır? Kimsede... Yalnız bizde... Biz ki her şeyi görür ve anlarız, seni görüyor ve anlıyoruz... Bize artık hikâyeni anlatma!... Ne lüzum var? Biz onu biliyoruz. Ben sana kendi hikâyemi ne diye anlatayım? Sen de onu bilirsin. Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum, öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?
- Evet...
Üç manken de yeni gelen mankenin üçüncü “evet” kelimesini söylediğini zannettiler. Halbuki o hiçbir şey söylemeden susuyor ve o anda dükkânın taş kubbesindeki pencereden giren ay ışığında, omuzlarında solgun yüzlü gencin başı olduğu halde, gözleri hayret ve korkuyla, dükkânın kirli aynasından kendisini seyrediyordu.
Son.
Hikayenin sonu açık bitiyor zaten. Bu tür kısa hikayelerde telif hakkı sorunu ne kadar olur olmaz bilemiyorum, bu tür eserleri internetten de bulmak öyle kolay değil. Mesela aratın Ege'nin Öfkesi - Sait Faik Abasıyanık bulamazsınız.Ben şahsen aradım bulamadım.
Senaryo yazamayan arkadaşlar bunları okuyormu merak etmiyorda değilm... Yada Hikaye bulamayan arkadaşlar nasıl esinlenmiyorlar... Bunları okumayı çok seviyorum öneririm arada iyi gidiyor. Kısa film tadında hikayeler.
Tabiki olduğu gibi kullanırsak telif hakkı sorunu olur. Ama esinlenilmiştir yazdığımızda yine adam fikrimi çalmışsın demezmi? Aslında adamın hikayesini yüceltmiş olmazmıyız birazda?
kendine sorucan ilkercim, adam öldüyse de varislerine, belki onlara kabul ettirebilirsin yüceltme işini 😀
Ben bu insanların öyle çok dert edeceklerini düşünmüyorum bu mevzuları.
Bu isimler topluma mal olmuş isimler.
Varislerini ararsın, irtibata geçersin.
Ticari herhangi bir şey olmadığını kendi halinde bir kısa filmci olduğunu ve öyküyü çok sevdiğini belirtirsen kimse de çıkıp sana olmaz parasını ver demez, dememeli. Derse ondan sonra düşünürsün.
Hani millet hikaye bulamıyoruz diyor ya ona istinaden yazdım bunları aslında. Memleketimizde böyle okunmayan bilinmeyen binlerce eser var. Açsalar bunları halka ne güzel herkes bilse bunları. Bizim kısa filmci üstadlarımız da kaliteli içerik kullansalar. Elimde çok senaryo ve fikir var benim ama bu ölümsüz eserler değerlense keşke diyorum her okuduğumda... Çünkü yok oluyor be abi... Okunmayacak hale gelmiş ulaşamıyoruz bile kolay kolay. Edebiyatımız bu bizim
Çok haklısın. Cidden aslında bu konuda bir bilgi alabilsek.
Ne bileyim gitsek misal, Sait Fait Abasıyanık'ın eserlerinin telif hakkı kimdeyse ve o şöyle bir şey dese:
Ticari olmadığı taktirde her Sait Faik Abasıyanık öyküsünün kısa filmi çekilebilir gibi.
Müthiş olur. Güzel fikir. Bir araştıralım bunu, neler yapılabilir.
Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti.[160] Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.[161][162]
Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı vermesini istedi.
Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi.[163]
Darüşşafakaya bırakmış tüm haklarını 😀 nasıl olacak bu iş
copyright ajansları var bu işlerle uğraşan.
onlardan bilgi almanı öneririm.çünkü;
geçen yıl bir şehir festivalinde yarışan film ödül alınca telif ajansları inceliyor,bulgar bir yazarın romanı olduğu anlaşılıyor.
varisler filmin gösterilmesini yasaklıyor.
mesela.zeki demirkubuzun yeraltı'sında fyodor'un torunlarına telif ödenmişmidir?