Geçen gün enişteyi ziyarete gittiğimde henüz okunmamış bir Star gazetesi görünce dayanamadım bir bakayım dedim. İktidar yanlısı, muhafazakâr bir gazetede, Alin Taşçıyan, Jean Pier Melville üzerine güzel bir yazı kaleme almıştı. Aklıma Le Cercle Rouge (1970) filminin enfes açılış sekansı geldi. Karakterler, mekanlar ve olaylar olduğu gibi gerçekçi olarak yansıtılıyordu. Peki bunu bir başarı olarak mı algılamalıydık; yoksa olması gereken zaten bu mu olmalıydı? Peki ya Melville, hayalinde çıplaklık ve vahşetin bolca bulunduğu bir film kurguladığında, bunu fazla gerçekçi ve gösterilemez bulduğundan hayata geçirmekten vazgeçiyorsa, çekiniyorsa? Bu onu sınırları olan gerçekçi bir yönetmen yapmaz mı? Bir yönetmenin sınırları olması, aynı zaman da yaratıcılığını da sınırlaması anlamına gelmez mi? Aklına gelen mükemmel bir fikirden “gösterilemez” diye vazgeçmek.
Sözü yine aynı gazetede gördüğüm ve şaşırdığım İhsan Kabil’e ve onun Biutiful üzerine yazdığı yazıya getireceğim. Huzura ermeye yakın bir bilge gibi göründüğü fotoğrafından bana bakan İhsan Kabil’in, bir zamanlar yenilikçi ve değeri tartışılmaz Ve Sinema… dergisinde kafa açıcı ve felsefeden destek alarak yazdığı yazıları hatırlayınca, şimdiki bulunduğu ortamı açıklayabilecek en doğru kelimelerin, “huzura erme yolunda atılmış sağlam adımlar” olduğunu fark ettim.
İhsan Kabil filmi beğenmişti ama bunu bir türlü itiraf edemiyor, sürekli çıplaklığın ve şiddetin bu kadar apaçık gösterilmesinin sanata ve sinemaya darbe vurduğunu yazıyordu yazısında. Ona göre bu kadar gerçekçi olmak da fazlaydı. Bunların bu kadar açık bir şekilde gösterilmesi gerekmezdi ve sinema dili gücünü biraz da bunları dolaylı yoldan göstermekten alıyordu. Bir Haneke örneği vermesini boşuna bekledim. Sözünü ispatlayacak en güçlü figürün bile adını vermeye çekiniyor gibiydi. Onun Ve Sinema… dönemini ve Pasolini sevgisini, Nietzsche’den epigraflar kullandığını hatırlayan biri olarak değişimin bu kadarının da fazla olduğunu düşünmeye başladım.
Yazısının ilk paragrafında, “Meksikalı yönetmen Inarritu’nun son eseri Güzel (Biutiful) günümüz dünyasının acılarla dolu gerçekçi bir resmi. Burada gerçekçiliği negatif anlamda kullanıyorum ve gerçekçi yaklaşımın, ne kadar yapıcı niyetler uğruna olursa olsun zaaflar içerdiğini ve maalesef yıkıcı olabildiğini belirtmek istiyorum. Gerçekçiliğin kendisi bir problem ve her şeyi olduğu gibi göstermeye veya söyletmeye kalktığınızda sanatın ruhu ve duygusu zedeleniyor, adeta bir gazeteci yaklaşımıyla görsel bir vakanüvis oluyorsunuz.” diyor Kabil. Ama Inarritu böyle bir yönetmen. Bütün filmlerinde kullandığı yöntem bu. Bir yönetmene filmleri kötü diyebilirsiniz ama yöntemi bu diye eleştiremezsiniz. Bunu bizden daha iyi bilen Kabil, mecburen gazetenin muhafazakar okuyucu kitlesine böyle seslenmek zorunda kalıyor: “Film güzel ama siz kaldıramazsınız. Ben sizin için seyrettim; güzel cümleler kurdum. Seyrederseniz de günah benden gitti” diyor aslında. Bu düpedüz filmden “rahatsız” olan Kabil’in, ve onun gibi sinema eleştirmenlerinin koruyucu tavrı, onların bir sansür kalkanı rolüne soyunmaları anlamına geliyor. Refleksleri gelişmemiş seyirci böylelikle korunmuş oluyor ve bu filmlerden uzak duruyor. İyi olandan uzak tutulduğu içinde seyrettiği filmlerin ne kadar kötü olduğunu anlayamıyor. En azından mukayese yapmak için bile bu “kötü, kaka” filmlerin seyredilebileceğini söyleyemiyor bu koruyucu eleştirmenler. “Biz sizin için seyrediyoruz. Bu kötü görüntülere maruz kalıyoruz ve gözlerimizi kapayarak neden uzak durmanız gerektiğini yazıyoruz. Sakın seyretmeyin.” diyebiliyorlar çocuk kandırır gibi.
Gerçekçilik bile bugün eğilip bükülebilir bir kavrama dönüşürken, aşılmaya, aşındırılmaya başlanmışken, ondan korkmak ve gösterilebilir olmasını kısıtlamak, terk edilmeye başlanmış bir mekana korkulu gözlerle bakmaya benziyor. Birileri orayı çoktan terk etti artık ama siz hala bakmaya bile korkuyorsunuz. Başını toprağa gömen devekuşu, dayanamayıp başını kaldırdığında hayal kırıklığına bile uğrayamayacak. Çünkü başını gömmeden önceki korkusunu oluşturan atmosfer çoktan dağıldı ve yeni korkular üretti. Bu bir çeşit yabancılaşma, sinme ve çekilme eylemine dönüşebilir. Korkulması gereken budur. Yoksa korkularla yüzleşmek değil.
İhsan Kabil'in yazısı için: http://www.stargazete.com/cumartesi/yazar/ihsan-kabil.htm " onclick="window.open(this.href);return false;
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Güzel yazı.
Kurgulanmış gerçeklerden sıyrılıp sadece gerçeklerin kurgulandığı bir film insanların kafasındaki sinema gerçekliğini karşılamadığından gerçek hayatta bir karşılık bulamıyor. Özellikle vasat ahlakın temsil ettiği sinema izleyicisi sınırlarını bilmek istediğinden bu tip denemeleri dışlıyor ve görmezden geliyor. Çünkü onlara göre bir aşk çok aşk olmalı, bir ölüm çok ölüm olmalı ve bunların da hep çok fazla anlamı olmalı. Kimse kendi anne babasının veya dedesinin gerçekliğini sinemada izlemek istemiyor. Gençlerin ağzından düşmeyen Fight Club ve V for Vendetta bunun en belirgin örneği olarak karşımızda duruyor. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'da bahsettiği şey:
"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona birşeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. Onun büyük işler başaracağı umulur ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi, yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar." aslında her şeyi anlatıyor.
Ama Inarritu böyle bir yönetmen. Bütün filmlerinde kullandığı yöntem bu. Bir yönetmene filmleri kötü diyebilirsiniz ama yöntemi bu diye eleştiremezsiniz. Bunu bizden daha iyi bilen Kabil, mecburen gazetenin muhafazakar okuyucu kitlesine böyle seslenmek zorunda kalıyor: “Film güzel ama siz kaldıramazsınız. Ben sizin için seyrettim; güzel cümleler kurdum. Seyrederseniz de günah benden gitti” diyor aslında. Bu düpedüz filmden “rahatsız” olan Kabil’in, ve onun gibi sinema eleştirmenlerinin koruyucu tavrı, onların bir sansür kalkanı rolüne soyunmaları anlamına geliyor.
İhsan Kabil'in yazısı için: http://www.stargazete.com/cumartesi/yazar/ihsan-kabil.htm " onclick="window.open(this.href);return false;
İhsan Kabil'i hiç tanımadığınız -en azından yakından- belli oluyor maalesef. İhsan Kabil'in birçok dersine katılmış ve kendisiyle görüşen biri olarak söylemeliyimki yazdığı gazete için veya muhafazakar kitleye ulaşabilmek için yazmıyor yazılarını. Aksine düşüncesi birebir bu minvalde çevrili olduğu için yazıyor. Kendisiyle çay içmeye oturduğunuzda da bunları duyacaksınız ondan. Kaldıki bir gerçek tanımı sunmamış burada İhsan Kabil zaten iki satırlık yerde bunu yapmasını da bekleyemeyiz. Tarihe baktığımızda yüz milyonlarca gerçek tanımına -görüş değil- rastlayacağımız hepimizin malumu ve "gerçek" özellikle de sinemada "gerçeklik" çok izafî bir mesele. Yani kime-neye göre gerçek mevzuuna giriştiğimizde yöntemin eleştiril(ebil)mesini de yanlış bulmadığımı belirtmeliyim.
İktidar yanlısı, muhafazakâr bir gazetede, Alin Taşçıyan, Jean Pier Melville üzerine güzel bir yazı kaleme almıştı.
O da bir şey mi, TRT geçen sene 2 defa "The Man From Earth" filmini gösterdi 😀
.....
İhsan Kabil'in birçok dersine katılmış ve kendisiyle görüşen biri olarak söylemeliyimki yazdığı gazete için veya muhafazakar kitleye ulaşabilmek için yazmıyor yazılarını. Aksine düşüncesi birebir bu minvalde çevrili olduğu için yazıyor.
İhsan Kabil'in Ve Sinema... dergisinde yazdığı yazılar var elimde. İçinde Ömer Madra'nın, Enis Batur'un, Ülkü Tamer'in, Metin Erksan'ın, Seçil Büker'in yazdığı, yani sol görüşlü bir dergi. İhsan Kabil de onlardan biriydi o zamanlar. Yani o zamanlar o dergide yazan o kişi ile bu kişi bambaşka şeyler söylüyorlar.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Yazı keyif verici gerçekten ama şu "sinemada gerçeklik" olgusuyla karşılaştığım anda tüm allerjik reaksiyonlarım devreye giriyor, tüylerim diken diken oluyor. Bunu birçok kez konuşmuş olmamıza rağmen tekrar tekrar konuşmak istiyorum.
Öncelikle "biz sizin yerinize izledik, sizin izlemenize gerek yok" yaklaşımı hiç şaşırtıcı olmayan, gayet "koyunlar için var olmuş çoban" yaklaşımı. Ama başlarına bir çoban alan her zaman koyunlardır. Şaşırtıcı birşey değil, eleştirmekten ve yuhalamaktan bıktık. Tekrarlamaya gerek yok.
Gerçeklik meselesine gelince. Lütfen dikkatle okuyunuz bu cümlemi, ben çok dikkatle yazıyorum:
"Sinemada gerçeklik, hayatın kötü taraflarını tüm açıklığıyla sergileyebildiği sürece saygı görür. Ama aynı sinema, aynı saygıyı görmek için hayatın iyi taraflarını sergileyecek ise, bunu gizlice yapmalıdır!"
Herhalde anlatabildim.... Esnek bir iddia, o yüzden yine fazla uzatmadan açıklayayım:
Sinemada iyimser, pozitif atmosfere ve havaya sahip filmler "her zaman" "masal, uyuşturucu, kandırıcı" gibi sıfatlarla değerlendirilirler. Ama negatif havaya ve atmosfere sahip filmler ise, hayatın gerçeklerini anlattıkları düşünülerek "gerçekçi, aydınlatıcı, düşündürücü" sıfatlarını alırlar. Bu yaklaşımların ikisi de yanlıştır.
Çünkü hayat ne kötüdür, ne iyi. Herkesin ayrı bir hayatı vardır herkesin dünyası farklıdır. Filmi ve hikayesini pozitif ya da negatif atmosferle sunan da yönetmendir. Hayatı ve dünyayı iyi ya da kötü algılayan da yönetmendir. Filmin dünyayı, hayatı anlattığı doğru değildir, film, yönetmenin dünyasını/hayatını anlattığı doğrudur. Gerçek dünya, hiçkimsenin dünyası değildir. Bu yüzden, hiçkimse ama hiçkimse, izleyici adına, hayat ya da dünya üzerine pozitif ya da negatif bir bakış oluşturduğunu iddia edemez. Ediyor ise de çok büyük olasılıkla yanılır. Yönetmen bir hikaye anlatır, gerisine karışamaz. O hikayeden yola çıkarak dünyaya bir bakış ouşturacak kişi izleyicidir. Kimi filmi karamsar duygularla izler, filmin huzurundan ayrılınca içini karamsarlık kaplar, kimi için ise tam tersi hisler geçerli olur. En usta yönetmenler bile bunu bilemez, kontrol edemez, tam olarak kestiremez.
Her sinemacı kendi şahsi bakış açısını filmine yansıtır. Bunda bir gariplik yok. Ama sinemacı (hatta sanatçı) sahip olduğu açıyı, izleyicisinin kabul etmesini beklerse o noktada saçmalar. Ve zaten, genel izleyici kitlesi ile entelektüel izleyici kitlesini ayırt etmemizi sağlayabilecek, kişinin sanatla doğru ilişkiyi kurabildiğini düşünebileceğimiz nokta da şudur ki: basit izleyici, sadece kendi bakış açısını içerebilen üretimleri sever. Ancak entelektüel izleyici, en zıt bakışa sahip olduğu üretimleri bile takdirle karşılayabilir.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Ya bu arada hegel, bu yazdıklarımla senin fikrlerine katılmıyor oldum galiba....
Öyle mi? Bilmiyorum, emin değilim. 🙂
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Ya bu arada hegel, bu yazdıklarımla senin fikrlerine katılmıyor oldum galiba....
Öyle mi? Bilmiyorum, emin değilim. 🙂
Tersine, zenginleştirici olmuş, teşekkürler. Şiddeti gösterme konusunda bir yerden sonra yollarımız ayrılıyor biliyorum. Bu da normal karşılanmalı. Şu diğer sitede Pasolini üzerinden atışmalarımız olduğunu hatırlarsak, insanları bazen kışkırtmak gerekli bence, limitlerini görmek açısından. Bir sanatçı yapıtını oluştururken kendisine zarar verecek kadar ileri gitmeli mi? Bence ortaya ölümsüz bir şey çıkacağını hissediyorsa bunu göze almalı. İşte o zamanda önüne şiddet ve benzeri rahatsız edici ögeleri, nasıl göstereceği problemi ortaya çıkıyor. Nereye kadar vardırmalı işi? Ucuzluğa düşmeden, bazı riskleri göze alarak, eserinin bütünlüğü adına sonuna kadar gitmeli mi? Yoksa taviz verip, eserini zedelemeyi ya da eksikliğini göze mi almalı? Hala birçok şeye hazır değiliz. Bu konuda tiyatroda A.Artaud ilerici ve vahşet tiyatrosunu hayata geçirmesinin bedelini, üzerinde lobotomi yapılarak ödedi.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
.....
İhsan Kabil'in birçok dersine katılmış ve kendisiyle görüşen biri olarak söylemeliyimki yazdığı gazete için veya muhafazakar kitleye ulaşabilmek için yazmıyor yazılarını. Aksine düşüncesi birebir bu minvalde çevrili olduğu için yazıyor.
İhsan Kabil'in Ve Sinema... dergisinde yazdığı yazılar var elimde. İçinde Ömer Madra'nın, Enis Batur'un, Ülkü Tamer'in, Metin Erksan'ın, Seçil Büker'in yazdığı, yani sol görüşlü bir dergi. İhsan Kabil de onlardan biriydi o zamanlar. Yani o zamanlar o dergide yazan o kişi ile bu kişi bambaşka şeyler söylüyorlar.
Eski yazılarının elinde bulunması bir insanı yargılayabileceğimiz anlamına gelmez sanırım. Kendisi eskiden sol görüşe mensup biri olduğunu kabul ediyor haliyle ve bize de insanların değişebileceğini kabul etmek kalıyor. Ve Sinema'nın da çok kaliteli bir dergi olduğunu güvendiğim birçok kişiden duyduğumu belirtmeliyim ayrıca.
Valla hegel, seninle Pasolini üzerine bayağı konuşmuştuk ama inan ki içeriğini pek hatırlamıyorum sohbetlermizin. Benim Pasolini'den, ayaklarım popoma vurarak kaçma olayım tamamen kişisel. İzlemediğim bir yönetmen üzerine hiçbirşey söyleyemem, söylemeidm de. Artı ya da eksi yorumla yani. Tarafsız, kişisel, öznel nedenlerle hiç Pasolini izlemeidm ve izlemeyeceğim. Çünkü şahsen şiddet kaldırmayan bir bünyem var. Bayağı etkileniyorum yani.
Bunun çeşitli istisnaları var tabi. Haneke çok zorlayıcı değil sanıldığı gibi çünkü ayrıntı vermez hiç. Hİkayelerine bayağı mesafeli yaklaşır, kamerası hep gözlemci konumdadır, bu uzaklıktan olanları izlemek çok zorlayıcı olmaz. Kimi şiddet gösterileri çok kötü resmedilmiş, inandırıcı olmuyor, onlar da pek etkilemiyor. Ama yeni nesil bazı şiddet pornografisi filmleri (Hostel falan gibi) hem bayağı porno hem de gayet özenli çekilmiş olduklarından gerçekçiler. Hİkaye falan deli saçması ama görsel malzeme gerçekçi, bu yüzden beni çok kötü etkiliyor. Hostel'in bir kısmını izledim, sonrasını kapattım. Yine yarıda bıraktığım örnek Tutku:Hz. İsa'nın Çİlesi. Resmen bayılıyordum. Bir de sinemada izlemeye gitmiştim, ses sistemi de harikaydı. Gözleri kaçırmak falan da yetmedi. Midem bulandı, gözlerim karardı resmen.
Ve yine söylüyorum, bağırarak söyleme ihtiyacı duyuyorum: Sanat sadece hayatın kötü taraflarını gösterdiğinde gerçekçi, inceleyici, "resmedici" değildir. HEr "kendini iyi hisset filmi" masal değildir. Uyuşturucu değildir. Hayatın kötülüklerini anlatmaya meyilli olmak üstünlük değildir. BU kişiler daha gerçekçi, daha filozof, daha değerli, daha "sanatçı" değillerdir. Birşeyleri açıkça resmetmek değerli ise (bu kesindir tabi) dünyadaki iyilikleri, güzellikleri de apaçık resmetmek gerekir. Ama sinema dünyası bunu yapmamaktadır. Çünkü yapıldığında kullanılan yorum çoğu zaman inciticidir. İyiymser her sinemacı gişeye oynar!
Gerçekten böyle mi acaba?
İşte bunu ve bu düşüncenin sebebini de incelemek lazım!
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
İzlemediğim bir yönetmen üzerine hiçbirşey söyleyemem, söylemeidm de. Artı ya da eksi yorumla yani. Tarafsız, kişisel, öznel nedenlerle hiç Pasolini izlemeidm ve izlemeyeceğim. Çünkü şahsen şiddet kaldırmayan bir bünyem var. Bayağı etkileniyorum yani
Bu, hayata bakış açısı ile ilgili bir durum. Hayatını memur olarak rolantiye almış birinin bu durumu anlaması pek olası değil, genel anlamda. Çünkü her şeyi anlamaya çalışan insanlar sonuna kadar acının üzerine gitmek isterler. Bu doğuştan gelen bir suçluluk duygusunun eseridir. Kimse hayatını rölantiye almak için memur olduğundan dolayı seni kınayamaz. Ama kimse bile bile sonuna kadar gittiği ve başkaldırdığı için İsa'yı da kınayamaz. O onun gerçekliğiydi ve acıya direndi, hahamlara "orospular sizden önce cennete gidecek" dedi, bile isteye öldü ölmedi vs., diğeri de senin gerçekliğin. Sen rahatsız olmayıp, steril bir hayat istiyorsun, Pasolini istemiyor. Dostoyevski'ye kafa yormuş adamlar ne dediğimi hemencecik kavrayacaklardır.
not: kişisel algılanmasın lütfen
Dediğini anlıyorum, büyük oranda da haklısın payitaht. Dostoyevski de okumadım hiç, uzun yıllar önce gittim paşa paşa basıp parayı aldım, kitaplığımda aslanlar gibi yatıyor birkaç kitabı, yıllardır fırsat bulamadım, utanıyorum açıkçası. Bazı açılardan feci derecede de rölantide bir yaşamım var, belki de bundan dolayı şiddetten bu kadar kaçınıyorum. Hani günlük hayatta şiddetle hiç karşılaşmayan biriyim.
Ama bunu biraz daha düşündüğümde meselenin temelde 2 açıdan beni etkilediğini düşünüyorum. Birincisi, yukarıda bahsettiğim "kötüyü resmetme" ile "iyiyi resmetme" arasındaki torpil ve adam kayırma yaklaşımı. "Tarafsız kötüden bıktım, tarafsız iyi istiyorum" diyorum yani. İkincisi de konunun, görsel sanatlardaki göstergebilimle ilgisi. Olabilecek en büyük fiziksel sancıları/acıları, görsel olarak zihnime yerleştirebildiğim sürece anlayabileceğime inanmıyorum. Görsel şiddetin, birşeye/bir fikre hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum. Züttürük bir Hollywood filminde, maaşını arttırmaya çalışan yönetmenin, katilin ne kadar zeki ve ne kadar acımasız olduğunu anlatmak için envai çeşit acı çektirme yöntemlerini bana izletmeisne katlanamıyorum. Ya da "insanoğlu hiç sebepsiz şiddet uygular" gibi, kesinliği/doğruluğu netleştirilemeyecek ve doğruluğundan çok ortaya çıkışının konuşulması gerektiğini düşündüğüm bazı fikirler üzerine yapılan bir zihin jimnastiği çalışması, yararlı da olsa "o eksik kalsın" kapsamına giriyor benim tarafımda.
Haneke'nin Ölümcül Oyunlar'ında aile babasının "Bunu neden yapıyorsunuz?" sorusuna işkenceci gencin "Neden yapmayalım?" diye cevap vermesi, çok rahatsız edici ama aynı ölçüde "Bunu izlemeli, incelemeli, düşünmeli ve yorumlamalıyım"dır benim için. Kaçınmam, aksine üzerine giderim. Fİkre katılmasam da (ki asla katılmıyorum) mutlaka o filmi izlerim. Ama oradaki işkence açıkça resmedilmez. Haneke'nin derdini, rahatsızlıklarını ve incelemek istediklerini anlamam ve paylaşmam için şiddeti açıkça izlememe gerek yoktur. Haneke'de bu fikirde olduğundan şiddeti açık seçik göstermez hiçbir filminde.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Disneyland tarzı, gerçeğin yerine geçmesi düşünülen mekanlar tasarlamada batı/uzak batı pek yeteneklidir. Bizdeki başarısız bir Tatilya denemesini hatırlarsak bu becerilerini tescillemiş oluruz. Truman Şov’un Truman’ı belki de en başından beri durumun farkında olabilir de bunu bize belli etmemiştir. Bundan da emin olamayız. Delirmenin sağlıklı ve akıllıca bir eylem olduğunu düşünenler de var. “Yaşamaya yatkın olmak”la da alakalı bir durum. Eski Yunan’dan başlayan dünyayı anlamlandırma çabası, Descartes’ın şüpheciliğinden doğan sistemleşmeyle ivme kazanmış, felsefenin merkezindeki Hegel’in yaydığı ışıkla aydınlanan Darwin, Freud ve Marks’ın saç ayaklarını oluşturduğu cisimleşmenin gerçeğe biraz daha yaklaşmasıyla rayına oturmuş gibi gözükmektedir. Sartre’ın varoluşçuluğu, Heidegger’in varlık ve zamanı, Frankfurt okulu, dilde Saussure, psikanalizde Lacan’ın açılımları, yapısalcılık, yapısökümcülük, Derrida, Deleuze, Foucault, Zizek, edebiyatta bilinçakışı, sanattaki yansımaları derken epey yol alındığı düşünülse de, tuhaf parlamalar, mucizeler ve metafizik, bunun böyle olmadığını söylemeye devam ediyor. Aranan nesnenin arayışında gerçeğe –belki de- çok yaklaşan Althusser’in cinnet geçirerek karısını boğması ve Poulantzas’ın intiharı düşünüldüğünde karamsarlık artmalı mı, ondan bile emin değiliz.
Sinemadaki yansımaları ile devam edelim…
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Yakında hepimiz delireceğiz.
Ya da daha doğrusu artık akıllı ve normal olmadığımızı saklamamız gerekmeyecek.
Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.
Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.
Hayallerine mahkum insan, ya hayallerini gerçekleştirir ya da delirir.
Hayata mahkum insan, memur gibi yaşamaya başlayana kadar tutuklu kalır, hayaller silinmese de değerli olan yaşamaktır artık.
Şu bir gerçek, herkes için bir sınav var, ama şu da bir gerçek ki, kimsenin sınavı aynı değil ve kimseninki kaldırabileceğinden fazla da değil.