Benim çok hoşuma gitti!
Arz-ı hal yazmak zordur. Halimizi arz edeceğiz yani. Herkesin kendi hali zaten kendisine “yeterince yetmekte” değil midir? Halinizde bir orijinallik mi vardır ki arz ediyorsunuz? Bu soru ve zorlukları bir kenara bırakalım, en azından içimizi dökmüş olalım.
Şimdi efendim, ilk önce şunu söyleyelim. Sinema yapmak zor iş. Eğer doğuştan şanslı biri değilseniz, eğer bir adet “rich uncle”ınız(*) yoksa cidden zor iş sinema yapmak.
İyi bir film yapmak için önce iyi bir öykü bulacaksınız. O öyküyü, sinema perdesinde hayal ettiğiniz günleriniz geceleriniz olacak. Çocuklar gibi hayal kuracaksınız. Sadece hayallerinizi düşünceksiniz. O anlarda ne hayatın zorlukları ne de hayalinizi gerçekleştirmeye dair bir plan girmeyecek düşlerinize. “Nasıl yaparım Allahım!” diye bir kere bile düşünmeyeceksiniz. Hayallerinizde Steven Spielberg gibi olacaksınız. İstediğiniz aktörü koyacaksınız öykünüze. Alfred Hitchcock gibi olacaksınız. Kendi öykünüzün dahi sinemacısı olacaksınız. Biz de böyle hissettik başlarda. Öykünün ilk halini ilk kez duyduğumuzda tüylerimiz ürperdi, korktuk. Dinlediğimiz müziklerden öykünün atmosferini çağrıştıran birine rastladığımızda derinlere daldık, koptuk gittik. Karşıdan karşıya geçmenin tehlikeli olduğu anlardı, o anlar. Heyecanınızın tepe yaptığı o anlar, yerini “Ne yapsak acaba?”lı anlara bıraktığında içinizden bir ses “Aldık yine başımıza işi” diye fısıldamaya başladı. Gözümüzü karartıp “Şunu önce bir senaryolaştıralım, gerisi gelir inşallah” dedik. Hep diyoruz zaten. Bazen etraftan geri besleme alabilmek için “elimde süper bir öykü var” tarzında konuşmalara girdik. Bazılarının, içinden “Gene mi!?” dediğini duyar gibi olsak da umursamadık. Bazılarının “Türkiye’de bu tarz öyküler gitmez, şöyle politik yada tarihsel birşeyler çekmek lazım, bomba gibi patlaması lazım” demelerini “Onun için çok para lazım abi” diye geçiştirdik. Politikadan nefret ettiğimizi çaktırmamaya çalıştık. Bazılarının da “Sinema filmi mi olacak bu? Sen mi çekeceksin? Zor işler…” diye burun kıvırmalarına kulak tıkadık.
Daha sadece senaryosunu yazmaya niyetlenirken başınıza bunlar gelir. Ama neyse ki sizi anlayan üç-beş kişi “Gerçekten de bundan harika bir film olur” der de, heyecanınızı yazacağınız senaryoya yöneltme gücünü kendinizde görürsünüz. İçinizden de mutlaka geçer: “Beni kırmamak için mi “çok iyi, çok iyi” diyorlar acaba?”…
Senaryoyu yazarsınız ve bilirsiniz ki Hitchcock’un da dediği gibi işin en güzel yanı bitmiştir. Mutlak olmasa da büyük ölçüde özgür, zengin ve muktedir olduğunuz bir dönemdir senaryo yazdığınız dönem. Senaryo yazmak teknik bir iştir, matematiktir, sezgilerinize matematiğiniz kılavuzluk eder. Karakterleri yazarken çevrenizdeki insanlardan bilmeden tırtıklarsınız ıvır zıvır özellikleri. Bu demektir ki bir senaristin çevresinde ne kadar çok insan varsa onun için o kadar iyidir. Bir yazar içe dönük bir insan olabilir ama bir senarist, hem içe dönük hem de dışa dönük bir insan olmalıdır. Ayrıca senaryo yazmak, edebiyat türlerinin tümünden daha teknik bir konudur. Hem analitik zeka hem de güçlü sezgiler gerektirir. Gözünüzü karartıp, bu işe girdiğinize şaşarsınız zaman zaman. Senaryonuz bittiğinde ise sıkıntı başlar. “Ne olacak şimdi” sıkıntısı. Fakat bu alışık olduğunuz bir durumdur. Hayatınız sinemacı olmaya karar verdiğiniz gençlik anlarından itibaren böyle sıkıntılarla doludur. Planlar yapmaya başlarsınız. Bu planların içinde rol alan insanların sizi bir senarist-yönetmen olarak görmelerini istersiniz, görüyorlarsa eğer, bu duyguyu pekiştirmeye çalışırsınız. Senaryonuzu okurlar. Mutlaka her okuyan bir yorum yapar. “Yapmasınlar” demiyorum ama her okuyan mutlaka yorum yapar. Ülkenizde herkesin ikinci mesleğinin senaristlik olduğunu öğrenirsiniz bu süreçte.
En zoru da, olmayan bir şeye insanları inandırmaktır. Gözle görünmeyen… Üstelik de öncesinde sükse yapmış bir senarist ve yönetmen değilseniz… O sükseyi yakaladıysanız artık kendinizi hiç zora sokmanıza gerek yoktur ya, o da ayrı bir konu. “Asla kendi paranla film yapma” diyen altın kuralı çiğnemeye dünden razısınızdır ama paranız yoktur. Demek ki para bulmak zorundasınızdır. Bu kez bir başka iş kolu hayatınıza giriverir. Yaptığı iş, sadece ve sadece “para istemek” olan yapımcılık işi… Projenizi anlattıkça, sizin öyküyü ilk duyduğnuzda verdiğiniz tepkiyi vermesini beklersiniz insanlardan. Ama istisnasız; cevapların yaklaşık %90′ı “Hikaye iyi ama bizim planlarımızda şu an için böyle bir projeye yer yok” şeklindedir. Yılmazsınız. Aklınıza hep Abraham Lincoln’ün yenilgilerle dolu hayatının yetmiş küsuruncu yılında başkan oluşunu yada Kentucky Fried Chicken’ın kuruluş hikayesini getirmeye çalışırsınız. “Bu işler böyle…”
İşte eğer bu aşamaları da yılmadan geçirirseniz filminizi büyük ihtimalle çekmeye çok yakınsınız demektir. Bu aşamaların herhangi bir yerinde eş-dost-ahbap, çevre, lobicilik çok önemlidir. Ben kendi adıma, ismi çoklarına yabancı olmayan, tanınmış bir film yönetmeninin, filminin montajı sırasında montajcıdan fırça yediğine, “… abi vallahi bir dahaki sefere planları bağlamaya daha çok dikkat edeceğim, gözünü seveyim abi, bitir şu işi” dediğine, yıllanmış montajcının da ona “iki planı birbirine bağlamayı bilmiyorsan film çekme kardeşim!” diye çıkıştığına şahit olmuşumdur. Benzeri anlara siz şahit olsanız da olmasanız da, çoğu zaman perdeye yansıyan “şeylere” bakınca eş-dost-ahbap-lobi denkleminin ne kadar önemli olduğunu anlayıverirsiniz. Bu mutlu insanların, kel alaka projelerini ne kadar kolay yapıverdiklerini görünce hem şaşırırsınız hem de nerede eksik yaptığınızı sorgular durursunuz. Bir yönetmen veya bir senarist-yönetmen olarak yürütmeye çalıştığınız yapımcılık serüveni sizi her geçen gün Haşmet Asilkan’a dönüştürür. Hani şu, Yavuz Turgul’un nefis filmindeki aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni Haşmet Asilkan’a…
Velhasıl zor iştir sinema yapmak. Bütün bunları göze alan, bütün bunları göğüsleyen bir adamsanız, bir de gerçekten bir derdiniz var ve onu anlatmaya çalışıyorsanız iyi bir sinemacı olabilirsiniz. Mutlu insandan sinemacı olmaz. Kendine hayatta bir yer edinmek için sinemacı olunmaz. Sinemacılık, bir “uğraş” değildir.
Bir süre önce benden çok daha genç bir arkadaşım bana şöyle bir soru sormuştu: “Sinema yapmayı çok istiyorum, hayatımı buna adayabilirim, yetenekli olduğumu hissediyorum ama gerçekten yetenekli miyim bilemiyorum, bunu nasıl anlarım?” Cevaben, “Bitmiş, tükenmiş, parasız, adam yerine konmayan bir adam olduğun zamanlarda vaz geçmiyorsan, yeteneklisin.” demiştim.
Bir şey yapmaya çalışmanın getirdiği bu zorlukların ardından, zorluklara neden katlandığımıza değinelim kısaca… Kabaca, ülkemiz sinemasının hakettiği yerde olmadığını düşünüyoruz. Kabaca ülkemizdeki aydın sorununun bir kopyasının sinema işinde de olduğunu düşünüyoruz. Yarı-aydın, hasbelkader sinemacı, hevesli ama bilgisiz, işbitirici ama şark kurnazı olmadan da, insanları yetenekleriyle ve ortaya koydukları eserlerle, bu sektörde bir yerlere gelebilmelerini istiyoruz. Böyle söylediğimiz için bütün sektörü itham ettiğimiz de düşünülmesin, ama sistem istiyoruz. Sinema işinin, İMÇ piyasasındaki “kaset yapma” işine benzemesini istemiyoruz. Bu arada İMÇ’ye de bir çeki düzen gelse iyi olur. İyi ve doğrunun hayata geçme şansı bulabilmesi gerektiğine inanıyoruz. Yeteneği, iyi ve doğruyu ödüllendiren, gerçek ve tutarlı bir sinema sektörünün oluşmasını istiyoruz.
Kendi filmimiz için konuşacak olursak, çok katmanlı bir film olsun istiyoruz. Tıpkı elma gibi… En deneyimsiz sinema izleyicisi de “Mahkum”u izleyince bir şeyler bulsun, öykünün sonunu merak etsin, heyecan duysun… En entelektüel izleyici de takip edebileceği, bir şeyler bulsun istiyoruz. Tıpkı elma gibi. Biliyorsunuz elmalar bazen olgunlaşınca birilerinin kafasına düşer de kütle çekim kanunu filan keşfedilir, biz de bunu ümit ediyoruz. Ne de olsa fakirin ekmeği umut 🙂
(*) Rich uncle: Zengin amca. Yani türkçesi “dayı”.