Forum

Minimalizm üzerine ...
 

Minimalizm üzerine sohbet....

6 Gönderi
4 Üyeler
0 Reactions
2,637 Görüntüleme
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Minimalist sinemanın net bir tanımını yapmak güç aslında. Ama kabaca "sadeleştirilmiş sinema" dersek yanılmış olmayız. Mümkün olan her açıdan sadeleştirilmiş ama... Yani sadece görsel üslup değil. Sade oyunculuklar. Sade bir senaryo ve hikaye... Her şekilde şatafattan, abartıdan, yoğunluktan uzak bir sinema... HIzlı kurgu yok. Bir sürü renk filtresi, color collection, kamera hareketi, efekt, abartılı oyunculuk yok. Karmakarışık senaryo, çok karmaşık karakterler, arapsaçı bir hikayeleme yok.

Ve aslında tanımı gereği çok yoğun duygular da yok. Yani delice bir intikam hırsı, ortalığı kasıp kavuracak bir aşk, ürkütücü boyuttaki öfke...

Bu arada... minimalist sinemanın esas olayı ne biliyor musunuz? Acayip bir numara var burada... Minoş filmler ve yönetmenler, izleyicisini, gayet sakin efendi gibi karşılıyor. ŞEy gibi... Evine buyur eden, elinize çayınızı veren, önünüze bisküviyi koyan, "afiyettesiniz inşallah efem?" diye takılan müzmin aile babası gibi. Yani "lan!"ın ciddi küfür teşkil edeceği bir misafirlik düşünün. Fazlaca gülme isteğinin dizginlenmeye çalışıldığı, ara ara suskunluklar yaşanan, söz edilen her salak konunun abartıyla ilgi çektiği... Anladınız işte siz onu yaa... İşte siz bu ortamdan 2 dk izin isteyip tuvalete gidiyorsunuz ve evin müzmin, henüz yabancılarla konuşmayı sökmemiş, bakire, titrek, ürkek, 18 yaşındaki kızı siz elinizi yıkarken tuvalete girip sizi öpüyor... Diğer filmde 2 tane 50 yaşında 150 kiloluk zenci 15 yaşında bir kıza tecavüz etse inanın bu olay, tuvalet maceranız kadar garip, tedirgin edici ve endişe verici durmayabilir... Çünkü bu zencileri ve eylemlerini anca bir Tony Scott, Martin Scorsese ya da ne bilelim, David Fincher filminde görürüz. Ama sizin tuvalet maceranızı ancak bir Yasujiro Ozu filmi misafir eder. Ve bu olayın filmin içindeki konum ve etkisi, inanın sayısız feci derecede abartılı olay kadar etkileyici durur. Bir alkoliğin yarım saatte bir 70'lik devirmesi mi daha zorlayıcıdır, bir bebeğin bir birayı bitirmesi mi? İŞte minoşlar sizi o bebeğin saflığına, temizliğine, bakirliğine davet eden bir sinemasal tarz tuttururlar. İçine girebilirseniz inanın o tek bir bira, ayyaşı deviren 70'likten daha sağlam gelebilir...

Hadi madem bir örnek verdik, devam edelim... Kız sizi öptü, bir an yüzünüze bakamadan karşınızda ööle salak salak dikildi. Siz biraz şaşırmış, biraz hoşlanmış bir haldeyken elinizi kaldırdınız, onun yanağına dokunmak üzeresiniz, kız dönüp kaçıp gidiyor. Siz şaşkın salona dönüyorsunuz. Ve babası, kızının bir hafta sonra nişanlanacağındna bahsediyor.

Hoppaaa!.... Minimalist sinemaya ne kadar hâkimsiniz bilmiyorum arkadaşlar ama mesela bu, şimdi k.çımdan uydurduğum hikayeyi tertemiz, pırıl pırıl bir görsellikle, doğru mekan ve kişilerle çekecek olsak inanın ki ortaya harika minimalist bir iş çıkar. Dediğim gibi, ilk bakışta size gerçekten hiç etkileyici olmayan, sıradan bir hikaye girişi gibi görünebilir. Ama bu görüntünün sebebi, devirdiğiniz viski, votka, şarap, tekila, burbon ve gordonlar... Transformersten etkilenmememizin nedeni ne? Her allahın günü 25 metre boyunda savaşçı robotlar mı görüyoruz? HAyır... Çünkü onun gerçekdışılığını bliyoruz. Salak bir film oluşunu, fantastik tarafını kabullenmişiz. Çizgi film gibi izliyoruz. Ama burada durum öyle değil. Bazı arkadaşlar bilir, "gerçekleri anlatan film" lafını duyunca tüylerim diken diken olur. (Çünkü yoktur öyle birşey) Ama bu inanışımı ciddi biçimde sarsan tek şey minimalist sinemadır. Çünkü gerçekten gerçek gibidir. Bunu sağlama yolu da sanıldığı gibi minimalist görselliği değil minimalist hikayeler, karakterler ve gerçeğe olabilecek en yakın sosyal psikolojik yapıdır.

Ve ayrıca günümüz için birçoğumuzun hayatı, minimalist filmlerde süregiden hayatlardan daha renkli. Hatta bu durum bile bir gerçek dışılık sunuyor gibi görünebilir. Ancak hikayeler gereğinden fazla minimalist olsa da bu hikayelerden çıkan duygular nettir, gerçektir.

Bakın, gerçek bir örnek vereyim. Yasujiro Ozu’nun Geç Gelen Bahar (Late Spring) filmi. Hikayesi aynen şöyle:

-İzlemeyen diğer paragrafa geçsin, spoilerde sorun var-

Evlenme yaşına gelmiş bir kız var. Bu kızın annesi ölmüş, kız yaşlıca babasıyla yaşıyor. Herkes de bu kıza baskı yapıyor. Hadi evlen hadi evlen. Kız da “ben evlenirsem babama kim bakar, onu yalnız bırakamam” tribinde. 50 dk boyunca bu… İzlerken “of ya… s.ktir git allasen!” dedim. Sonra kız babasının başka dul bir kadınla evlenmeyi planladığını duyuyor. Bu çok feci bişi kız için. Neticede 1950’ler Japonyasındayız. Çok tutucu ortam yani. Kız ağlıyor zırlıyor. Babası ölmüş annesine ihanet etmiş gibi oluyor yani. Ama babası kızını ikna ediyor. “Evlen sen, ben yalnız kalmayacağım, iyi namuslu bir kadın bulup ben de evleneceğim” diyor. Kız bir şekilde ikna oluyor ve evleniyor. Ama anlıyoruz ki adamın evleneceği falan yok. Sırf kızını evlenmeye ikna etmek için öyle demiş. Kız evleniyor ve başka şehre gidiyor. Filmin sonunda adamın yalnız eve gelişi, evde sessiz sedasız oturuşu var ya… İçinizi parçalıyor resmen…

Ben bu hikayeyi yazıp foruma atsam, “sizce nası hikaye?” desem millet bana söver sayar ve eminim “kötü” der. İşte Yasujiro çekiyor bunu ve minimalist başyapıtlardan biri oluyor bu film. Neden? Çünkü bu hikaye gerçek hayatta olabilecek kadar gerçek ve sanal dünya için basit görünse de gerçek hayat için son derece etkileyici aslında.

Neyse… Ama minimalistlerin çok büyük bir sorunları/yanılgıları var. (Bana göre bu nedenle minimalizm çok zekice, harika bir üslup ama doğru icra edebilen yok) Bu sorun şu: Hemen hemen izlediğim tüm minimalistlerde bunu gördüm: Minimalist olmaları, onları, filmlerinin akıcı kılmaktan muaf kılıyor sanıyorlar. Filmlerini gerçekten sıkıcı yapan esas şey bu! Film ilerlemiyor, gitmiyor, akmıyor ve bunun minimalizmle ilgisi yok.

Bakın hemen gerçek bir örnek vereceğim… Bresson’un L’argent’inden örnek verelim…

-İzlemeyen diğer paragrafa geçsin, spoilerde sorun var-

Kuyumcumuydu neydi… Sahte para olayı oluyor. Oraya mal getiren çocuk tutuklanıyor. Olay kuyumcuya varıyor vs. Orada kuyumcu çocuğu tanımadığını söylüyor, bu nedenle çocuk yalancı konumuna düşüyor. Sonra polis çocuğu götürüyor. Şimdi… Bu sahnede kuyumcu çocuğu tanımadığını söylüyor. Polis çocuğu götürecek ya… Filmde çocuğun minimal tepkisi, polisin çocuğu dükkandan çıkarışı, polis aracına dindirişi, aracı çalıştırması, aracın kalkıp gitmesi vs… Gereğinden çok daha uzun sahne. Polisin çocuğu nasıl dükkandan çıkardığını, araca nasıl bindirdiğini, aracın binildikten kaç saniye sonra çalıştırılıp gittiğini görmemize gerek yok ki. Çocuk götürülüyor işte, bu kadar…

Özetle… Aslında sahne, olması gerekenden 30 saniye, belki 1 dk uzun. Şimdi denebilir ki “sen rabırt bıressondan daha mı iyi bilecen! Sus!” Ama film öylesine sarkık, öylesine ilerlemez bir halde ki sıkıcılık katlanılmaz oluyor. Birçoğunuz bu filmi alın izleyin de göreyim… Katlanmakta güçlük çekeceksiniz, inanın bana… Sayısız sahne, olması gerekenden çok daha uzun çünkü. Mesele filmin hikayesinin minimal olması, sakince anlatılması vs değil… Birsürü Yasujiro Ozu filminde de, başka Bresson filminde de, Nuri Bilge filminde de Demirkubuz filminde de Semih Kaplanoğlu filminde de aynı şey var. Film ritimsiz… Ritmi yanlış… Varsın sakin aksın, ona da tamam. The Godfather’da yavaş akan bir filmdir. Ama sıkılmayız. Esaretin bedeli de yavaş akar. Ama sıkmazlar bunlar izleyeni. Çünkü izlediğimiz her an’ın değeri vardır. Değeri, gereği olmayan şeyi kurguya katmayı haklı çıkarmaz ki minimalizm. Hiçbir şey çıkarmaz. Bu, 100 senelik sinema tarihinin bizi eğitmesi le oluşan bir dinamik. Üslupla tarzla ilgili değil ki…

İşte minimalist sinemada gördüğüm bu ortak sorun, bu üslubu yaralıyor. Hemen bir tane de doğru örnek verelim, fikrimiz perçinlensin… Alexander Payne… Bildiğim, gördüğüm, tanıdığım en iyi minimalist sinemacıdır herhalde. Bildiğin minimalisttir. Eksiği yoktur fazlası vardır. Hikayeleri küçük, basit, görselliği sakin, abartısızdır. filmleri zerre sarkmaz, sıkmaz. En azından hikâye kurgusu ile sıkmaz yani. Bu filmlerden de sıkılan olabilir ama bu üslup bağlamında filmleri çok akıcıdır. Schmidt Hakkında ve Sidaways, ikisi de bana göre enfes filmlerdir. E nası oluyor bu? Doğru kurguyla oluyor. Hem montaj hem hikaye kurgusu anlamında. Hikayeler sade, sakin ama doğru akıyor. Her saniyeyi izlememizin sebebi var. Gereksiz görünen hiçbir şey yok.

Gerçi “eski film” ve “yeni film” ayrımlarını haklı çıkaran en büyük etken (sinemanın evrimleşmesinde en fazla önem arz eden konu zaten) montajın ve hikaye kurgusunun mükemmelleştirilmesidir. Bu ayırım da en net biçimde minimalist sinemada gözlenebilir.

Şahsen bir sinemasever olarak minimalizm için hep “bana göre değil” demişimdir ancak mesele aslında, belirtmeye çalıştığım hikaye kurgusu sorununda. Çünkü bu sorunun rahatsız ediciliği, en fazla minimalist sinemada ortaya çıkıyor ve “katlanılamıyor” seviyesinde oluyor bence…

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 16/03/2012 2:49 pm
(@kezzap)
Gönderi: 0
Admin
 

Çok iyi yazı cidden. Söylenilen "sarkık yapı" minimalizmle o kadar özdeşleşmiş ki...

Yani şöyle bir tavır var aslında bunu yapan adamlarda. Geleneksel sinema anlayışında yalnızca önemli işe yarayan anlar gösteriliyor ya da gösterilmesi gerek ya, bu adamlar şöyle der, "neden öyle olsun ki, önemsiz anları da göstermeliyiz, çünkü belki de hayat önemsiz dediğimiz anların sonucudur." Ben böylesi tiplere elimden geldiğince döner tekmeyle dalmak istiyorum, şahsi tepkimdir, ama yani bunu şu yüzden söylüyorum, kılıf uydurduktan sonra kelimeler çok esnek şeylerdir her eyleme kılıf uydurulabilir. O nedenle "neden öyle yapıyon dağğyı" dersek onlar da "çünkü eşşeğinkinden dolayı" derler, vay be ne cevap diye peşine düşer bir sürü insan ama aslında o kadar süper bir şey de demiyordur belki adam. Bana senin bile önemsiz bulduğunu kabul ettiğin şeyleri göstermek için niye sinema yapıyorsun diye sorsam mesela şey derler, bak süper cevap:

"Belki de önemsiz gelen önemlidir, kim bilir, zaten ben önemsiz olan şey gerçekten önemsiz mi diye düşünüyorum film çekerken. Ben de bilmiyorum."

Heyyyt! Yani belki de Bresson da öyle yapmıştır, sorsak çok karizmatik bir cevap verebilir, biz böyle kalırız mal gibi.

Ama cidden. Yani ben mal gibi kalmam. Hayırlı işler dağğyı derim Görkem gibi.
Ben bana lagaluga yapmayan her anı iyi değerlendiren adamları seviyorum derim.

Michalangelo muydu şu, "bu sadece bir taş ben fazlalıklarını attım" diyen. Ha işte aynı o stil, o ekol baştacıdır benim için.

 
Gönderildi : 16/03/2012 6:16 pm
(@fulgura)
Gönderi: 0
 

Güzel bir yazı.

Küçük bir teorim var. Son derece yüzeysel ve hatta bir anlamda da alenen yanlış ama bir bakıma yukarıdaki yazıda anlatılanı kendimce tamamlayıcı olduğunu düşünüyorum:

Sinemanın açı, montaj, efekt, renk düzenlemesi, ses tasarımı vb vb hepsi ama hepsi bir tek şeyi "örtbas" etmek ya da deyim yerindeyse "kusurunu kapatmak" içindir: Oyunculuk. Adam gibi tek bir oyuncu ile bütün öyküyü sürükleyerek anlatabilirsiniz ama sıradan replik oyuncusunu ve rolünü maske gibi kullanan sürü sepet oyuncuyu ancak onca efekt, montaj vb envai çeşit numaranın desteği ile yutturabilirsiniz. Belirttiğiniz minimalist filmlerin temelinde, o olmayan şeylerin yerine hepsini bastıran ve bir anlamda da hepsinin gereksizliğini gösteren bu oyunculuk olgusu ve aslında "oyuncu yönetmenliği" vardır gibime geliyor. Bu türden filmlerdeki yönetmenler sırf yüzündeki bir kırışıklık yüzünden bir oyuncuyu tercih ederler ve onunla günlerce sohbet halinde olarak beraber karakteri yoğururlar bence. Oyuncu o haliyle gelip divana otursa bile izleyicinin yüreğine oturmuş gibi olur. Buna ek olarak ortam ışığı ve biraz fotografik beceri yeterli olabilir. O nedenle minimalist sinemanın çarpıcı gelen örneklerinin esasen bu neredeyse kusursuz insan unsuru etrafında döndüğünü düşünüyorum. Öykü yerinde ise ve oyunculuk iyi ise deneyim unutulmaz olmaktadır.

Sadece "minimalist" takılayım diye teknik bir tanımı yerine getirmeye çalışan yönetmenin ise aslında oyunculuğun ve özün olmadığı bir filmi "eye candy"'ye dönüştüren Hollywood yönetmenlerinden pek farkı yok. Sonuçta her iki türün de yaptığı farklı türden de olsa birer "formülü" takip etmektir.

Gerçek minimalist sinema bu nedenle bir formülden çok dinamik bir sürecin adı olsa gerek. Tanımlarken yaşanan sorunun nedeni de bu olmalı.

Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.

Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.

 
Gönderildi : 17/03/2012 3:15 am
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Belirttiğiniz minimalist filmlerin temelinde, o olmayan şeylerin yerine hepsini bastıran ve bir anlamda da hepsinin gereksizliğini gösteren bu oyunculuk olgusu ve aslında "oyuncu yönetmenliği" vardır gibime geliyor. Bu türden filmlerdeki yönetmenler sırf yüzündeki bir kırışıklık yüzünden bir oyuncuyu tercih ederler ve onunla günlerce sohbet halinde olarak beraber karakteri yoğururlar bence.

Bu ilginç bir fikir ancak minimalizmin en sağlam kalelerinden Bresson'la çelişiyor gibi. Bressonda oyuncular inatla yapay, basit, duygusuz oynarlar. Ve hatta Bresson bunu elde etmek ister ve amatör oyuncuları, oyunculuk gücüne ihtiyaç duymayacağı kişileri tercih etmiiştir hep. "Oyuncu yönetmeni" denince benim aklıma gayet sağlam, ikna edici, duygulu, filmi sürükleyen performanslar ve karakterler geliyor ama Bresson'da böyle birşey yoktur. Bilmiyorum yanılıyormuyum ya da doğru yorumlayamadım mı mesajı?

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 23/03/2012 3:06 am
 code
(@code)
Gönderi: 0
 

Belirttiğiniz minimalist filmlerin temelinde, o olmayan şeylerin yerine hepsini bastıran ve bir anlamda da hepsinin gereksizliğini gösteren bu oyunculuk olgusu ve aslında "oyuncu yönetmenliği" vardır gibime geliyor. Bu türden filmlerdeki yönetmenler sırf yüzündeki bir kırışıklık yüzünden bir oyuncuyu tercih ederler ve onunla günlerce sohbet halinde olarak beraber karakteri yoğururlar bence.

Bu ilginç bir fikir ancak minimalizmin en sağlam kalelerinden Bresson'la çelişiyor gibi. Bressonda oyuncular inatla yapay, basit, duygusuz oynarlar. Ve hatta Bresson bunu elde etmek ister ve amatör oyuncuları, oyunculuk gücüne ihtiyaç duymayacağı kişileri tercih etmiiştir hep. "Oyuncu yönetmeni" denince benim aklıma gayet sağlam, ikna edici, duygulu, filmi sürükleyen performanslar ve karakterler geliyor ama Bresson'da böyle birşey yoktur. Bilmiyorum yanılıyormuyum ya da doğru yorumlayamadım mı mesajı?
Görkem, sanırım bu paragrafla Bresson için yapılabilecek en büyük hakaretlerden birini yapmış oldun. Bresson'u L'argent ile değerlendirmek biraz muamma ancak bu kadar kesin konuştuğun için samimi bir şekilde merak ediyorum "Sinematograf üzerine notlar"ı kaç defa okuyup, Bresson filmlerini kaç defa izlediğini. Bresson için oyuncu yönetiminin -ki kendisi model kelimesini kullanır- en önemli noktalardan biri olduğunu filmlerinden anlamamızın dışında biraz araştırmayla öğrenilebilir bir mevzuu bu. Mesela "Au hasard Balthazar" filminde Marie karakterini oynayan Anne Wiazemsky* ile karakteri oluşturmak için filmden önce bir ay yaşadığını Wiazemsky bir röportajında ifade eder. Ayrıca "sinematograf üzerine notlar"da karakter oluşturmak başlıca mevzuularındandır Bresson'un. Yani Bresson kesinlikle yapay bir oyunculuk almak için uğraşmaz aksine karakteri oluşturmak için aylarını o karakter için harcayabilir ve tek bir planı onlarca kez tekrar ettirebilir oyuncularına. Aldığı oyunculuklar sana yapay gelmiş olabilir, tabii ki bu ayrı bir mevzu ancak bunu bir Bresson teziymiş gibi sunman...

Şahsım adına konuşacak olursam Bresson'un orta dönem filmlerindeki oyunculuğu çok az filmde görebildiğimi söylemeliyim. Özellikle "Bir Taşra Papazının Günlüğü", "Au hasard Balthazar" ve "Pickpocket" filmlerindeki performanslar, bence gerçekten eşşiz oyunculuklardır. "Pickpocket" filmini en az 4-5 kere izlememe rağmen film ve oyunculuklar her seferinde gözümde daha da büyüyor.

Peki Bresson neden L'argent ile değerlendirilmemeli? Bresson filmografisinin "Bir Taşra Papazının Günlüğü"yle çok farklı bir yere oturduğunu eski filmlerini izlediğinizde çok rahat görebilirsiniz. Nerede okuduğumu şu anda net olarak hatırlamıyorum ancak Tarkovski'nin bu filmle ilgili: "Gelmiş geçmiş en iyi film" gibi bir ifade kullandığını hatırlıyorum. Ancak bence Bresson'un son dönem filmleri de farklı bir yere oturuyor ama bu sefer kötü anlamda. Özellikle "Lancelot du Lac" ve sonraki filmlerinde nasıl demeli bilmiyorum ama eski Bresson değil de sanki onu tekrarlamaya çalışan biri var. Mesela "Lancelot du Lac" filmindeki oyunculuklar eski filmlerine göre bariz bir şekilde düşük kalıyor. Tabii ki bunu bir tez olarak öne sürmüyorum, bu çok kişisel bir görüş.

Bresson'u neden "minimalizmin en sağlam kalelerinden" biri olarak yorumladığını da öğrenmek isterim.

*Anne Wiazemsky, sonradan Godard filmlerinde oynamış ve bir süre Godard'la evli kalmıştır.

 
Gönderildi : 24/03/2012 11:51 am
(@fulgura)
Gönderi: 0
 

Belirttiğiniz minimalist filmlerin temelinde, o olmayan şeylerin yerine hepsini bastıran ve bir anlamda da hepsinin gereksizliğini gösteren bu oyunculuk olgusu ve aslında "oyuncu yönetmenliği" vardır gibime geliyor. Bu türden filmlerdeki yönetmenler sırf yüzündeki bir kırışıklık yüzünden bir oyuncuyu tercih ederler ve onunla günlerce sohbet halinde olarak beraber karakteri yoğururlar bence.

Bu ilginç bir fikir ancak minimalizmin en sağlam kalelerinden Bresson'la çelişiyor gibi. Bressonda oyuncular inatla yapay, basit, duygusuz oynarlar. Ve hatta Bresson bunu elde etmek ister ve amatör oyuncuları, oyunculuk gücüne ihtiyaç duymayacağı kişileri tercih etmiiştir hep. "Oyuncu yönetmeni" denince benim aklıma gayet sağlam, ikna edici, duygulu, filmi sürükleyen performanslar ve karakterler geliyor ama Bresson'da böyle birşey yoktur. Bilmiyorum yanılıyormuyum ya da doğru yorumlayamadım mı mesajı?
Yok mesajı doğru algılamışsınız ama ben minimalist yaklaşımı sadece Bresson bazında ele almamıştım. Bresson filmlerini de alıcı bir gözle izlemiş olduğumu söyleyemem. Yıllar önce ve onca film arasında bir koşuşturmaca içinde izlediğimi hatırlıyorum. code'un yazdıkları benim tahminimi ya da "teorimi" doğrular nitelikte ama Bresson hakkında konuşacak kadar kendimi hakim hissetmiyorum. Sadece minimalism dediğimizde kastedilenler çok farklı olsa gerek. Aynen postmodernizm ya da feminizm gibi belki minimalizm diye bir şey yoktur ama "minimalizmler" vardır. Yani genel bir yaklaşım olarak algılıyorum. Bu türe giren eserlerin bence ortak özelliği de sinemanın teknik boyutuna ya da "piyasa temelli teknoloji yarışına" bir tepki olarak "öze dönme çabası" olsa gerek. Yani nasıl dekorsuz ve tek kişiyle tiyatro oluyorsa minimalist sinema da sinemanın alışılan şatafatını ve gürültüsünü ortadan kaldırıp sadece mekan ve zaman birlikteliği içinde insan durumları sergileme eğiliminde bence. Bu yola giren her sinemacının sonuçta ortaya koyduğu şey farklıdır. Dogme 95 ve remodernist sinema belki bu türden bir yaklaşımın sonuçlarından biri. Şiirdeki haiku tadını yakalama arzusu ve arayışı diye yorumluyorum. Belki de o uzun planların nedeni budur. Alışılageldik sinema anlatısının bombardımanından bir kaçış sunmak ve oyunculuğa odaklanmak.

Sinema hem bir hastalık hem de tedavisinin ortak adıdır.

Sorularınızı özel mesaj yerine forum üzerinden herkese açık sormanızı rica ediyorum.

 
Gönderildi : 24/03/2012 2:44 pm
Paylaş: