Kusursuz tabii ki çok genel ve iddialı bir kelime.
Kullanabileceğim en uygun kelime bu gibiydi, ondan bunu seçtim.
Hemen ne kastettiğimi anlatayım o zaman.
Kusursuzdan kastım, fazlalıklarından tamamıyla arındırılmış, gerçek hayatın içerisinden alınmasına rağmen gerçek hayattan yalıtılmış hissi veren -bu haliyle belki gerçeğin içinde gerçeküstü bir havaya kısmen yaklaşan-, düzenlenmiş fakat düzeni göze batmayan, yani yapay olmayan ifadelerdir.
Yönetmenlerden örnek verirsem daha rahat anlatabileceğim.
Hemen ilk akla gelen isim Stanley Kubrick. (Şimdi bu ismi kullanınca, "mükemmelliyetçilik"ten bahsediyorum zannedilmesin. Bu da konun içerisinde olan bir taraf ama "kusursuz"dan kastım mükemmelliyetçilikten öte bir şey.)
A Clockwork Orange filmi, Londra'da geçer. Fakat öylesine yalıtılmış, gerçek hayattan uzaklaştırılmış bir Londra'dır ki bu, pekala başka bir şehir olduğu da iddia edilebilir. Kadrajın içerisinde fazlalık olan, belki de başka bir yönetmen tarafından çekilse kullanılacak olan "diğer insanlar" yoktur. Bu bir ölçüde zamansızlık hissi bile verir.
Kubrick benzer şekilde, Eyes Wide Shut'ı da bu biçimde düzenlemiştir.
Full Metal Jacket'in özellikle son çatışma sahnesi öyle bir his uyandırır ki, Vietnam yalnız oradan ibaret zannederiz, kadraj dışına taşan hiçbir şey yoktur.
Tarkovski zaten bu ifade biçimiyle ünlü bir yönetmendir bile diyebiliriz.
Stalker ve Solaris'i örnek verebilirim fakat bunlar konuları gereği zaten yalıtılmış ortamlardan bahsettikleri için derdimi tam ifade edemem.
Bu konuda aslına bakarsak bana en yardımcı olacak isimler Coen'lerdir. Onların, hem kendi sinemaları içinde, hem de genel olarak sinema filmleri içinde apayrı bir yerde duran The Big Lebowski filmleri hariç (gerçi onda da yer yer bu tarz bir ifadeye yaklaştıklarını düşünüyorum. Bu filmde bu hissi engelleyen tek şey yönetmenlerin bu filmlerinde diğer filmlerine nazaran daha dallanıp budaklanan bir öyküyü seçmiş olmalarıdır bana kalırsa. ) neredeyse tüm filmlerinde "kusursuz" bir ortam hakimdir. Bir cinayet , suç vs. ilişkisi içerisine giren karakterlerin etraflarındaki çerçeve o kadar daraltılmıştır ki, dünya yalnızca bu karakterlerden oluşuyormuş hissi içine gireriz. Fargo, Miller's Crossing genel olarak dış mekanda geçmesine rağmen, dış mekan yönetmenler tarafından "kusursuz" tasarlandığı için, izleyiciyi neredeyse gerçeküstü bir ortama sürükler. Barton Fink, hem karakterin yalıtılmışlığı hem de kendi sinemalarının yalıtılmışlığıyla ilgili ciddi bir eleştiriyi de içinde barındıran, mükemmel bir filmdir. Bir çeşit Coen özeleştirisi olarak bile algılanabilecek bir filmdir. Barton Fink, tıpkı Coen'lerin yaptığı gibi, kendini ve dünyasını kusursuz bir çerçeve içerisine hapsetmiş orada "mükemmel" eserin peşinde koşmaktadır. Oysa dışarıda Dünya Savaşı vardır. Savaşın kanları kaçınılmaz olarak Barton Fink'in odasını işgal edene kadar, o bu gerçeklikten ısrarla kaçmaktadır.
Neticede kafamda beliren soru şudur:
Kusursuz ortamlar yaratabilen bu yönetmenlere müthiş bir hayranlık beslemekteyim. Hatta bir amatör film yapımcısı olarak, dikkatle takip edilmesi gereken yönetmenlerin en başında geldiklerini düşünmekteyim, çünkü en temel sorunlarımızdan birinin "kusursuz" ortamlar yaratabilmek için uğraşmayışımız olduğunu düşünüyorum. Fakat, bu yönetmenler bu filmleri çerçeveyi daraltarak acaba gösterdikleri ve eleştirdikleri olayları toplumdan da yalıtıyorlar mı diye sormadan edemiyorum. Örneğin A Clockwork Orange filmi çok toplumsal bir eleştiri sunuyor olsa da, toplumdan yalıtılımış kusursuz ifade biçimi, filmin içerisindeki şiddet sorununun toplumsal boyutunu idrak etmemizi zorlaştırıyor mu?
Birincisi bence 'kusursuz' tanımı geçerli değil. Bu anlatıklarının kusursuzlukla ilgisi yok ya da o derece az.
Zaten iyi bir filme olması gereken bir şeyden bahsediyoruz, gereksiz hiç bir şeye yer vermemek. Film tabi ki de karakterlerin etrafında dönecek. Yer yer duyguya göre kalabalık ya da boş sahneler yaratabilirsin. Klasik bir holivut yapımında tepeden bir new york görüntüsü gaza getirir misal, sonra arkadan hızlı bir kalabalık insan görüntüleri ve bam karakter.. Duyguyu aldın.. Ya da tam tersi senin anlattığın filmler.
Yine de buna dikkat çekecek olsam Silence dan söz etmeden geçmezdim de.. Zamansız ve mekansız bir film.
Toparlayacak olursam kusursuzluk ya da ekstrem bir özellik olarak gördüğümü söyleyemem, olması gerekendir, çoğu filmde bu yaklaşım vardır. Ve biz buna Atmosfer diyoruz. Bu bahsi geçen filmlerin hepsi de hayvansal atmosferi olan filmlerdir zaten.
Kusursuz'un kelime anlamıyla, benim yüklediğim anlam arasında kalmışsın ercane haklı olarak.
Belki başka bir kelime tercih etmeliydim ama ne kastettiğimi de anlatabildiğimi düşünüyorum.
Tabii ki her filmin duygusuyla alakalıdır bu ama, tam da Hollywood'un böyle bir durumu tercih etmesinden bahsediyorum.
Coen'ler aslında çok basit gerilim/suç filmleri çekiyorlar, ama aynı konuyu Hollywood ve Hollywood kökenli yönetmenler daha "gerçek" ortamlarda çekerlerken, Coen'lerin hikayelerinin neredeyse çoğunda karakterlerin içlerinde bulundukları mekanlar bir hayli daraltılıyor, çevreden yalıtılıyor. No Country for Old Men'de ana karakterler dışında neredeyse hiç kimse kadraja girmiyor.
Klasik Hollywood filmlerinde gördüğümüz arkaplandaki insanlar yok mesela. Bu durum üzerine düşünüyorum. Arkaplandaki insanlar olmayınca, karakterler daha bir gerçek mekandan sıyrılıp daha masalsı bir ortama giriyorlarmış gibi oluyorlar. Hollywood ise "diğer insanları" fon olarak kullanıyor. Hangisi daha anlamlı diye soruyorum.
İlki üzerine düşünüyorum ama ikinci için oluşmuş bir fikrim ne zamandır var.
Bana kalırsa özellikle macera filmlerinde, arkada, sağda solda, öndeki esas abiler kapışırken binalar altında kalan, kaza kurşunuyla ölen arkaplanın insanları şu demek:
Önde iyilik ve kötülük çarpışırken, siviller zarar görebilir, önemli olan öndeki savaşta iyilerin kazanmasıdır.
Amerika iktidarı "sivillerin ölümünü hayırlı bir iş yaparken ortaya çıkan kazalar" biçiminde değerlendirir. İşte o düşüncenin meşruiyetini sağlayan göstergelerdir bence bunlar ve fazla masum değildirler.
Sanırım masalsı, "kusursuz" bir biçimi, gerçeğe dair göndermelerle süslemek en anlamlı ifade gibi geliyor bana şimdilik.
Ama düşünüyorum.
Bu yönetmenler bu filmlerini iyi ''ekiplerle'' çekmişlerdir. Bu tür filmler bir yönetmenin doğa üstü çabası ile oluşacak şeyler değillerdir. Kafalarındaki şeyleri anlatır ve Türkiye'den kolay kolay çıkmayacak sanat ekipleri o düzeni yaratmaktadırlar. Tim Burton buna örnektir.
Anlattığın filmlerdeki Objektif kullanımı ambiansın %50 sini tamamlar niteliktedir.
Tim Burtonın Batmanlerinde ortamlar daha gizemli ve genelde gece geçerken, Nolan ,Batman'i gerçekçiliğin içine sokmuştur. Gotham'ın mistik ve kasvetli havası gitmiş sanki olay Newyork'ta geçmektedir.
Kubrick zaten ortam yaratma konusunda dünyanın en iyi elebaşıdır. 2001'de kurduğu yaratıcı ortamlar tüm dünyaya ilham vermiştir. Tabi kafasında kurduğu ortamı yapan (ve ne yazık ki parayla çalışan ) sanat ekipleri vardır. 🙂
Öyle ki yerçekimi olmadığını uzay gemisinin içinde göstermek için tüm stüdyoyu kendi etrafında dönen bir mekanizma içine oturtmuştur 🙂
eraydinc.com
vimeo.com/eraydinc
Tim Burton'ın Batmanleri ve Nolan'ın Batmanleri karşılaştırması demek istediğimi harika anlatıyor................
Şimdi öyle bi dedin ki, ''eray ben ne diyorum ,sen ne diyosun'' dercesine 🙂
eraydinc.com
vimeo.com/eraydinc
Şimdi öyle bi dedin ki, ''eray ben ne diyorum ,sen ne diyosun'' dercesine 🙂
Yok yok hayır, kesinlikle ironi falan yok.
Demek istediğimi anlatan örnekler gerçekten.
Tim Burtonın Batmanlerinde ortamlar daha gizemli ve genelde gece geçerken, Nolan ,Batman'i gerçekçiliğin içine sokmuştur. Gotham'ın mistik ve kasvetli havası gitmiş sanki olay Newyork'ta geçmektedir.
Budur karşılaştırdığım mevzu.
Gerçeklikten yalıtılmışlık ve gerçek dünya.
Bu yönetmenler bu filmlerini iyi ''ekiplerle'' çekmişlerdir. Bu tür filmler bir yönetmenin doğa üstü çabası ile oluşacak şeyler değillerdir. Kafalarındaki şeyleri anlatır ve Türkiye'den kolay kolay çıkmayacak sanat ekipleri o düzeni yaratmaktadırlar. Tim Burton buna örnektir.
Anlattığın filmlerdeki Objektif kullanımı ambiansın %50 sini tamamlar niteliktedir.
Tim Burtonın Batmanlerinde ortamlar daha gizemli ve genelde gece geçerken, Nolan ,Batman'i gerçekçiliğin içine sokmuştur. Gotham'ın mistik ve kasvetli havası gitmiş sanki olay Newyork'ta geçmektedir.
Kubrick zaten ortam yaratma konusunda dünyanın en iyi elebaşıdır. 2001'de kurduğu yaratıcı ortamlar tüm dünyaya ilham vermiştir. Tabi kafasında kurduğu ortamı yapan (ve ne yazık ki parayla çalışan ) sanat ekipleri vardır. 🙂
Öyle ki yerçekimi olmadığını uzay gemisinin içinde göstermek için tüm stüdyoyu kendi etrafında dönen bir mekanizma içine oturtmuştur 🙂
Yalnız Nolan Batmani Chicago'da cekildi. Tartışılan konuya bir katkısı yok ama bilgi olsun diye yazıyım dedim.
Benim "Ben" dediğim bedenim mi, yoksa ben mi?
KEzzAP, bahsettiğin kusursuz ortamlar çoğu zaman benim için bir iticilik teşkil etmiştir.
Kubrick örneğini vermişsin, en güzel ve doğru örnek bence de. Ama bana göre Kubrick sinemasının en büyük sorunu bu "kusursuz ortamlar" meselesidir. Bu kapsama girmeyen 2 filmi vardır. 2001 Uzay Macerası' ve Shining. Bu iki film gerçekten kusursuz ortamlar gerktiren bir filmlerdir ve Kubrick bunu yapılabilecek en iyi şekilde gerçekleştirmiş ve filmlerini unutulmaz kılmıştır.
Ama diğer filmleri için (Full metal Jacket, Barry London, Clockwork Orange, Eyes Wide Shut) bu kusursuz ortamlar tercihi yaralayıcı durumlardır. Çünkü bu filmler, dünyadan, herşeyden, bizlerden yalıtılmış gibi durmamalıdırlar. Kubrick, anlattığı herşeyle izleyicisi arasına çok ciddi, hoyrat bir mesafe koymuştur çoğu zaman ve bize yüksekten bakmış, parmağını doğrultup "dinleyin de öğrenin bakayım. Eğer benim yarım kadar zekiyseniz de açıkça vermediğim şeyleri belki çözersiniz" gibi bir tavır takınmıştır. Bunu da büyük oranda bahsettiğin "kusursuz ortamlar" ile sağlamıştır. Onun filmleri, bizim dünyamızda geçmemiştir hiçbir zaman. Doğal değildir. Onun setleri, mekanları, ortamları birer laboratuvardır. Biz de o laboratuvara hayatında ancak bir kez uğrayacak eğitimde stajiyerleriz. Ve bu mesafe can sıkıcıdır.
Bahsettiğin, "kusursuz ortamlar yaratabilme" çabası ve isteği ancak bunu gerektiren hikayeler söz konusu olduğunda var olmalıdır diye düşünüyorum.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
............
Ama diğer filmleri için (Full metal Jacket, Barry London, Clockwork Orange, Eyes Wide Shut) bu kusursuz ortamlar tercihi yaralayıcı durumlardır. Çünkü bu filmler, dünyadan, herşeyden, bizlerden yalıtılmış gibi durmamalıdırlar. Kubrick, anlattığı herşeyle izleyicisi arasına çok ciddi, hoyrat bir mesafe koymuştur çoğu zaman ve bize yüksekten bakmış, parmağını doğrultup "dinleyin de öğrenin bakayım. Eğer benim yarım kadar zekiyseniz de açıkça vermediğim şeyleri belki çözersiniz" gibi bir tavır takınmıştır. Bunu da büyük oranda bahsettiğin "kusursuz ortamlar" ile sağlamıştır. Onun filmleri, bizim dünyamızda geçmemiştir hiçbir zaman. Doğal değildir. Onun setleri, mekanları, ortamları birer laboratuvardır. Biz de o laboratuvara hayatında ancak bir kez uğrayacak eğitimde stajiyerleriz. Ve bu mesafe can sıkıcıdır.
...........
Bence burada yanılıyorsun. Kubrick filmleriyle bize alternatif yaşamlar sunmuştur. Yerleşik insan davranış modellerinin altının kurcalandığında ortaya bambaşka şeyler çıkacağını söylemek istemiştir. İstendiğinde veya gerektiğinde her şeyin çok farklı olabileceğini göstermiştir. Bu da müthiş bir zenginliktir bizler için. Descartes tek bir kesinlik bulmak için, üzerine kuşkunun gölgesi düşen her şeye duyduğu inancı askıya alma yöntemini kullanır. Descartes, hikâyesinde, "sonsuz güce sahip zeki ve kötücül bir cinin, bütün enerjisiyle beni aldattığı" olasılığıyla oynar. Descartes için, böyle bir cinin onu aldatıyor olmasının mümkün olması, hakkında bilgi sahibi olduğunu sandığı bütün nesnelere -tüm evrene- şüphe ile yaklaşmasına yol açar. Böyle bir cini hayal edip onunla beraber yaşamak dehşet vericidir ama onu alt etmeyi ve bildiklerinden yararlanmayı sağladığınız sürece sizi kimse tutamaz. Kubrick de aslında düşünmekten başka bir şey yapmamıştır. Bize anlamsız ve yanlış gelen bir çok şeyin altında derin anlamlar yatabilir.
Buna Zizek'in Lacancı söylemlerinden bir örnek vermek gerekirse: "Gelgelelim burada bizi asıl ilgilendiren Sisyphos'tur. Onun tekrar tekrar aşağı yuvarlanan kayayı sürekli tepeye taşıması, Milner'a göre, Zenon'un paradokslarının üçüncüsünün edebi modeli işlevini görmüştür: Verili bir X mesafesini hiçbir zaman kat edemeyiz, çünkü bunu yapmak için önce bu mesafenin yarısını kat etmemiz, onu kat etmek için de çeyreğini kat etmemiz gerekir ve bu sonsuza kadar gider. Bir hedef, bir kere ulaşıldıktan soma, her zaman yeni baştan geri kaçar. Bu paradoksta, psikanalizdeki dürtü kavramının doğasını, daha doğrusu Lacan'ın dürtünün amacı ile hedefi arasında yaptığı ayrımı görmüyor muyuz? Hedef nihai varış yeridir, oysa amaç yapmak istediğimiz şey, yani yolun kendisidir. Lacan'ın söylemek istediği, dürtünün gerçek maksadının hedefi (tam olarak tatmin edilmek) değil, amacı olduğudur: Dürtünün nihai amacı dürtü olarak kendini yeniden üretmek, dairesel yoluna dönmek, hedefe gidip gelen yolunu sürdürmektir. Asıl keyif kaynağı bu kapalı dairenin tekrara dayalı hareketidir*. Sisyphos'un paradoksu da burada yatar: Hedefine bir kere ulaşınca, eyleminin asıl amacının yolun kendisi olduğunu, bir inip bir çıkmak olduğunu kavrar.
Slavoj Zizek
Yamuk Bakmak
POPÜLER KÜLTÜRDEN JACQUES LACANA GİRİŞ
Sayfa 18
* "Birine bir görev yüklediğinizde, amaç geri getirdiği şey değil, izlemesi gereken güzergâhtır. Amaç izlenen yoldur... Eğer dürtü, biyolojik bir işlev bütünselleştirmesi açısından bakıldığında, yeniden üretilme hedefinin gerçekleşmesi olacak şeyi elde edemeden tatmin edilebiliyorsa, bunun nedeni kısmi bir dürtü olması ve amacının sadece devreye bu şekilde geri dönmek olmasıdır." Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts ofPsycho-Analysis, Londra: Hogarth Press, 1977,
s. 179.
NOT: Descartes'ın cininin en sevdiği albüm, Pink Floyd'un Syd Barrett'lı döneminin cevheri "The Piper At The Gates Of Down"dır.
Kalem Oynatan İle Ayı Oynatanın Buluştuğu Yer
Bu söylediklerin aydınlatıcı gerçekten, sağolasın.
Ama belirttiklerinle konuyu Kubrick'in de her zaman istediği yere, entelektüel sohbete, entelektüel birikime çekimş oluyorsun. Ben bir izleyici olarak entelektüel olmak zorunda değilim. Derin sanat, bilim, felsefe bilgisine sahip olmayabilirim. Kubrick eşsiz bir sanatçı ve entelektüel, buna şüphe yok. ama bu eşsizliği, illa onunla benzer birikime, hayat görüşüne, bilimsel bakışa sahip olmamız gerekliliğini doğurmamalı. Filmlerinin yarısında böyle olsaydı belki "bu filmler için doğru yaklaşım/beklenti/tavır" bu diyebilirdik. Ama Kubrick, en insani, en içimizden meselelere de böylesine mikroskobik, laboratuvar zihniyetiyle bakmıştır. BU onu kötü (ne haddimize) falan yapmaz tabii ki. Sadece mesafeli yapar. Ama ben şahsen Alex'in hikayesini ona yardımcı olabilecek bir konumdan izlemek isterdim. Eyes Wide Shut'ın çiftini yan komşum gibi görmek isterdim. Tuvalette intihar eden genci bir arkadaşım gibi görmek, anlamak isterdim. Kubrick'in en insani karakterleri bir insan değildir, her biri birer kobaydır. Çünkü hayatlarını laboratuvarda sürdürmektedirler. Ben Kubrick'ten hayatın içinde süregiden en azından 2 film izlemek isterdim.
EMin olun o da bu isteğin, bu isteği birçok kişinin paylaştığının farkındaydı. Ama ne yazık ki bu onun umrunda değildi. Bu yüzden A.I.'yi çekmedi de Spielberg'e verdi. Sinemayı bir laboratuvar olarak kullanan şahsiyet şüphesiz çok değerlidir, eşsizdir. Ama sinema penceresinden bilimsel bakış her an gözettiğimiz bir niyet değildir..
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Görkem abi bence Kubrick'e haksızlık ediyorsun, gayet film benim anlayan anlar diyebilir adam hakkıdır 😀 İlla tabana mı insin abim 😀 Kubrick bence fazla piskopat takılıyor fazla uzaklara uçuyor amacı ne tabii bilemem ama mesela Otomatik Portakal. Ben filmi de izledim kitabı da okudum. Kitaptan fanatik bir adamın ne kadar piskopat olabileceğini çıkardım, politik fanatizmin dehşeti falan vardı. Film bence anafikir üzerinde pek dönmedi ayrıca kitapta Alex'in deney için seçilmesi gibi olaylar gayet mantıklı gelişmelere bağlanmışiken filmde herşey izole, dünya olaylarından uzakta gerçekleşti. Evet yaratıcı ama bu yaratım tuttu mu Kubrick, bence tutmadı. Yine de iyi adam yaa
Dostum, ben zaten asla negatif bir eleştiri getirmiyorum filmlerine, haddim değil bir kere. Fİlmlerine değil, izleyicisine yaklaşımına negatif eleştirim var. Filmlerinin herbiri gerçekten bilimsel birer çalışma gibi. Var mı bir benzeri Kubrick'in? Yok ve olması da çok güç. Ama o tavır meselesi yok mu? 🙁 Mesleğinde çok çok ilerilere gitmiş bir profesörün kendi çalışmalarını anlatması gibi bir şey bu herifin filmleri. Anlamak, irdelemek ve incelemek için en azından araştırma görevlisi ya da yardımcı doçent falan olmak lazım. Ama istese bu herif ön lisans öğrencisine de hitap edebilir. Yapmıyor, yapmadı ne yazık ki. Bu benim KUbrick eleştirim bir çeşit "uzanamadığı ciğere "lezzetini alamadığım ciğerin tadı yok" (benim olmayan güzelin adı yok) tribi yapmak" oluyor. Sorun, anlattığı o derin, eşsiz, enfes şeyleri herkese anlatma isteğinde olmamasıydı. Ha, bunu yapsaydı da Kubrick Kubrick olmazdı dersen, birşey diyemem belki. Onu bu kadar çok seviyoruz, neden bize bu kadar mesafeli durdu. Onu öpmek isteyecek değiliz, bir Tarkan fan'ı değiliz çok şükür. Ama daha rahat, daha net anlamak isterdik. O buna izin vermedi işte. 🙁 Zoruma gidiyor yahu!
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;