Forum

Diğer "İzleyic...
 

Diğer "İzleyicisiyle oynayanlar"....

6 Gönderi
4 Üyeler
0 Reactions
2,327 Görüntüleme
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Yıllar önce “Sinemacının yaklaşımı” diye bir yazı derlemiştim. Film üreticilerinin, daha çok yönetmenlerin, elindeki malzemeye ve malzemesini sunduğu kitleye olan yaklaşımını anlamaya irdelemeye ve eleştirmeye çalıştığım bir yazıydı. Şimdi belki tekrar güncellemem gereken bir yazı artık, tekrar yazsam daha ayrıntılı yazardım muhtemelen. Ama belirgin biçimde, mutlulukla deneyimlediğim ya da rahatsızlıkla karşıladığım bazı örnek ve durumlardan aldığım meyille başına oturduğum bir yazıydı.

Vardığım sonuçlara göre kimi elindeki çöplüğe kral tacı giydiriyor ve bunu bize kakalamaya çalışıyordu (Kurtuluş Günü/Roland Emmerich), bir kitleyi salak yerine koymaya çalışıyordu. Kimi çok leziz bir yemeği dikenli tellerle çevreliyordu (Saklı/Michael Haneke), illa birilerinin canını yakmaya çalışıyor, suratlara birer tokat atmak istiyordu. Kimi elindekinin ne olduğuna net bir yorum yapmıyor ve yapılmasını engellemeye çalışıyor (2001/Kubrick), izleyicisine yukarıdan bakıp bir kürsüden filmini yönetiyor ve arayı mesafeli tutmaya yeminli gibi davranıyor, kimi ise tüm görsel ve tematik içeriği özenle biçimlendirip, bu çalışmayı estetiğe hizmet ettirip fikirsel çıkarımları izleyicisine bırakıyordu (Er Ryan/Spielberg)

Emmerich’in tavrında bir gariplik yok, alışkınız. Gülüp geçiyor gibiyiz. Spielberg’in tavrına da, çok sık rastlamıyor olsak da fazla yabancı sayılmayız.

Haneke ve Kubrick’e gelince….

Yukarıda özetleme çalıştığım tavırlar, negatif durumlar gibi görünmüyor mu? İnsanın kalkıp “senden büyük Allah var lan!” diyesi gelmez mi bu çokbilmiş sakallılara?

Gelir…. Ama neden hiç kimse bunu yapmıyor? Neden Kubrick de, Haneke de başımızın tacı? Neden izlemediğimiz bir filmlerinin karşısına geçerken duyduğumuz heyecan, Spielberg’in son filminin karşısına geçerken hissettiğimizden daha büyük?

Şundan: Çünkü….. evet, izleyicilerine seyri zor işler sunuyorlar ama filmlerinin içerdiği hemen her şeyin arkasında ciddi bir düşünsel zemin, paylaşılmak istenen büyük fikirler var. İzleyici “yeter yahu” diyecek olsa da Haneke’nin kamerasının dakikalarca sabit biçimde bir sokağı ve evi göstermesinin net bir sebebi var. İzleyici “Bu ne lan?” diyecek ve rahatsız olacak olsa da, ne olduğu belirsiz siyah bir sütunun kullanılmasının da bir gerekçesi var. Garip, rahatsız edici, huzursuzluk verici, yorucu şeyler göreceğiz, bunu biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var, büyük olasılıkla film bittiğinde elimiz hemen sıradaki cdye gitmeyecek. Film üzerine düşünmeye, belki birilerine bir şeyler sormaya ya da belki film hakkında bir şeyler okumaya ihtiyaç duyacağız. Yani filmle ilişkimiz, filmin süresi ile sınırlı olmayacak.

Bu gerçek, Haneke’nin suratımıza tokat atmasına izin vermemize, Kubrick’in tüm o burnu büyüklüklerini çekmemize yeterli sebebi teşkil ediyor. Yani, bu isimleri sevenler için geçerli bir çıkarsama. Bunları kabul etmeyenler zaten Haneke ve Kubrick’le işi olmayanlardır sanırım.

Neyse…. Vurgulamak istediğim konu şu: Eğer bir film yapıyorsanız ister istemez izleyicinizin, filminize ilgi duymasını sağlamak zorundasınızdır. Yani “Apti bir izleyici olarak neden Hüsamettinin filmini izlesin?” sorusuna cevap bulması gereken kişi Hüsamettindir her zaman.

Nedir Apti’nin bir filmi izlemeye iten? Her şekilde bir keyif alma dürtüsüdür. İsterse güzel bir meme görmektir, isterse insanın evrendeki yeri üzerine fikir muhakemesi yapmaktır. Filmden çıkarılacakların gideceği adres çok farklı ise de her şekilde film izlemek, zihinsel bir beslenmedir. Ve bunda bir yanlış yoktur, herkes istediği açlığını beslemekte serbesttir.

Ve bu beslenme bir süreçtir. Yani film, Apti’nin 1 ile 300 dakika arasında kendisine bakmasını, odaklanmış bir halde ilgilenmesini sağlamalıdır.

Çoğu film, bu sabit bakışlar gerekliliğini The Dude’un hoşlandığı türden güzel memeler ve bu başlık altında toplanabilecek şeylerle sağlar. Konforlu, rahat, kolaydır vs.

Peki, Aptiler yeterince meme görmüş ise ne olur? Genel izleyici kitlesinin içerisinde, yeterince kolay, konforlu, izlemesi rahat film izlemişlerin sayısı belirli bir seviyenin üzerine çıkmış ise ne olur?

İşte o zaman, hep benzer şeyleri benzer biçimlerde izlemiş izleyici kitlesi, görece daha farklı konulara ve bu konuları, farklı biçimlerde anlatanlara ilgi duymaya başlar. İşte Haneke, Kubrick gibi herifler, kısmen bu kalıbın sanatçılarıdır. Çeşitli bilgi kaynaklarından yeterince beslenmiş ve sinemanın anlatım olanaklarını belirli bir düzeyde tecrübe etmiş kişilere hitap eden bir sinema yaparlar.

Ve siz, bir süredir devam ettiğiniz beslenme sürecinden hala bir miktar boş hard disk alanı ile çıkmış iseniz onlara göze izleyicilersinizdir çünkü onlar, kafanızı boşaltmanızı değil, daha da doldurmanızı talep edeceklerdir sizden. Bunu bazen ricayla (güzel/estetik kadrajlar) bazen ise burnunuzun köküne sert bir yumruk indirerek (rahatsız ve şok edici anlar. Saklı’daki boğaz kesme, Full Metal Jacket’taki tüfekle intihar) yapacaklardır. Canınızın acısından önünüzü göremeyeceksiniz muhtemelen bazı anlarda. Ve bir sekansta tüm olup biteni anlayıp her şeye ortak olurken, diğer sekansta arkadaş olduğunuzu düşündüğünüz heriften tokat yiyeceksiniz. Filmin başında kıvranıyor olmanızı umursayan olmayacak.

Film anlamlandıramayacağınız ölçüde uzun, sıkıcı, rahatsız edici, anlaşılmaz olacak. Orada çok önemli bir şey olurken kamera olayı uzaydan çekecek. Uzay boşluğunda ışıklı bir bebek gezinecek. Film, üzerine fikir muhakemesi yapmak için öldüğünüz konularla ilgilenecek ama sizi bir türlü sohbete davet etmeyecek. Bazen kapıdaki paspas gibi hissedeceksiniz kendinizi. Bazen ise, otomatik Portakal’ın Alex’i gibi. Gözlerinize iğneli bantlar tutturulmuş, zorla işkence görüntüleri izlettirilen bir kobaysınız. Kötü adam öldürülecek ama diğer kötü adam elini ekrandan uzatıp, sizin sehpanızdaki kumandayı alıp, sizin izlediğiniz filmi geri saracak. Bunu durdurmayacaksınız ve eşek gibi izleyeceksiniz. İzlemiyor musunuz? Sizi s.kine takan yok ki. Genel izleyici kitlesi orada. O devasa kalabalığa 3 kişi daha katılsa Haneke’nin hiç umurunda değil.

Neden hala bu işkenceye katlanıyoruz ki?

Çünkü bunların hiçbiri, öyle görünse de aslında işkence falan değil. Hepsi, yönetmenin meramını anlatması için kullanmayı tercih ettiği yöntemler. Tecrübe edilirliklerinin zorluğunun ortaya çıkardığı duruma işkence demek yanlış değil belki. Ama eksik bir söylem bu. Çünkü: Sinema, sadece konforluca anlatılabilecek şeylerle mi ilgilenmeli?

“İzleyicisiyle oynayanlar” demiştik galiba…. Bazı isimler cazipten çok itici görünür. Merak uyandırıcıdan çok sıkıcı görünür. Sevilir’den çok katlanılmaz görünür. İşte kimi bazı isimler de, bu görünürlüklerle oynarlar. Cazip, merak uyandırıcı, sevilir görünmekle işleri olmaz. Bunun da altında bir anlam vardır. Aslında çok cazip, merak uyandırıcı ve sevilir şeyler anlatırlar ama yıllar boyu aslında öyle olmayan şeylerin, öyleymiş gibi anlatılmasına bir tepkidir yaptıkları. Popüler gişe sineması, izleyicisiyle oynamıştır dönemler boyu. Bunun tam aksini yaparlar. Hem, cazip olanı cazip değilmiş gibi anlatırlar. Hem de cazip değilmiş gibi görünenin altında, cazibenin ta kendisini saklarlar. İkisini tek kadraja sığdırırlar.

Ve tüm bu ilginç çaprazlamaları olanaklı ve geçerli kılmanın iki ön şartı vardır. 1- Ne anlatılacağını çok net biçimde biliyor ve belirlemiş olmak. 2- Sinema sanatına koşulsuz hakimiyet.

Bu iki şartı düşününce şöyle bir nokta beliriyor. Bu iki noktaya hakim olmak zaten, sinema dünyasında kraliyet demek. Her açıdan koşulsuz hakimiyet. Hem ekonomik, hep politik, hem sanatsal kraliyet. Ve bu sanatçıların bu iki şeye sahip oluşlarını nasıl değerlendirdiklerine de dikkat etmeliyiz. Çünkü bu odak da, onlarla ilgili fikirlerimizi özetler nitelikte olabilir.

Son olarak, tüm bu övgüler bir şeye daha dikkat çekiyor sanki. İzleyiciyle kurulan ilişkide dengeler öylesine değişebilir özellikte ki, bu güvensizlik zeminini kontrolde tutmak da ayrı bir hüner gerektiriyor. Aslında gerçek bir değer olup da bu hünere sahip olmayan isimler de akla gelmiyor değil. (Terry Gilliam) Bu nedenle, her sinemacı, konusuna ve anlatımına istediği kadar egemen olsun, izleyicisiyle ilişkisine de ayrı bir enerji harcamak zorunda. Bu konu, çoğu zaman çok özenle biçimlendiriliyor olmayabilir. Ama her filmin ve sinemacının, bu bağlamda bir tercihi vardır. Ve bu açıdan yenilikçi olmak, sinemasal anlamda yenilikçi olmaktan çok daha fazla cesaret ve beceri gerektirir.

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 13/04/2010 1:49 pm
(@sataman)
Gönderi: 0
 

Of ki ne of.Nefesim kesildi okurken.Akşama kadar tüm yazıları okumak oldu bu aralar işim.Arkadaşlar hepinizin ellerine sağlık 🙂

 
Gönderildi : 20/01/2011 9:36 pm
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Keyif mi verdim yoksa rahatsız mı ettim böyle bir yazıyla bilemedim? 🙂
Net çıkarsama yapmadan, sadece, "ilgine teşekkür ederim" diyeyim bari.

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 21/01/2011 2:27 am
(@sataman)
Gönderi: 0
 

Çok keyifliydi 3 kez okudum.Tşk.

 
Gönderildi : 22/01/2011 4:27 pm
(@marepictures)
Gönderi: 0
 

.

 
Gönderildi : 24/01/2011 1:35 pm
(@a-sezer)
Gönderi: 8
 

Harika bir yazı. Kafamda yanıt bulamadığım bir iki soruya harika cevaplar okudum. Yazı için çok teşekkürler ve tebrikler öncelikle.

Rahatsız edici filmler izlemeyi tercih eden, benimseyen taraftanım bende. Saplantılı ve rahatsız olan bir kişiliğe sahip olduğum için kendimi bulduğum bir filmdi Haneke'nin Funny Games filmi. Giriş sahnesi/Jenerik bile yeterince rahatsız ediciydi. Tatile giden hali vakti yerinde ortalama bir aile ve arka planda çalan, tüm şiddet duygularını çağrıştıran bir rock parçası. Genelleme yapmak istemediğim için Funny Games üzerinden konuşacağım;

Bazı sahnelerde düşünüyorum ki o sahnede geçen tek bir anda o kadar çok mesele oldu ki, bunların hepsini idrak edebilmemiz için o sahneyi yönetmen bize uzun uzun seyrettiriyor. O sahneyi izledikçe seyirci daha çok dehşete kapılıyor, daha çok soruyla boğuşuyor ve daha çok rahatsız oluyor. Kötü adamın masum çocuğu arama meselesini kulaklara işkence eden sesler, garip çığlıklar eşliğinde değilde o durumun gerçekliğindeki sessizlikte anlatılması o gerilimi izleyiciye daha çok hissettiriyor, izlediğinin diğerlerinden farklı olduğunu ve tüketilmesinin zor olacağını farkettirerek yeniden rahatsız ediyor.

Sinemayı bir eğlence aracı olarak görmeyen kesimde gişe filmlerindeki çabuk tüketime karşılık bu tarzı benimseyebiliyor ve tüketmesi zor filmler izlemeyi tercih ediyor. Funny Games, Caché, 2001 ... gibi.

Yani bu filmi bir sene sonra izleyip bambaşka anlar, fikirler keşfetmek izleyicinin ciddiye alındığının ispatı oluyor.

 
Gönderildi : 17/02/2011 6:48 am
Paylaş: