Ötesi.... falan diye birşeyler yazmıştım. Orada söylediklerim aslında birkaç örnek üzerindendi, bu yazıyı oraya da atabilirdim ama ayrı bir yerde konuşulmalı bence. Konu şu arkadaşlar:
Hemen her sanatta bir ilerleme, bir kural yazma ve o kuralı yıkma, bir "ilericilik" ve hatta bir "hep ötesi" beklentisi, yaklaşımı vardır. Hemen her sanatta "muhafazakar" ya da "gelenekçi" bir kesim vardır. Ve bunların karşısında (illa fikir zıtlığı olarak değil tabi) bir de "ilerici" ya da "reformcu" ya da siz ne derseniz o kesim vardır. Bu sanatların ilgilenicileri de bu gelenekçi ve ilerici kesimler arasında seçim yaparlar, iki taraftan da hoşlanmak gayet mümkündür tabi ama ara ara bu kesimlerin zıtlaştığını görürüz. Bunun üzerine filmler bile var, ilk aklıma gelen Mona Lisa Smile. (Julia Roberts'in canlandırdığı genç sanat öğretmeni, geleneksel tarzları değerli bulup çağdaş sanatı değersiz bulan hocaların bulunduğu bir okula gelir ve bu konuda farklı fikirlere sahiptir)
Bu zaten uzun mevzu, ben esas işin bizdeki kısmına geleyim: sinemayla entelektüel boyutta ilgilenen kişiler, sinemanın hemen her akımını az çok tanıma eğiliminde oluyorlar haliyle. Ve çoğu zaman bu kişiler geleneksel örneklere saygı duyuyor olsalar da yenilikçi kişi, tarz ve örnekleri daha değerli buluyorlar. Atıyorum 2009 yılındayız, biri çıkıp teknik olarak başarılı ama tematik olarak klişelere dayanan bir film yaptığında genellikle yapılan yorumlar negatif yönde oluyor. Şahsen ben de bu negatif yorumlara katılıyorum çoğu zaman.
İşte ülkemiz kısa filmleri ve kısa filmcileri açısından bu belirttiklerim üzerine neler söylenebilir? Bu söylenebilecekler bence çok önemli. Çünkü neler yapılması, kısa film çekecek arkadaşların ne gibi şeylere "azcık daha" odaklanmaları gerektiği ve ötesinde karşımıza gelen türkiş kısa filmlere nasıl bakmamız gerektiği üzerine net açılımlar sunacak bir sonuç çıkabilir bu fikirlerden.
Bunun üzerine benim söylemek istediklerim şunlar: Bence Türkiye’deki kısa filmciler, akıllarında ne kadar ilerici, daha önce pek denenmemiş fikir olursa olsun, geleneksel sinemaya uyumlu bir film yapma eğiliminde olmalılardır.
Bunu neden söylüyorum? Çünkü ilerici/çağdaş/gelecekçi olarak değerlendirilebilecek kişiler, amaçladıkları ilericiliğe ancak ve ancak klasik'i, geleneksel'i doğru biçimde uygulayabildiği takdirde, bu beceriye ulaşabildiği takdirde ulaşabilir. Hangi sanatta olursa olsun, ilerici örnekleri çıkarabilen kişilerin birer üyesi oldukları memleket/ülke/halk klasik örneklerde en iyilere imza atmış ve artık klasiği “aşmış” topluluklardır. Bundan dolayı onlardan “ötesi”ni beklemek normaldir, mümkündür.
Ancak biz Türkiye kısacıları olarak henüz klasik sinema diyebileceğimiz, belirli dramatik yapıya sahip, izleyicisiyle anlaşılır bağlar kuran, sürprizler barındırsa da aslında genel olarak gayet bir “hikaye anlatma sineması” olan örneklere bile hakim değiliz. Belki normal hikayeler yazıp anlatıyoruz ama normal biçimde anlatıyor olsak da bunların iyi hikayeler olduğunu iddia etmek kolay değil. Bunu iddia etmek mümkünse de bu sefer görsel olarak hikayenin hakkını verebildiğimiz şüpheli. Bu durumda, klasik dramatik yapılı bir kısa film yapma açısından bile çok başarılı kısacılarımız olduğu söylenemez.
Bu, deneysel işlere girişilmemesi gerektiğini iddia etmekten çok farklı bir şey. Ben bir ara yerli korku filmleri için şuna yakın bir şey söylemiştim: “Önce korkutmayı değil, yönetmenliği, senaristliği, sinemacılığı öğrenin” Bu fikrimin tamamen arkasındayım. Buradan hareketle kısa filmcilere de şöyle bir tavsiye verilmesi gerekli bence: “Bir şeyleri ileriye götürmeye çalışmaktan önce işin hamurunu, klasik örneğini öğrenin” Çünkü herhangi bir şeyi ancak iyi bilerek, iyi tanıyarak ileriye götürebilirsiniz. Ama biz, elimizdekini hala yeterince tanımıyoruz.
Buradan hareketle şunu söylemek boynumun borcu: bir kısa filmci arkadaşımız, baştan sona klasik dramatik yapıya uyumlu bir hikaye anlatıyor ve bu hikayeyi de “orta derecede başarı ile” resmedebiliyorsa bu bir başarıdır. Hikayenin klişe olması, hikayelemenin sıradan olması, oyunculukların orta seviyede olması, kamera yönetiminin yeterli olması ülkemiz kısa film piyasası için başarı demektir.
Ha, şunu da belirtmek gerekli tabi: Varsa aramızda (tüm Türkiye’deki kısacıları mecazen konuya dahil ediyorum tabi) “ben sinemayı, kısa filmi, dramatik yapıyı, yönetmenliği, senaristliği gayet iyi biliyorum, istediğim zaman gayet iyi bir klasik film yaparım. Bu yüzden amacım ilerici bir iş yapmak” diyebiliyorsa da helal olsun, ben bunu söyleyebilecek cesarette arkadaş olduğuna pek inanmıyorum.
Ayrıca, ortada kısa filmleri eleştirme meselesi de var. Samimiyetle söylüyorum ki kendini deneysel, ilerici, yeniliklere yönelmiş olarak gören/gösteren bir tane bile film görmedim ki, içerdiği, gerçekten bir yenilik olsun ve baştan sona keyifle izlensin. Ve aslında yapması gereken bununla da sınırlı değil. İlerici ürünler hem bir yenilik barındırmayla ve içerdikleri yeniliğin bu alemde önem arz edecek bir yenilik olduğu gösterebilmekle (o yeniliği, gerekli olduğu bir durumda kullanma) yükümlüdür. Bu çok çok zor bir şey.
Film yapacaksak, “bu yapılmış, ben şunu yapmalıyım” dememeli, önce “yakın planı nasıl kullansam” diye düşünmeliyiz. İlginç karelerin peşine düşmektense mevcutları kullanmayı en iyi şekilde kullanmayı ve kendi içinde tutarlı film yapmayı öğrenmeliyiz. Filmin başında enfes kadrajlar varken sonunda rezalet açılar olmamalı. Karakterler hoşken hikaye yetersiz olmamalı. Işık iyiyken objektif seçimi kötü olmamalı. Mekan uygunken mekandakiler alakasız olmamalı. Bu tutarlılığın da ancak yoğunlaşılacak şeyin doğru seçilmesi halinde yakalanabileceğini düşünüyorum.
Ve son bir not: en kısa zamanda orta karar bir iş yapmak sınırsız zamanda daha iyisinin yapılabileceğini göstermez. BU yüzden, orta karar bir işi kısa zamanda yapmış olmayla övünenlere şahsen zerre kadar ilgi duymuyorum. Bilmiyorum siz ne düşünürsünüz.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Çok iyi tespitler yapmışsın Görkem ama cevap gelmemiş nedense. Behsettiğin şey de dereyi tanımadan paçayı sıvamaktan ziyade cin olmadan adam çarpmak bence. Önce eliyüzü düzgün bir iş yap da sonra yeniliğin peşinde koşarsın mevzusu. Bu başlık canlansın derim.
Sonuna kadar katılıyorum. Geleneksel sanatla ilgili düşüncelerinden tut, bir şeyleri yıkma çabasına kadar. Dur bak bu konuyla ilgili bir yazım vardı, bulabilirsem koyayım.
Herkes film çekmek istiyor. Neredeyse herkesin kafasında bir senaryo var. Sinemanın cazibesi birçok kişiyi sarmış. 16 yaş dolaylarından başlayıp 20’li yaşlara kadar uzanan bir süreçte birçok kişiyi elinde bir kamera ya da bir kameranın civarında görmemiz mümkün. Kötü mü? Elbette ki de değil. Ama biraz sorunlu yanları var içinde. Şöyle anlatayım:
Biz amatör bir heyecanla bu işe başladık. Çok fazla olanağımız yoktu. Kameramız da iyi değildi. Filmin birçok teknik eksikliği var, ama yine de biz bu filmi çekerken çok eğlendik. Ha bir de bu benim ilk çalışmam, eleştirirken lütfen bunu da dikkate alın.
Yukarıda gördüğümüz cümlenin benzerleriyle çok fazla karşılaşılıyor. Genelde, üç-beş arkadaşın bir araya gelip “kameramız var, hadi film çekelim”, ya da gelecekle ilgili kendine sinema ile ilgili birtakım planlar kurmuş insanların kafasındaki senaryoyu arkadaşlarına anlatıp “abi filmimde oynar mısın?” demesiyle başlayan bir maceranın ürünü olan filmler oluyor bunlar. İçindeki “bir şeyler yaratma, bir şeyler üretme” heyecanını takdir etmekle birlikte, bir anlık fikir ve de bir anlık hevesin ürünü olduğu çok belli olan, fakat her şeyden önemlisi sanatın en büyük gereği olan “insanın kendini ifade etme çabası”ndan çok, insanın kendini eğlendirmesine hizmet eden bu filmlerin üreticilerinin bu yaklaşım ile sinema alanına pek de önemli katkılar yapamayacağını belirtmek istiyorum. Amaç bu değilse –ki o zaman neden eleştiri beklenir ayrı konudur-, hoş bir hatıra olarak kalır üreticilerinin hayatlarında, sadece bu kadar.
Sanat yapmak, film çekmek bir zorunluluktur, bir istek değil. Film çekecek kişi, söylemek istediklerini söylemek için bir başka yol bulamıyorsa film çekmelidir. Ama bu tabi ki şu demek değildir:
“Söylemek istediğim bir şey var, nasıl söyleyeyim, dur bir düşüneyim, film çekeyim, evet film yoluyla söyleyeyim!”
Yukarıdaki cümlede olduğu gibi birey sanatı çağırmaz, aksine sanat bireyi çağırır diye düşünmekteyim. Tutar kolundan kendi içine çeker, farkında bile olmazsınız. Zaten hep oradasınızdır, hayatınız boyunca film çekiyorsunuzdur, sadece yeni fark etmişsinizdir. Yaptığınız şey sadece görünmez olanı görünür kılmaktır.
İşte bir filmi izlerken, ya da kendim film çekerken, kendi kendime söylediğim sözler bunlardır. Film iyi mi kötü mü? Teknik hataları ya da eksiklikleri mi var? İlk etapta umurumda olmaz. Hem kendimde hem de karşımda bana filmini sunan insanda görmek istediğim tek şey zorunluluktur! Bu filmi çekmezse hayatı yolunda gitmeyecek bir insan görmek isterim hem aynada hem karşımda. Çünkü bir filmin teknik hataları ya da eksiklikleri o filmi kötü yapar belki ama bunlar halledilebilecek sorunlardır. Bir Jimmy Jib’e, şaryoya, steadycam’e kamera; kameraya 35mm adaptör, bin bir çeşit lens takabiliriz, ama bunları o bahsettiğimiz zorunluluk hissiyle değil, elektrikle çalıştırmaya devam ettiğimiz sürece ortaya kaliteli fakat insani ifadeden uzak bir film çıkacaktır. O nedenle olaya yukarıdaki gibi yaklaşan film üreticilerinin sorunu zannettikleri yerde değil çok daha derinlerdedir, yani kendilerini film çekmeye iten şeyin eksikliğinde…
Şu an belki iyi değilim ama bir süre sonra ortaya çok farklı şeyler çıkartacağım. Sinemanın kurallarıyla ilgilenmiyorum, bütün kuralları yıkacağım, hiç yapılmayanı yapacağım, çok orijinal fikirlerim var.
Bu şekilde ifadelerle de çok sık karşılaşıyoruz. Bu şekilde ifade etmese de, ne olursa olsun, herkesin fikri kendine özel ya da farklı gelebilir. Hatta hiç yapılmayanı yapmak, ortaya yeni şeyler çıkarmak, bunların her biri takdir edilesi isteklerdir. Burada dikkat edilesi nokta “sinemanın kurallarıyla ilgilenmiyorum” noktasıdır. Neyi yıkacağını bilmeden, bir şeyleri yıkmak istemek, boş yere kılıç sallayıp en sonunda kendini yaralamakla sonuçlanacaktır diye düşünüyorum. Sinemanın kuralları (klasik sinematografik kurallar ya da akımlar kastediliyor) uygulanması mecburi doktrinler değildir, bunların dışına çıkan birçok sinemacı var, ama kurallar ve de akımların insana nerede olduğunu gösteren bir haritadır sadece. Fakat yol bizimdir, ayaklar da… Ve de söz konusu sanatsa, istediğin yere yürümek zaten serbesttir.
Başta telaffuz ettiğim o zorunluluk burada da hakimdir. Söz konusu film çekme zorunluluğuysa, bir şeyleri yıkmak zaten amaç olamaz. Amaç tektir. Kendini ifade etmek. Sen kendini ifade edersin, çok özgün ifade etmiş olmak, çok farklı cümleler kurmuş olmak sadece bu işin bir sonucudur. Ve de yol filmlerinden öğrendiğimiz gibi. Önemli olan yoldur zaten, nereye gittiğiniz değil…
Ama tabi ki ben kendimi ifade edeyim, nasıl edersem edeyim gibi bir durum değil söylemek istediğim. Kurallar meselesiyle bağlantılandırırsak, kendini ifade etmek için, konuşmayı bilmek gerekir. Yani dili, sinema alanında konuşursak, sinema dilini bilmek gerekir. Kendi kafamızdan uydurduğumuz bir dille bakınız kuralları yıktım demek, tek kişilik bir halayda halay başı olmak gibidir.
İşte bunlar benim iç konuşmalarım. Tüm bu yukarıda verdiğim örnekler dışarıda gözlemlediğim sorunlar olmanın yanında kendimle yaptığım hesaplaşmaları da içinde barındırıyor. Bu ifadelerden farklı ama onlara bir hayli paralel olan “ben filmleri kendim için çekiyorum başkası umurumda değil” düşüncesiyle ve kendi fikirlerimi özgün bulma küstahlığıyla verdiğim mücadeleler bunlar aslında. Yaptığım ise gördüğüm sorunlara ve de kendi hesaplaşmalarıma sizi davet etmekti. İyi ağırlayabildiysem tekrar beklerim…
Çok haklısın. Dereyi tanımadan paçayı sıvamak doğru bi kelam olmuş, hatta bunu kısa film yapan insanlarla sınırlandırmayıp genellersek, Türkiye de herhangi bi konumdan daha üst düzey bir konuma gelen birçok insanın bu şekilde bi tarafları kalkar. İki filme müzik yapar, ya da bir film yapar bir kaç kişi de çıkıp bu filmi çok beğendim, bu izlediğim en iyi kısa film derse kendini hemen kubrick ya da yann tiersen sanır. Fırat bu anlatmaya çalıştığın mevzuyu film yaparak "Süs" ile anlatmaya çalışmıştır. Bu nedenle benim en sevdiğim kısa filmlerdendir "Süs".
Söylediklerinin yukarıdaki kısmına katılırken, kısa film yapanların artık farklı dramatik yapıda filmler çekebilmek için sarf ettikleri enerji yerine (bunu beceremediğimiz için söylediğini anladım) 100 yıldır kullanılan klasik anlatı sinemasını örnek alarak filmler çekilmesi gerektiği kısmına katılmıyorum. Geleneksel bir biçimde film dramatize edip, vasat şekilde film çekmek tabi ki sinemayı sindirmek, belki de tecrübe edinmek ve gelecekte kuralları yıkmak için yapılabilir. Ama önemli bir şeyi unutuyoruz. Kısa filmi geleneksel, klasik diye bir tabana oturtamayız. Eğer onu da böyle bir kalıbın üzerine inşa edersek Türkiye de Recep İvedikler her yanı sarar. Her neyse mevzu bu değil.
Kısa film, bizim yılladır keşfetmeye çalıştığımız bir şey... Uzun metraj kolaydır mesela ama kısa film öyle değildir, zordur. Ha senin dediğin uzun metraj için tabi ki doğrudur, ama yine de Sinemanın gelişmesi açısından tehlikeli bir düşüncedir. Bu uzun metrajda kabul edilebilir olsa da kısa metraj filmlerin geleneksel bir dramatik yapısı olmamalı, fakat bu filmleri yapanlar sinema bilmeli, film nasıl yapılır bilmeli bunu göz ardı etmiyorum. Sanırım senin aslında kastetmeye çalıştığın mevzu da bu; sinemayı bilmeden, sinemayı farklılaştırmaya çalışmak. Aslında sinema böyle de farklılaşabilir. Ha niteliğin sayısı düşer, bunu kabul ediyorum ama iyiler de çıkar. Bir örnek verebilirim, bulunduğum yerde liseli bir çocuk var, yaşından beklenmeyecek derecede olgun filmler hatta bayağı iyi filmler yapıyor, şahane film fikirleri var ve daha 18 yaşında kaldı ki bresson, antonioni, kubrick, jarmusch gibi adamlarla tanışmamış, belki geleneksel dramatik yapı nedir de bilmez. Ayrıca popüler kültürün rüzgarıyla yapılan ticari sinemadan da etkilenmemiş. Enteresan. Bu çocuk bana göre hayata bakış ve algılayış biçimiyle belki de iç güdüleriyle sinema yapıyor ve yapmaya çalışacak. Profesyonel bir örnek de Fatih Akın mesela belki Ahmet Uluçay sonra Türev filmi.
Türkiye de film yapmaya çalışanlar film nasıl yapılır bilecekler(yani cahil cesaretiyle kuralları yıkmaya çalışanları kastetmiyorum) ve belli bir sinema birikimleri olacak ama kendi iç güdülerinin peşini hiçbir zaman bırakmayacaklar. Bu yaptıkları, beğenilir ya da beğenilmez ama bence denemeye değer.
Son olarak Görkem'in sinemanın kuralını bilmek, hikaye anlatabilme yetisi kazanabilmek gibi düşüncelerinin bir çoğuna katılsam da, bakın beceremiyoruz, olmadı yapacağımız sinemayı bi yerlere oturtmalıyız fikrine karşı çıkıyorum hatta sinemanın geleceği için tehlikeli buluyorum.
bakın beceremiyoruz, olmadı yapacağımız sinemayı bi yerlere oturtmalıyız fikrine karşı çıkıyorum hatta sinemanın geleceği için tehlikeli buluyorum.
Bu fikir, benim anlatmak istediğim şey değil, ya ben anlatamadım, ya sen yanlış anladın.
Kısaca tekrarlamaya çalışayım; benim "dramatik yapıya uygun, klasik sinema" derken kast ettiğim şeyin, senin belirttiğin "birşeyleri dramatize edip vasat bir işe imza atmak" ile uzaktan yakından ilgisi yok. Şöyle söyleyeyim; klasik sinemayla uyumlu, yenilik peşinde olmayan her iş kötü ya da vasat mıdır? Senin "birşeyleri dramatikleştirme" dediğin şey apayrı birşey. Ben dramatik yapı derken, filmin bir giriş-gelişme-sonuç içermesini, izleyiciyle karakterlerini özdeşleştirmeye çalışmasını, izleyicisini filmin ve hikayenin içine çekmesini ve finalde bir arınmaya/olanlara hak vermeye davet etmeyi kast ediyorum. Klasik sinema biraz budur zaten. Ama bu asla "dramatikleştirme" değildir.
Uzun metraj kolaydır mesela ama kısa film öyle değildir, zordur.
Hangi kasıtla olursa olsun bu ifadenin arkasındaysan lütfen hemen ayrı bir başlık aç,bunu da ayrıca konuşalım, bu başlığı doldurmayalım. Çünkü bu ifade bağlamında ben sana katılmıyorum.
Yukarıdaki yazımı kısaca özetleyecek ve odağa almaya çalıştığım iddiamı da tekrarlayacak olursam: İster kısa ister uzun olsun her film, sinemanın anlatım tekniklerini kullanır. Bu teknikleri geliştirmek için çaba sarf etmek, mevcut tekniklere koşulsuz, eksiksiz hakim olmayı gerektirir. Ve bu hakimiyete sahip olmak kolay birşey değildir. Evet, ben ülkemizdeki kısacıların büyük çoğunluğunun bu seviyeye erişebildiklerini düşünmüyorum. Yapılan kısaların büyük çoğunluğu iyi ya da kötü "klasik sinemanın gereklerini uygulamada başarısız" durumdalar. Durum buyken, üzerine çalışılması, uğraşılması gereken şey yeni anlatım teknikleri ya da kaba ve basit ifade ile "aklıma süper fikirler var abi, daha önce hiç görmediğim birşey" değil, mevcut anlatım tekniklerini "iyi bir hikaye için, sağlam karakterler için, güçlü bir çatışma için" kullanabilmek olmalıdır.
Bakın, çok kısa bir örnek vermeye çalışayım; senaryo yazmışlığım olduğu ve üzerine yazmak istediğim birkaç konu var olduğu için bunu söyleyebiliyorum ki, bazı meseleler vardır ki gerçektir, önemi asla ortadan kalkmayacaktır. Sözgelimi bir ebeveynin çocuğunu kaybetmesi. Gerçek hayat için hiçkimsenin kayıtsız, tepkisiz kalamayacağı bir şeydir bu. Yanılıyor muyum? Ama şu konuda da yanıldığımı sanmıyorum, ben oturup aylarca uğraşsam, gerek teknik olarak gerekse içerdikleriyle iyi bir "evlat acısı" senaryosu yazacak olsam bu senaryoyu çekmek için kaç kısacı arkadaş istekli olur? İnanın ki çok az. Çünkü ortaya çıkacak işin, yönetmenine büyük saygı, ilgi getirmesi çok güç. Çünkü çok iyi birçok evlat acısı filmi mevcut. Ama yanılgı da burada zaten: Hani anlatım tekniği olarak yeni işlerin peşindeydik? Hem yeni hikayelerin peşindeyiz, hem yeni tekniklerin. Nereden geliyor bu enerji? Nereden geliyor bu güç? Nereden geliyor bu yaratıcılık? Ne yazık ki gelemiyor işte. Artık kamera herkeste var, pc harkeste var. Işık, mikrofon, yazılım.... Olanak var yani. Ama "çok farklı"yı bırakın gerçekten iyi kısa film....? 2008 yılında izlediğiniz çok iyi kısaları sayın.... ? Bu enerji, güç, yaratıcılık gelmiyor, biz getirmek için uğraşıyoruz ama olmuyor. Çünkü öyle bir güç çok nadir kişide olabilir. İyi film yapıyorum diye yola çıkan birçok arkadaşımızda ortaya bir başyapıt çıkaracak gereklilikle mevcut değil. İlla olmalı mı? İlla her film başyapıt mı olmalı? Tabiik i hayır, bu apayrı bir konu, bunu da konuşmak lazım belki. Kivben hep söylediğim şeyi tekrar söyleyeyim: fena olmayan her yerli kısa film bana göre başarıdır. Helal olsun. Ama eksiklik, değişmesi gereken şey şu: bir evlat acısı filmi çekin. Bir köylü kızın saf aşkının filmini çekin. Ama "düzgün" çekin. OLması gerektiği gibi, biryerleri sarkmadan çekin. "Bunlar zaten yapılıyor!" denmemeli. Çünkü kötü yapılıyor. Klişelerin izlenebilir hallerini yapabilelim, sonra klişelerden kurtulmayı deneyelim.
(Erçin, varsa sinemayı tanımadan bir başyapıt çıkarabilecek bir kardeşimiz o arkadaşa sahip çıkalım. O eleman için yazalım, alet ekipman sağlayalım. Getirsin projesi varsa, destek verelim elimizden gelirse. Akıl verelim elimizden geldiğince. Ciddiyim bunda)
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Görkem, dramatize etmek demekten kastım bir duyguyu dramatikleştirmek değildi. Klasik sinemadan bahsediyordum, kendimi ifade edemedim sanırım. Yoksa klasik dramatik yapı, klasik sinema nedir biliyorum.
Kısa metraj film çekmenin uzun metraja göre dezavantajı çoktur. Tabiki bir şeyin bir şeyden daha kolay ya da zor olduğunu söylemek haddime düşmez. O laf benceydi zaten. Bana göre kısa metraj film çekmek uzun metraj çekmekten zordur. Yoksa kamuoyuna mal etmeye çalıştığım bir fikir değil, sana göre böyle olmayabilir. Bunu başka başlıkta gerekçelerimizi sunarak tartışmak iyi fikir. Ama yazı dilinden mi böyle anladım bilmiyorum ama bir lafın arkasında durmayı sorgulamana gerek yok. Arkasında duramayacağım lafı neden edeyim, kaldı ki eğer fikrim yanlışsa doğrusunu da öğrenirim. Sabit değilim.
Yukarıdaki yazını dikkatle ve keyifle okudum. Ama senin; hikaye nasıl anlatılır, karakter nasıl yaratılır kamera nereye konur, klasik teknikler nelerdir, kısaca film nasıl yapılırı iyi öğrenip filmler çekilmeliyiz ve bunu hakkıyla yerine getirdikten sonra klişe olmayan farklı işler yapmaya çalışmalıyız önermeni belki de böyle yaparsak hep öyle kalacağız hissiyle kabul edemedim. Elbette bir şeyi öğrenmeden yıkmaya çalışmak budalalık. Bunu kastettmiyorum zaten. Ama nedense bu yazıda eksiklik hissettim. Sanki bu tehlikeli bir durum. Ben mesela eğer film çekiyorsam bu; film adı altında denemeler çekiyorum demektir. Yoksa burada paylaştığımız her filmin başyapıt olmadığını biliyoruz. Bu dereyi görmeden paçayı sıvamak değil, denemektir. David Lynch'in sinemasının farklılığını tartışamayız değil mi? Bu adam en başından(kısa filmlerinden beri) çok acayip filmler çekmiştir. Ha bu adam klasik sinema tarzında klişe bi konuyu hakkıyla çektikten sonra buna yeltenmemiştir. Ha klasik sinemayla başlayıp senin dediğin gibi sinemasını farklılaştıranlar da vardır, bunu yadsımıyorum. Zaten kemikleşmiş bi düşüncem yok bu mevzuda. Ben de dediğin gibi en klişe konuyu eli yüzü düzgün bir şekilde çekme yetisine ulaşmak isterim ve çekerim de çok da keyif alırım. Hatta gerçekten yapmak isterim, yapabilirim. Kaldı ki çok farklı dediğim David Lynch'in "The Straight Story" isimli belki de senin kastettiğin gibi bir filmi var ki bu o farklı filmlerinden sonra çekilmiş. Zaten çok ilginçtir ve çok ilgimi çeker.
Sakın yanlış anlama, doğrudur söylediğin, yanlış demiyorum. Sadece içime sinmeyen yerini ifade etmeye çalıştım, umarım anlatabildim.
Ayrıca bu linkten o genç arkadaşın filmini izleyebilirsin, sonra dilersen ona bashettiğin yardımları yaparsın ki ben elimden geldiğince destekliyorum.
http://www.facebook.com/home.php?#/video/video.php?v=17670708745
Çok güzel yazılar feyz aldım hakikaten.
Kısa konuşmayı seviyorum :), notalar yokken de insanlar müzik yapabiliyorlardı.
Amatör set işçisi.
@Görkem:
Bu sene İstanbul film festivalinde klasik dediğin yapıyla kurulmuş o kadar kötü filmler izledim ki eğer klasik oysa ben klasik film yapmayacağım. İsim de vereyim: Mommo, Köprüdekiler vs...
Ben de kuralların bilinmesi taraftarıyım. Kurallar bilinecek ama hikaye anlatmak başka bir şey diye düşünüyorum. Dereyi tanısan da paçayı sıvasan da boğulabiliyorsun o bir kaşık suda. Bu yüzden mevzu biraz yeteneğe dayanıyor sanırım. Bir parça yetenek gerekli.
payitaht, söylediğin yetenek meselesi de biraz farklı birşey gibi geliyor bana, bilmem yanılıyor muyum?
Yeteneksiz biri zaten sinemaya merak saramaz çünkü birsürü şey okusa, izlese, araştırsa bile (yani işin yazılmış kural ve gereklerini öğrenmiş olsa dahi) klavyenin başına oturup bir senaryo yazmaya niyetlendiği an anlar anyayı konyayı. Ya da eline bir kamera alıp basit bir diyaloğu çekmeye çalışsa da aynı şeyle karşılaşır.
Sinema üzerine en fazla şey okumuş, araştırmış kişi bir sinemacı demek değildir ki eğer öyle olsaydı eleştirmenlerin alayı yönetmen senarist ya da bir açıdan sinemacı olurdu. Fark gerçekten sadece yetenekte olabilir.
Ki hemen hepsinin birer "sinema aşığı" olduğuna emin olduğum eleştirmenlerin bir filme ya da en azından bir senaryoya imza atmamalarındaki (atmaya çalışmamalarındaki) tek nedenin senin belirttiğin bu yetenek konusu olduğuna inanıyorum. Ki hatta senaryo konusunda uzman eleştirmenler dahi mevcut (Tamer Baran, Mehmet Açar ve kısmen Uygar Şirin) ama bunlardan çıkmış çok iyi bir senaryo bilen var mı?
Mesela benim katıksız hayranı olduğum Kutlukhan Kutlu'ya sorsak "sinema üzerine bu kadar çok şey biliyorsun birader, sende yazsana bir senaryo!" desek yüksek ihtimalle aşacağımız cevap gayet mütevazice "yapabileceğime inanmıyorum" olur.
Ama kafamı biraz karıştıran ve aslında sinema eğitimi almış ya da almakta olan arkadaşlara sormak istediğim bir soru var, ayrı başlık açsak bile olur belki ama kısaca burada sorayım: Sinema akademisyenlerinin neden filmleri, senaryoları yok?
Bahsettiğim senaryo ya da filmler kısa, deneysel, eğitim amaçlı vs değil. Gayet uzun, profesyonel, bütçeli işler.... Zamanları mı yok? Enerjileri mi? Yoksa yapamazlar mı? Beceremezler mi? Bu son iki ihtimale inanmak istemem örneğin. Nedir bu sorunun cevabı?
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Tamer Baran yeni bir film üzerinde çalışıyordu en son ve bir önce yazdığı senaroynun içine ettikleri için bu sefer çok daha etkin olacakmış filminde. Tam da hatırlamıyorum ne dediğini ben çekeceğim demiş bile olabilir :D. Ama dememişti sanırım. Burak Göral da bir film eleştirmeni ve Kısık Ateşte 15 Dakika'da benim yazdıklarımın %40 filmde yok dedi. Büyük bir rakam %40, o da çok şikâyetçi olmuştu.
Akademisyenlerin film çekmeme sebebi ise teorisyen olmalarıdır zannımca. En fazla danışmanlık yapabilirler, çünkü pekçok yerde olduğu gibi, bazen tecrübe= her şey. İstisnalar mevcut tabii.. Böyle bir kural da yok, ben ilk kez senden duydum Görkem az önce, yorum getirdim ona sadece. Akademisyenler dövmesin beni şimdi.
Bildiğim kadarının, anlatabildiğim kadarı.. Eylem Planı.
Ömrünüzde duymadığınız bir sporla ilgili Türkiye'de ve dünyada neler yaşanıyor diye meraktan çatlıyorsanız Laff Ultimate'a beklerim.
Kural dediğimiz şeylerin, özellikle birçok sinematografi kurallının geliştirilmesinde insan algısı göze alınmıştır. Yani bu "kurallar" insan algısını bozmamak için (hepsi değil tabii) vardır. Bunun için, zamanında -özellikle Sovyet Rusya'sında- epeyce deney yapılmıştır. Örneğin Türev filmini ele alalım. Bilmeyenler için bu film, sinematografi açısından kuralsız diyebileceğimiz bir filmdir. Filmin 10. dakikasından sonra şiddetli bir baş ağrım başladı ve dikkatimi kaybettim. Gösterim salonundaki birçok insan da ilk 10 dakikadan sonra dışarı çıktı. Ama benim için önemli bir tecrübe oldu. Sinematografinin neden önemli bir şey olduğunu kavradım.
Benim için diğer bir önemli nokta da şu; sinematografik açıdan kusurlu bir kısa film izlediğim zaman ne diyorum, "teknik olarak kusurları var vs." Peki sinemayla alakası olmayan, sadece izleyici olan bir insan bunu nasıl yorumluyor? "Burada aksı kırmış, ışıklar kötü." demiyor tabii ki. Ama filmin "amatör" olduğunu anlayabiliyor. Çünkü sinematografik görüntüye aşinalığı var. Fakat sinematografik açıdan başarılı film izlediğinde ne diyor? "Aaa! Aynı sinema filmi gibi çekmişler." diyor. Yani sinematografi, filmin ilgi çekmesinde başlı başına bir etken oluyor.
Özetle kuralları bilmek önemli. Tabii bundan sonraki aşama kendi düşüncemize, ilgi alanımıza kalmış bir şey. İsteyen eğlence filmi çeker. İsteyen bir dil geliştirir. İsteyen usta yönetmenlerin izinden gider... Benim ilgi alanım özgün bir üslubu olan, bir derdi olan, coğrafyasından ve kültüründen bağımsız olmayan, kutsal kitap sadeliğinde ve evrenselliğinde bir sinema... Ha klasik yapılı olmuş, ha deneysel olmuş... Benim için çok bir önem arz etmiyor.
"Sinema akademisyenlerinin neden filmleri, senaryoları yok?" Bu soruyu zamanında ben de düşünmüştüm. Çok farklı sonuçlarla karşılaştım. Mesela mezun olduğum okuldaki çoğu eğitimcinin kısa filmi dahi yoktu. Hatta bunların içinde doktora yapanlar bile vardı. Örneğin aksın ne olduğunu bana öğreten bir eğitmen olmadı. Filmlerimi gösterdiğim zaman da "Burada aksı kırmışsın." diyorlardı. Genelde bilgisini paylaşmıyorlardı. Bazılarının dekanlık peşinde olduklarının duyduğumda asıl dertlerinin ne olduğunu anladım. Ama farklı durumda olan eğitmenler de tanıdım. Mesela daha önce sinema sektöründe senaristlik yapmış bir hocam şuna yakın bir şeyler dedi: "Bu mesleğe girdiğinde, eğer sıradışı biri olduğunu öğrenirlerse seni sindirmeye çalışılar. Zamanla sinemadan soğursun ve kabuğuna çekilirsin. Ama artık umudum var. Teknoloji çok gelişti. Video kameralar ucuzladı, kurguyu evindeki bilgisayarında yapıyorsun. Gelecek nesilden umudum var." demişti.
Bu bilgi paylaşmama, sindirme meseleleri can sıkıcı şeyler tabi. Tamamı kişisel yaklaşımlarla ilgili zaten.
Ama Mustafakenan'ın söylediği çok güzel bir söz vardı: "(Ekipman anlamında) Hiçbirşeyinin olmayıp fikirlerin olması, herşeye sahip olup fikirlerinin olmamasından daha iyidir" Bu fikri, bir akademisyenin sahip olduklarına da adapte edebiliriz gibi geliyor bana.
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;
Ya, öyle işte....
Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;