Forum

(Siteiçi Röportajla...
 

(Siteiçi Röportajlar 2) Beetlejuice ile Sohbet....

3 Gönderi
3 Üyeler
0 Reactions
2,593 Görüntüleme
(@gorkem)
Gönderi: 0
Başlığı açan
 

Özgür Bakar: “BENDE YARIM SAAT SİGARA İÇEN ADAMI GÖSTERMEK İSTİYORUM! BENDE YATAKTAN UYANAN ADAMLARLA BAŞLAYAN FİX KISA FİLMLER CEKMEK İSTİYORUM! DEVLET BANA YARDIM ETSİN!”

Röportaj serimizin ikinci konuğu. Bunu adet haline getirmek istiyorum aslında, konuğumu size tanıtıp kısa bir özgeçmiş sunduktan sonra röportaja geçeyim diyorum hep, baktım ki Özgür için bu tutmuyor, geçemiyorum yazdıklarımı sildim. Bir daha denedim, olmuyor.

Neyse ya, durun, bir daha deneyeyim. İlginç bir yükseliş öyküsü var çünkü, birkaç kez denenmeli bence.

Küçük Özgür (burada bir geridönüş var, klozette sarı bir şortla oturan kumral, dolgun yanaklı bir erkek çocuk hayal edin. Eline kurşun kalem var. Klozette otururken elinde kurşun kalemin ne işi var demeyin, var işte, gömlek cebinde unutmuş olamaz mı? Olur….. Evet, sahne bir, Özgür’ün evi, tuvalet, iç/gün), daha ilk okuldayken tuvalette kakasını yaparken, daha sonra annesinden bu yüzden tokat yiyeceği ama yediği tokada hiç gocunmayacağı ilk eserini ortaya çıkardı. Tuvalet kapısının arkasına, her zaman izlediği Edi’yle Büdü’nin karikatürünü çizdi. Tabi hiçbir yayıncı, evlerinin tuvalet kapısının arkasına bakmayı akıl edecek kadar akıllı olamadığı için (bu ülke böyle batıyor işte) keşfedilmesi uzun sürecekti Özgürün.

Tabi o karikatürü tuvalet kapısı arkasında çizmesinin sebebi, yıllar sonra bir sinema sitesi için yapacağı röportaja kadar saklı kalacaktı. İşte burada açıklıyoruz; ucu bucağı görünmeyen hayalperestliğinin etkisi ve katkısıyla mahallede adı “deli”ye çıkmıştı. O küçücük Özgür, sırtına urganla boyu kadar bir leğen bağlayıp, “Ben Ninja Kaplumbağayımm!” diye bağırıp koşturuyordu mahalle kahvesi civarında. Michelangelo, Leonardo, Raphael ve Donatello toplanıp tek bedende hayat bulmuştu ama oyunculuğunu başarılı bulmayan eşraf, Özgür’ü dışladı. Oyunculuğunun başarılı bulunmamasında bir sebep daha vardı Atilla Dorsay’a göre. Dorsay’ın 10 ciltlik 10.000 yılın 100.000 oyuncusu eserinden alıntı yapalım: “Elindeki oklavayı yukarı kaldırıp “gölgelerin gücü adına!” diye bağırması, Özgür’ün performansını kötü yönde etkilemişti”

Yıllarca karikatür çizmeye devam etti ama bir gün çizerken yanlışlıkla 90 sayfalık bir senaryo yazdı. Kızları tavlamak için ezberlediği Gırgır dergisinden arak espriler, esas amacı ıskalamıştı ama burada işe yaramış gibi görünüyordu. Yaptığına şöyle bir baktı, “Her sayfanın 1 dakikalık malzemeyi anlatmasına ne gerek var? Gereksiz tarama yapmışım”dedi ve malzemeyi çöpe attı, silip düzeltmeye üşendi ve o kovadaki eser, şehir çöplüğünde yaşayan Fahrettin Cüreklibatur tarafından bulundu. Bu senaryo, dünyayı kurtaracak olan birinden bahsediyordu ama küçük Fahrettin’in bundan haberi yoktu.

Küçük Kakası’nı yapmak için her tuvalete gidişinde, annesi tarafından, henüz mintax’la idare eden banyo temizliği sektörünün azizliği yüzünden tamamen silinemeyen karikatüre bakarak “bu iş kalemle olmuyor, hep birileri gelip siliyor, ne yapsak?” diye düşünmeye başladı.

Ev ve mahalle ortamı çok gürültülü olduğu için sessizce düşünemeyen Özgür, İstanbul’un gürültülü sokaklarında gezmeye ve düşünecek sessiz bir köşe aramaya başladı. Sonra tam olarak 2 yıl düşünmeye fırsat bulacağı bir kapı buldu: Leman dergisinin giriş kapısı. Orası sessiz sakindi. İçerideki herkes çiziktiriyordu çünkü. Yanında Alpay Erdem ve Umut Sarıkaya adlı iki sessiz arkadaşı daha vardı. 2 yıl boyunca düşündü, düşündü. Ve birazda üşüdü, üzerine bir şeyler almak için eve gitti. Bir daha dönmedi.

Babasının kendisine sık sık, “hadi oğlum, git şu turistlerle konuş, lisanın gelişir” deyişinden yola çıkarak ve yıllar yılı neden hep bayan turistlerin yanına oturduğunu fark etmeyerek, Elizabeth Nikon adında, uzun yıllarını birlikte geçireceği hayat arkadaşıyla tanıştı. Kısa süre sonra Elizabeth gitti ama ona birkaç günde dünyaya gelebilen bir evlat hediye etti. Eliza testi gitti, Nikon kaldı.

Tabi küçük Özgür bir süre, makinenin sadece kendi kendine çekme modu ayarlanarak fotoğraf çektiğini sandı çünkü Elizabeth’le hep yalnız başlarınaydılar, fotoğraflarını çekecek kimse yoktu otel odalarında. Bu yüzden Eliza gittikten sonra da sürekli kendi fotoğrafını çekti Küçük Özgür. İşte oyunculuğa böyle adım attı. Ki hala uzun metrajların tartışmasız jönü ve yapımcısı olamamasının sebebi olarak, o fotoğrafları edinen magazin dergilerine yedirdiği paranın, uzun metrajı için biriktirdiği para olduğu yönünde iddialar var ama bu bilgi kesin değil.

Elizabeth seneye tekrar geldi. Yanında Sony Carleone adında asabi bir adam vardı. Küçük Özgür’ü Sony’yle tanıştırdı. Ve kendi fotoğraflarını çekmesini istedi. İşte o an Küçük Özgür’ün hayatı değişti. Çünkü yönetmenliğe o an başlayacaktı. Çünkü makine ile fotoğraf çekilirken illa zaman ayarı ve kendi kendine çekme modunun kullanılmak zorunda olmadığını fark etmişti. Acayip bir müziğin eşliğinde makinenin arkasına geçti ve muhteşem bir yönetmenlikle yan yana duran, hatta soyunup sarılmış ve yatmış olan Elizabeth ve Sony çiftinin fotoğrafını çekerken Sony’yi kadraj dışında bırakmayı başardı. Sony bunu Amerika’ya döndüğünde fark edecekti ama intikamını almaya fırsatı olmayacaktı.

Küçük Özgür, Elizabeth’in kendisini terk etmesine biraz bozulmuştu. “Sen Sony’den daha iyisin ama o daha yakışıklı” demişti Eliza ona. Halbuki testte bir şey çıkmamıştı ve Nikon Sony’den daha iyiydi. Bunları düşünürken, kurşun kalemi hala cebindeydi ve kalemi eline aldı. Eline gelen, kendisinin kadrajlandığı ilk fotoğrafı o kalemle karalamaya başladı. Bu sorun değildi çünkü o fotolardan odada 4000 tane falan vardı. Ve ups! Kalemle, siyah beyaz fotoğraftaki adamı daha yakışıklı hale getirebileceğini fark etti. Ve tasarımcılığa, yanında bonus olarakta grafikerliğe böyle adım attı.

“Oh be, artık karar verdim, ben bir grafikerim” dediği gece rüyasında kendisini kovalayan bir “grafikerler derneği başkanı” gördü. Kaçarken de ayağı 35 mm filmlere takıldı. Uykudan uyanması için kafasını bir yerlere çarpmasına gerek yoktu çünkü Özgür Bakar’ın sinemacı olma isteğinin, bu rüyaya bağlı olduğu tamamen gerçektir. Tabi komediden vazgeçememesi ve başka bir şey üretemeyeceğini düşünmesinin kaynağında böyle bir rüyanın olması pek şaşırtıcı olmasa gerek.

İsterseniz gelin, ya da kaçın, hikayenin gerisini ondan dinleyelim! Evet küçük Özgür…. Seni dinliyoruz…. Yüzüne Betmen maskesi çizdiğin o andan itibaren neler oldu anlat bize….

Görkem:
İlk filmini ne zaman çektin? Kaç yaşındaydın o zaman?

Özgür:
Komedi türünde işler yapmaya çalıştığım için ilk etapta televizyondan yani TV deki skeç türü işlerden çok etkilendim. ilk kamerayı elime aldığım zamanda ki bu 2001 de oldu. ilk kameram VHS kayıt yapan büyük bir Panasonic'ti onunla çamur gibi görüntülerle skeçler çektim. Tabi yaş ufakken sinema algınızda dar oluyor. Arkadaşlarla toplanıp komik skeçler çekiyorduk. Yaş ilerledikçe sinemayla daha fazla haşır neşir olmaya başladım. 2005 sonunda gittim mini DV kamera aldım ve alır almaz " benim neyim eksik " gazıyla 4x4 adlı ilk filmimsi deneyimimi yaşadım.

G: Senaristlik öncesinde mi başladı, sonrasında mı?

Ö: O şöyle, hali hazırda zaten her zaman yazıyordum. TV de skeç yazarken de kafamda hep kendim bir şeyler çekeyim isteği vardı öncelik olarak daha az maddiyat gerektiren bir şey olduğu için senaristlik gerçekleşti ama kafamda ikisi hep aynı anda vardı zaten.

G: Hangisine daha yakın hissediyorsun kendini? Yönetmenlik mi senaristlik mi oyunculuk mu? Ya da başka bir şey?

Ö: Hepsi Ego gibi gözükecek ama zaten dışa dönük bir sanat bu. Ben evvela senaryo yazıyorum ama insanda ister istemez şu dürtü oluyor. "Benim yazdığım şeyi benden iyi kim çekebilir ki? " Yani bu auetur denen kategoriye giriyor sanırım ama bunu istiyorum. Çünkü kafamda bir rüya var bunu kağıda döken benim görüntüye de ben dökmeliyim. Hatta elimden geliyorsa ben canlandırayım ki birebir kafamdakine en yakın eseri sunayım. Tabi bu her işte olduğu gibi yine tecrübeyle bilgiyle de desteklenmesi gereken bir şey. Onu da çırpına çırpına hata yapa yapa öğreniyoruz.

G: Başka bir yazarın senaryosunu çekmeye ya da başka bir yönetmene senaryo vermeye karşı mısın? Yani buradan bunu çıkarabilir miyiz?

Ö: Karşı değilim. Ben yapmam. İsteyen yapsın. Başka birinin hayal ettiği bir şeyde bir figür olmak çok zevkli. Misal Eyüp'ün (mordevrim) Oyun senaryosunda güzel bir anlatıcı abi rolü vardı. Çok güzel bir deneyimdi. Eğer imkanım varsa kendi işimi kendim çekmek isterim. Ha şu anda dizi yazıyorsun orada niye emanet ediyorsun senaryolarını diyebilirsin. Bu da ticari kaygı ve çok uzun bir mesele.

G: Peki gördüğün işlerde, kendi yazdıklarını çekenlerin, bu yolla daha iyi işler çıkardıklarını düşündüğün örnekler var mı?

Ö: Ben Türkiye'de benimkiler dahil iyi kısa film izlemedim (soru bu değil miydi... en iddialı açıklamayı yaptım, oda yanlış soruya denk geldi….) Uzun metraj olarak soruyorsan komedi anlamında verebileceğim tek örnek Yılmaz Erdoğan olur. Ki kalemi çok kuvvetli ama sineması zayıf. Yinede komedi türünde yazıp çekip oynayan bir o var. Yurt dışında ise genelin itici bulduğu ama benim çok sevdiğim Woody Allen

G: Woddy Allen. Buradan hemen miksleyelim. Sevdiğin sinemacılar?

Ö: Yönetmen mi?

G: Yani.... Sinemacı.... Yönetmen, yazar, görüntü yönetmeni.... Ya da yazarları ayrı yazalım istersen....

Ö: Türkiye’den 'den Başta Yavuz Turgul (her ne kadar Kabadayı’da üzse de), Reha Erdem (biraz Fransız kökenli gelse de) Nuri Bilge. Demirkubuz'un birkaç işini çok seviyorum bir kaç işi içinde allah diyorum. Masumiyeti çekmiş biri bu filmi nasıl çekmiş acaba filan diye düşünüyorum. Dünya çapında: Kim Ki Duk (Hayatta öyle filmler çekemeyeceğimi kabullenip kıskanmadan sindirerek izliyorum) Monthy Pytons, Kitano, Tarkovski, Bergman, Angelepolus izlemeyi de severim ama dediğim gibi izlemeyi çok severim, örnek alıp o tarz işler çekeceğim yönetmenler değil onlar. İzlerken mutlu oluyorum ama.

G: Peki az çok etkilendiğini hissettiğin isimler var mı?

Ö: Takeshi Kitano ve Woody Allen. Kısalara çok yansımadı ama rafta bekleyen uzunlarımda ve bazı hayata gecen TV işlerinde izlerini kendim gördüm. Tabi Türkiye yapısına adapte edince izleyici bir bakışta anlamayabilir.

G: Bir senarist olarak çok iyi senarist(ler) kim sana göre?

Ö: Kalıplara sığmayan adamları seviyorum. Tarantino gibi sıradan bir masa sohbetini sıkılmadan izletebilecek diyaloglar yazmak isterim. Yine Woody Allen gibi. “ -Dine uzak olmanı anlamıyorum Harry? Yani herşey Bilim teknoloji falan degil ! - Hey teknoloji iyidir. Bana klima mı? Papa mı? dersen Klima derim !” gibi zekice cümleler yazmak isterim. Nuri Bilge gibi yalın bir dille tüm doğallığıyla gizli kamera hissi veren diyaloglar yazmak isterim... Cristopher Nolan gibi süper kurgular yapmak jim jarmush gibi karakterler yaratmak isterim… Zaten sinema böyle evrim geçiriyor. Bu işle hayatı boyunca profesyonel olarak uğraşacaklar sevdiği sanatçıları kendi içinde harmanlayıp kendini de üstüne ekleyince başka bir fenomen yaratıyor sonra bir başkası da ondan etkileniyor.

G: Sen bir yönetmen olarak nasılsın sette? Aceleci, rahat, disiplinli.... Çok tekrar alır mısın örneğin? Aklındakileri çekmekte ısrarcı mısındır?

Ö: Nasıl olmam gerektiğini her seferinde test ediyorum. Şeytan Doldurur'da Alple ortak olduğumuz için ne kadar hakimim test edemedim. İki ekmek bi yoga’da da aşırı duygusal davrandım imece usulü film çekmenin hatır gönülle iş yapmanın sette profesyonel bir hava estirmeyi zorlaştırdığını gördüm. Ya insanları kırıp istediğim filmi çekecektim yada ortayı bulacaktım. Ortayı bulmayı denedim. Hataydı. Her filmde bir şey öğreniyorum. Ne olursa olsun yönetmen setin hakimi olmalıymış bunu anladım. Kimse alınacak gücenecek diye düşünmemek lazım. Madem herkes yardım etmeye geliyor, kimse işi ciddiye almamazlık yapmamalı. Bu da yönetmenin tavrıyla alakalı değişen bir durummuş bunu öğrendim. İpleri sıkı tutmak gerek

G: Bundan sonra ekip ayağını denk alsın diyorsun yani....

Ö: Aynen. Hatta lostdream (Bünyamin Bayansal) dan 10 adımda nasıl set disipline edilir adlı kitabını istedim imzaladı.

G: Bize de biraz tiyo versene. Kitapta neler var?

Ö: 10 adım (gülüyor)

G: Eh, pek zor değil gibi.... Müzikle aran nasıl?

Ö: Demin kıskanamadığım yönetmenleri izlemenin nasıl keyifli olduğunu söylemiştim. Müzikte de tam teslimiyet içindeyim. Niyeyse her sanatı yapabileceğimi kıskanır, esere bakarken “ulan ben niye yapmadım bunu yaa” diye hayıflanırım ama müzik icra etmek gibi bir niyetim olmadığı için çok sıkı bir dinleyiciyim. Kulağımdan melodi eksik olmaz. Biraz eski kafalıyım. Dünya çapında Pink Floyd, Led Zeppelin falan, Türkiye’den anadolu rock olsun çamurdan olsun derim.

G: Anadolu rock'ta biraz sömürülmeye başlandı gibi biri fikir dolanıyor etrafta.... Sence doğru bir tespit mi?

Ö: İyi dinleyiciler farkı çok rahat ayırt eder. Yani 3 Hürel ile Kurtalan Ekspress’le büyüyüp Kral Tv de böğüren adamları ayırt etmek zor değil (sinema bitti galiba )

G: (Döneceğiz) Biraz karikatür konuşalım mı?

Ö: Olur

G:Aynı zamanda karikatürist olduğunu bilmeyen arkadaşlara da söyleyelim hemen. Özgür bir karikatüristtir arkadaşlar....

Ö: Başarısız bir karikatürist (gülüyor)

G: Başarısız? Ne anlamda?

Ö: (Esniyor) (“Msn’den nasıl anladın yahu” diye sormayın, adam röportaj uzmanı, kendisi ekliyor gerekenleri, sağolsun!) Küçükken babam eve Gırgır’la gelirdi. Bende oradaki karikatürlerin birebir aynısını çizip (ilkokulda) okula götürüp kızlara gösterirdim bak ben yaptım diye. (Çok ekmek yedim) bu kadar.

G: …..

Ö: Dermişim. Tabii ki değil. Nasıl ki sinemanın skeçten ibaret olmadığını bir süre sonra anladıysam, karikatüründe ciddi bir iş olduğunu idrak etmemle Cağaloğlu sokaklarını arşınlamam bir oldu. Lisedeyken pişmiş kelle den Behiç Pek adlı, dünyanın en şeker insanı ile tanıştım (bilen bilir). Pişmiş kellede bir süre takılıp gırgıra atladım. Orada takılmam levent kırca ekibiyle tanışmama ön ayak oldu. Tabi bu söylediklerim aslında çıtır bir 19’luk gençken gerçekleşti. Tabi beni kesmedi, eşeklik ettim, o dönem baba yıllarını yaşayan Leman’a zıplamaya çalıştım. Hatta kuyrukta Alpay Erdem ve Umut Sarıkaya’yla cok sürünmüşlüğümüz vardır. Sonra hayat bana bir karar aldırmak zorunda kaldı. Bir seçim yaptım. bıraktım. Yoluna devam edenler işte biri Alpay biri Umut oldu.

G: Ne kadar süre çizdin? Dergilerde yani....

Ö: 3 dergi toplam iki yıl sanırım bölük pörçük o da. Başarısız dedim ya, üstüme gelmeyin bühühü

G: Karikatür piyasası hakkında ne düşünüyorsun? Yeni bir nesil var, bayağı üretkenler....

Ö: Tükeniyor ama. Her şeyin düşmanı olan ego buna da zarar veriyor. Bölüne bölüne ne hale geldiler. Birleşip efsanevi bir şey yapsalar süper olacak.

G: Ne kadar zamandır metin yazarlığı yapıyorsun? Bu işe nasıl girdin?

Ö: Bu iş, yine Leman’dan Erdilin abisi Varol Yaşaroglu ile tanışmamla oldu. 2000 senesinde kanal D de grafi Comedy için bir araya geldik. 6 bölüm skeçlerini yazdım. Öyle başladı. 8 sene olmuş, daha az gibi geliyor bana . Öyle başladım, sonra bir bayan arkadaşımla uzun süredir TV ye film ve dizi işleri yaptık. Bir de yine Türkiye’nin yıldızları diye yarışma programı vardı ona bir kaç skeç yazdım, öyle devam etti. Hala devam ediyor. Hatta şu sıralar, 10 yıl sonra Leman'dan telefon aldım ve çok duygulandım. TRT için bir dizi hazırlığı yapıyoruz. Ha birde Tiyato var. öhüm

G: Bende onu soracaktım. Şu aralar neler yapıyorsun? Devam et....

Ö: Şimdi ben Bahçelievlerde ikamet ediyorum. 50 senedir de ailecek buradayız. Belediye ile siyasi anlamda hiçbir bağım yok ama kültür sanat müdür ile aramız iyi, projelerine destek veriyorum, iki tane oyun yazdım sahneledik. Birde bu sene ikincisini yaptığımız kısa film festivali var. Belediye’nin bu anlamda sınırsız desteği söz konusu. Bu arada, duyurmuş olayım, filmleriniz, bekliyoruz arkadaşlar.

G: Şöyle bir ön tanıtım yap, biraz bilgi ver istersen.... Film sayısı, tarihler....Mekan....

Ö: Yani aslında bunla ilgili sıkı bi döküman var sende, kuşlar söyledi, organizasyondan biriyle roportaj yapmışsın (Gülüyor. Çünkü ben nedense çaktırmamak gibi bir tribe giriyorum, Bahçelievler Kısa Film Festival’i üzerine, Bekare dergisi için röportaj yapmıştım Özgür’le. Kendisine buradan tekrar teşekkür ediyorum. Neden yüzüne etmiyorum da sizi kullanıyorum onu da bilmiyorum?)

G: Olsun, sen yinede....
Ö: 12-16 Mart arası Bahçelievler belediyesinin tiyatro salonunda filmleri göstereceğiz.22 Şubat'a kadar filmleri bekliyoruz. Geçen sene çok kaliteli filmler gösterdik. Reha Erdem ve Ahmet uluçay filmlerini sunduk. Ücretsiz atölyeler ve söyleşiler oldu, bu sene de olacak. Katılım tatmin edici değildi, bu sene daha umutluyuz. Katılımcı arkadaşlara duyurulur....

G: Devamı da olur sanırım. Sonraki yıllar için planlar var mı?

Ö: Bu yaz için sabırsızlandığım bir uzun metraj projesi var. (Eyvah, yanlış anladı, ben festivali sormuştum) yol hikayesi. Bunu hayata geçirmek için yaza kadar elimden geleni yapacağım. TRT deki dizi olsun veya olmasın bu film için bürün enerjimi sevgimi akıtacağım.

G: Son dönem Türk Sineması hakk….. Bi dakka bi dakka.... Önce şu uzun metrajı konuşalım ya.... Nasıl bir proje? Bahseder misin biraz?

Ö: eee ööö.. Şimdi yani projeyi açık etmek iki sebepten tehlikeli.. Bir çalınabiliyor. İki nazar değiyor. (Allahım, ne saçmaladım) Kısaca Antalya’da yaşayan iki sevgilinin, babasından kaçarken yanlarına yanlışlıkla aldıkları bir şey yüzünden başlarını beladan belaya sokmasını anlatan sarı sıcak bir yol hikayesi olarak yazıldı. Kağıttaki gibi olursa çok güleceğiz, ona eminim.

G: Ben senaryoyu sormamıştım Özgür.... Hani en azından, kısaca..... ekipte kimler var? Ne tür bir film olacak?

Ö: Ekip falan yok. Senaryoyu ben oturdum, 3 sene önce yazdım. 3 Senedir de ara ara eklemeler yapıldı. Son hali ile zaten TV filmi olarak teklif aldım, ama gözüm yüksekte ziyan etmek istemedim. Son hali üzerinden birde mordevrime yolladım oda fikirlerini sunacak, kusursuz hale geldiği anda dediğim gibi hayata geçeceğine inandığım bir iş, somut birrşey yok yani, sadece inancım sağlam. Kadir Köymen’le çekmek için yazmıştım. Ama iş büyüyünce Kadire produksiyonu ağır geldi.

G: Hadi hayırlısı diyelim o zaman....

Ö: tabi hayırlısı. Ha bide ekliyim, sevişme sahnesi yok, beklenti yaratmayalım.

G: Ama olmadı ki abi.... O kırmızı pazen çarşaflar neydi o zaman?

Ö: O başka film, 9,5 hafta.

G: Çekimler nasıl gidiyor? Yorucu mu?

Ö: hangisi ?.......... Haa şimdi anladım; zevkli

G: Marketteki çocuğun size çikolata ve aganigi taşımaktan heder olduğu iddiası hakkında ne diyeceksin?

Ö: Yo…. seti izleme izni verdiğimiz için zevkle gidip geliyor.
G: …..

Ö: Yani bakkala

G: Küçük bir rol verseydin garibana.... Boşa gidip gelmeseydi….

http://www.divxforever.us/index.php?act " onclick="window.open(this.href);return false; ... 7&rid=3775

(Bu linki Özgür verdi arkadaşlar, benim bir kabahatim yok)

Ö: Önce reji asistanlığı.

Ö: Ya içimde uhte kalmıştır, bi kere devlet bize yardım etsin diyemedim röportajlarda, diyebilir miyim?

G: 9,5 hafta için devlet yardımı.... Biraz zor be dostum....

Ö: Bende yarım saat sigara içen adamı göstermek istiyorum bende yataktan uyanan adamlarla başlayan fix kısa filmler cekmek istiyorum. Devlet bana yardım etsin!

G: Bunu büyük harflerle yayınlayacağım abi. Yanındayım.

Ö: başlık olsun

G: Evet. iyi fikir.... Komedi ve komedyen eksiği çekmeyen bir toplum olduğumuz söylenir birçok yerde.... Buna katılıyor musun? Genel olarak ülkemiz komedi piyasası hakkında ne düşünüyorsun?

Ö: Son yıllara kadar ben de öyle olduğunu düşünüyordum. Lakin bunu söyleyip Çılgın dershane, Maskeli Beşler gibi yapımlar üretince ve gerçekten bana göre itina ile mizah yapan Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan gibi adamların filmleri gişede isteneni vermeyince, TV dizilerinde komedi adı altındaki mezbeleliklerin bizim gibi dünya komedisini Türkiye komedisi ile harmanlayıp ülkeye kazandırmaya çalışan kuşağın aç kalmasıyla piyasanın kötüye gittiğini düşünmeye başladım.

G: Peki yakın zaman Türk sineması hakkında ne düşünüyorsun? Tür çeşitliliği arttı gibi değil mi?

Ö: Çarklar işliyor. 10 seneye kadar çok güzel şeyler olacak. Yüz akı dediğimiz adamlar önceden maddi anlamda tatmine ulaşmayınca pes ediyorlar, zorlanıyorlardı. Şimdi hak ettikleri yere gelmeye başladılar. Yavaş yavaş her şey oturuyor. İzleyici yabancı kaliteli yapımlara daha kolay ulaşır oldu. İyiyi kötüyü ufak tefek ayırt etmeye başladık, buda her gecen gün kaliteyi arttıran bir faktör. Ama benim istediğim hala olmadı.

G: Nedir o?

Ö: Yani hala “Türk Sineması” diye bir şey yok. Çok özel bir toplumuz, çok nadide bir mozagiz. Belki de mozaiklik durumu bunu zorlaştırıyor da olabilir ama dediğim gibi, Hint sineması diyince bile gözünün önüne bir fotoğraf geliyor ama dünyanın neresine gidersen git Türk sineması dersen... “ya efendim?” derler... Ya da “aaa Türk hımm.. Galatasaray!” derler .Ki ben Fenerliyim.

G: Peki bu sana dokunuyor mu biraz? Bir fenerli olarak?

Ö: Galatasaray’ın başarıyla yaptığı reklamı biz parayla yapmaya çalışıyoruz, dokunuyor tabi. Yukarıdaki cümleyi bana, yurtdışında tavlamaya çalıştığım bir kız kurmuştu. Sinemanın hali bu yani.

G:Futbol muhabbetine girmeyelim dostum.... Ben en son Galatasaray’da Tanju Çolak zamanında kalmıştım. Kızdan mı konuşalım futboldan mı? Sen karar ver.

Ö: Tanjudan! Tanju Okan vardı bi de ya, ne oldu o? Sen kadınım! Tanju diye erkek ismi olmaz, onu bilir onu söylerim.

G: Yapma Özgür. İsmi Tanju olan üyelerimiz olabilir.... Üvey de olsalar onlar da üye.

Ö: Özgür diye de kız ismi var ya, şahit oldum ben.

G: Benim Özgür diye bir kız arkadaşım vardı zaten. Neyse…. Peki yakın dönem TV sektörü hakkında ne söylersin? TV izleyicisi misin?

Ö: REZALETTTT! Sektörde olduğum için iyi takip ediyorum. Türkiye’de dizi sektöründe özellikle müthiş bir savaş ve mücadele var ama çok yazık bir durum. Her hafta koştura koştura uzun metraj çekiliyor. Bir dizi 75 - 80 dakika, birbirinin kopyası işler, yanlı işler, vizyonu dar işler. “Seyirciyi eğitelim, seyirciye kaliteli iş şöyle olur dedirtelim” diye bakılmayan, “seyirci ne istiyor ne versek yerler” diye yapılan işler kesinlikle. Günlük veya haftalık bir tatmin bırakmalı, eskiden kaçak vardı sen bilirsin

G: Bilirim.

Ö: Yani komedi dizisi en fazla 25 dk. Diğer türler 45 dakika olmalı ki yazar şişirmesin yazarken. Ben her hafta 20 dakikalık bir sitcom yazsam.... Bütün hafta boyu yazarken dakika dakika, işleye işleye yazarım ama 80 dakikalık sitcom istenince ister istemez şişiriyorsun. Ya Gülse Birsel gibi şanslı oyuncuların olacak, bir paragraf yazacaksın, oyuncular doğaçlama şovunu yapacak yada dediğim gibi şişirip şişirip mecburen avamlaşıp vereceksin 80 sayfa yazıyı.

G: Şu, Tolga Çevik'in doğaç sahne performansı iyi bir işe benziyor. Gördün mü?

Ö: Gördüm, çok da severim kendisini lakin şöyle bir saptamam var. O proje, ilk olarak Beyaz Show’da beyaz atlı prens olarak yapıldı, cok sevdik. Daha sonra Engin Günaydın Okan Bayulgen’le Zaga Show içinde çok güzel yaptı, sevdik. Demek ki seviliyor denerek yapılmış bir taklit bana göre. Haa, o zaman diyeceksiniz ki, o zaman biri korku filmi cekti diye çekilmesin bir daha korku filmi, bu mudur ? Bilmiyorum, düşüncem bu sadece. İyi yapılıyorsa yapılsın sorun değil de, hakkını vermek lazım. Birde Tolga Çevik Yılmaz Erdoğan’la çalışırken, sesinin tonundan mimiklerine, duruşuna kadar Yılmaz Erdogan’ın kopyasıydı. Şimdi Engin’le çalıştı, komedi dükkanındaki hareketleri de bire bir Engin’in Zaga’da aynı show’u yaparkenki hallerini andırıyor. Bilmiyorum bana öyle geliyor.

G: TV sektörü ile sinema sektörünün gelişmesi arasında bir bağlantı var mı sence? Kim kimi daha çok besliyor?

Ö: Dizi sektörü sinemayı destekliyor ama kötü yönde desteklediği de oluyor. Şimdi biz bu işle uğraşıyoruz, ediyoruz ama sıradan bir izleyici yavaş yavaş dijitalinde sinema sektörüne oturmasından dolayı bir sinema filminin renginin tadının güzelliğini unutmaya başladı. Çarçabuk yapılan prodüksiyonlar, dijitalle çekilmiş alel acele filmler dizi sektörünün hızlanmasıyla halledilmeye başlandı. Yoksa 35’ten vazgeçmeyenler hala mevcut ama o adamlar için zaten hala sinema sektörü diye bir şey yok. Ama kesinlikle dizi sektörü diye birşey var artık. Sinema sektöründen dönen paranın en az on misli dizi sektöründe dönmekte.

G: Hani biraz kaba anlatımla, "bir iki dizi çekeyim, sonra gereken parayı bulup uzun metraja atlayıp harikalar yaratayım" planında olan sinemacılar beklemek hayal mi?

Ö: Yoo, öyle bir şey var hala. Diziler öyle ticari boyutta ki, aslında sanatsal bakılsa yurt dışında olduğu gibi yine para kazanılacak. Bizde şu var, Misal Haluk Bilginer’in tavrı şu; adam diyor ki “zaten iyi dizi yok. Kötünün iyisinde biraz gözükeyim, iyi para var. Oradan kazandığım parayla rahat rahat tiyatro mu yaparım” Kazandığını tiyatrosuna yatırıyor. Ya da sinemaya aşık çok dizi yönetmeni var. Dizilerde sürünüp birikim yapıp filmlerine akıtıyorlar parayı. Dizi yapanlar için böyle bir bakış açısı var, izleyici zaten perişan durumda. Ciddi bir değişiklik şart. Nerde o Süper Babalar, nerde şimdiki diziler. Her şarkıya bir film dönemi yaşamıştı Türk Sineması, şimdi de her şarkıya bir dizi dönemi var. İsmail Yk’nın dizisini izledi bu ülke

G: Valla ben izlemedim. Hatta şimdi duydum. İsmail YK dizi mi yaptı gerçekten?

Ö: Hepsi 1’i izlemişsin ama, aldım haberini!

G: O sırada gitar çalıyordum, birileri açmış, öylesine bakıyordum valla. Sorsan anlatamam.... Gözüm takılmış olabilir.... Evet, son 17 sorudayız. Bitiyor dostum.... (Gülüyor. Hangi söze gülüyor anlamadım, o ayrı. ) Amatör/digital sinemanın durumu nedir sence? Devlet desteği olmadan olmuyor mu bu iş?

Ö: Yurt dışındada devlet desteği olduğunu sanmıyorum, bir bilgim yok. Sadece bakış açısı farkı olabilir. Tabii ki fix cevap, film çekecek ekipman teknolojinin gelişmesi ile kolay bulunur oldu. Bizde öz sorunu var. Ya çok büyük cümleler kurmak istiyor yapamıyoruz yada cidden yeteneksiziz, özentilikten bir şey yapamıyoruz. İkisinin arasındaki samimi filmler benim daha çok hoşuma gidiyor. Mesela Sadi’nin herkesin gittiği bir filmi vardı. çok severim

G: Biraz BS üzerine konuşalım öyleyse.... Senin siteler arası casusluk yaptığın hatta çift taraflı bir ajan olduğun yönünde bir espri var. Sence iyi bir espri mi?

Ö: (kahkaha atar) (Bunu da kendisi yazdı)

Ö: Tehlikeli. (Terler!) Yok öyle bişi.

G: Kod adı lüfer balığı kod adlı bir moderatör kankamız öyle demiyor ama.... (Of. iyice saçmaladık abi, bırakalım mı? )

Ö: Sadece zamanlama hatası. Kısa filmle ilgilenmeye başladığım zaman, Kadirle tanışmam BS’ye uzak kalmamı sağladı. Çünkü Kadir’le yarattığımız forumda adminlik yapıyorum. Birde BS yi içerik olarak çok sağlam ve kaliteli buluyorum ama üyelerin bazı tavırlarından ürkmem, öyle her şeye yorum yazmama duygusu yarattı bende, devamlı takipçiyim, çoğu kişiyi de tanıyorum ama forumlarda cümle kurmak cesaret işi. İlk aklına geleni söyleyebildiğim bir yerde adminlik yapmaktan ve BS’de de kullanıcı takipçi olarak kalmaktan mutluyum.

G: BS'nin eskisi gibi olmadığı fikri üzerine düşüncen?

Ö: BS’nin eskisi gibi olmadığını bütün üyeler söylüyorsa eskisi gibi değildir. Eskisi gibi olmamasının sebebi de benim yukarda belirttiğim sebeptendir.

G: Forumdaki tavırlar mı yani?

Ö: (uzaklara bakar) Bilmiyorum... Film altı yorumlarda dahil…
iki filmim var, yollamaya korkuyorum. Gerisini sen hesap et. Sanırım roportaj yerine, sadece bu kısım ilgi görecek, bu roportajın altına gelen yorumlarda, bu kısımla ilgili söylediklerimin eleştirisi olacak.

G: Belki olmaz.... Bu konu bayağı konuşuldu çünkü.... Sizin sitede durum nasıl? Disiplin? Samimiyet?

Ö: Bende haybeden övüyorum ama tabi şimdi BS çok büyüdü, böyle şeyler olması normal. Eleştirirken biraz da buradan bakmak lazım. Çok çeşit insan var, ortamı disiplinde tutmak çok zor. Herkesi mutlu edecek bir sistem yeryüzünden yok zaten. O yüzden gelenin ayak uyduracağı, işine gelmeyenin de girmeyeceği, despot bir yapıdan yanayım. Biz çok az kişiyiz, hep aynı kişiler etrafında dönen ama geneli faydalı ev eğlenceli bir yapımız var. Çok kişiye ulaşmak gibi bir derdimiz yok. Bu şartlarda katılanlara kapımız açık ama ekstra bir şey sarf etmek istemiyoruz katılım için. Çünkü amacımız para kazanmak, ünlü olmak, kapı sağlamak değil.. Sinema nedir, nasıl yapılır? bunu konuşmak

G: Peki sizin sitede madem durum iyi, bunu nasıl sağlıyorsunuz?
Ö: ego törpüleyerek. Abi şimdi örnek vereceğim ama BS’yi eleştirmiş olacağım, ters olmasın? Yani “BS’de röportaj hakkı veriyolar, bizi yiyo, adama bak” derlerse üzülürüm.

G: Ver tabi.... Ters olmaz. Bunlar senin fikirlerin.... Fikrine katılmayanlar olabilir. Ama niyetimiz kimseyi kırmak değil. Bunu herkes biliyor...

Ö: Atıyorum ben bir film hakkında yorum yazarken, bizim forumda misal filmle ilgili yanlış bir bilgi verdim diyelim. Biri bunu “Ya, o öyle değil de böyleydi sanırım” tavrıyla düzeltir... Ama aynı hatayı burada yapsam, bir anda kendimi aptal gibi hissedebilirim. O yüzden, forumlarda sadece izleyiciyim. Öğreniyorum kusursuz abilerimizden. Ha “Yok be abartma, o senin ön yargın” diyenler olacaktır. Bu ön yargıyı yaratmışlar en azından bir kişide. (ağzıma s.çacaklar!) Ha bunlar bizde de oluyor, olmuyor değil. Ama anında tecrit ediliyor, dikkate alınmıyor.

G: Öyleyse denebilir ki olay yine bir yaklaşım ve tavır meselesi....

Ö: Evet, esneklik ve mütevazılıktan kaybedeni görmedim

G: Peki, son soru....
Sıradaki röportajı kiminle yapalım?

………………

Ö: Bi saniye, kapanış cümlesi, yazmak istiyorum

G: Tabi, yaz...

Ö: benimsinemalarım.com eleştirim bir yana, hem bir bilgi dehlizi hem de çok iyi insanları da içinde barındıran bir arkadaşlık yuvası. O anlamda devamlılığını sağlamak adına bazı şeyler söyledim, onun dışında ahkam kestiğim konularda buranın samimiyetine dayanarak sesli düşünmekten kaynaklı..sürç-i lisan ettiysem affola.. Ben röportajı benimsinemalarımın büyük düşünürlerinden biri olan Alp Giray M Uğurlu’nun bir özlü sözü ile kapatmak istiyorum " kolay gelsin !"

Özgür Bakar’a teşekkür ederim….

Çevremizdeki "önem"leri, önemli görünmeyi başaran önemsizler yüzünden fark edemiyoruz....
https://twitter.com/gorkemoge" onclick="window.open(this.href);return false;

 
Gönderildi : 09/04/2009 6:03 pm
(@sickman)
Gönderi: 0
 

Yok be abartma o senin önyargın. 😀 😀

Devlet Özgür Bakar'a yardım etsin. O kadar vegi veriyorum ben. En azından benim payımı versin kardeşim. Sesleniyorum buradan. Güzel röportaj.

www.fadeoutstudios.com - www.soberworks.ist - www.budabi.tv

 
Gönderildi : 09/04/2009 11:07 pm
(@mustafakenan)
Gönderi: 0
 

röportajların tarihleride akıllardaysa eklense güzel olmazmı.

 
Gönderildi : 10/04/2009 12:55 pm
Paylaş: